Aslında hepimizin geçmişimizde kalan hikâyelerimiz vardır.
O hikâyeler; şimdi ne kadar mutlu olursak olalım ya da ne kadar
mutsuz olursak olalım; içimizde bir yerlerde yaşıyor, yaşamaya
ısrarla devam ediyorlardır.
Sadece söylenmiyorlardır.
Söylenmiyorlardır ama içimizde bir yerlerde aslında hiç
unutulmayacaklarını bilmelerine rağmen, yine de unutulmaya
direniyorlardır.
Çünkü onlar kimsesiz hikâyelerimizdir...
Kâh bir şarkının mısralarına takılarak, kâh da soğuk kış
gecelerinden birinde sokak lambasının altındaki iki sevgilinin
sıcaklığını seyrederken; unutulmadıklarını gösterircesine size
gelirler.
O zaman; zaman durur ve sanki pencereye yansıyan siluetinizle
birlikte bir yerlere gidersiniz. Kimsenin bilmediği, belki de sizin
bile unuttuğunuz bir yerlere…
Yaşanmışlardan arta kalan hatıraların
canlanmasıdır işte o anda hissettiğiniz.
Yitirilmiş sanılan her şeyin aslında akıp geçen zamanla daha çok
değerlendiğini, değerlendikçe de sizden uzaklara gittiğini
hissedersiniz.
Hissettiğinizle de o anda üzülürsünüz.
Nedensizce sanki…
İşte o hissi size yaşatan; kimsesiz
hikâyelerinizdir.
İllaki bir sevgilinin nefesi değildir size
gelen; belki yitip giden bir dost eli, belki yıllar öncesinde
kaybettiğiniz bir yakınınızdır; size apansız “merhaba” diyen.
Öyle ki o hikâye; yaşanmışların yanında yaşanmamışların
keşkelerle yoldaşlığını da size hissettiren
kimsesiz hikâyenizdir.
Kimsenin bilmediği, kimsenin duymadığı saklı
anılarınızın kelimelere küstüğü hikâyenizdir.
Ve biraz mutluluk, biraz hüzünle birlikte; gözyaşınızın
yalnızlığını seyretmek istercesine size gelmiştir.
Unuttuğunuzu sandığınız unutulmaya direnen kimsesiz
hikâyeniz…