Cumartesi günü Ankara'dan İstanbul'a otobüs yolculuğu
yaptım, Bolu'da verdiğimiz molada, yaşları elli beş, altmış
arasında iki hanım, boş masa olmaması sebebiyle benim oturduğum
masaya oturmak için izin istediler, kibarca "Buyrun" dedim, demez
olaydım!
Daha oturur oturmaz, yolculuk yaptıkları otobüsü
şikayet etmeye başladılar, uzun süredir mola vermemesinden,
hizmetinden memnun değillermiş, muavin kabaymış, falan filan.
Otobüste kendilerinden başka başı açık kimse yokmuş, sinir
olmuşlar!
Ama öyle sessiz sessiz bir konuşma değil, bağıra
çağıra bir konuşma, sanki orada onlardan başka kimse yok! Boş masa
olsa ben yer değiştirmek istedim ama… Çaresiz dinlemek
zorundayım!
Hiç durmadan her şeyden şikayet ettiler, öyle ki
mutsuzluk paçalarından akıyordu, onlar için çok üzüldüm.
Bir ara sustular, "hah, tamam, nihayet şikayetleri
bitti" diyordum ki, "burada kimse bizimle ilgilenmiyor, bir şey
içer misiniz diye soran bile yok" diye başladı biri söze.
Eyvah!
Garsonu öyle bir çağırdılar ki yanlarına, sanki
yüzyıllar öncesinde yaşıyorlar, garson da bunların kölesi, "Garson,
gelsene buraya!"
Masada üç kişi olduğumuzdan, etrafıma bakınarak
acınası bir halde, "Ben bunlarla birlikte değilim, tanımıyorum"
demek istedim gözlerimle…
Öyle ki bütün gözler bizim masamızın üzerinde.
Garsona iki çay söyleyen kadınların yüreklerindeki
mutsuzluk suratlarının ortasına yapışmış duruyordu.
Yine üzüldüm onlar için, sanırım hiç mutlu
olamayacaklar.
Nihayet çayları geldi, daha birer yudum alır almaz
"Garson gel buraya" diye bağırdı birisi, "Al bu çayı kim yaptıysa
ona götür o içsin, sürekli müşteri değiliz diye bize zehir mi
içireceksiniz?" diye çıkıştı garsona, garson kibarlığı elden
bırakmadı "Biraz açayım mı çayınızı" diye sordu, "İstemem, kendiniz
için" dedi asık suratlı, mutsuz kadınlardan biri.
Ve söylenmeye başladılar, "Kesin bunlar da
Erdoğancı"!
!!??
Yanlış anladım sandım, çayın demli gelmesini, iyi
demlenmemiş olmasını, çayın lezzetli olmamasını başbakana
bağlamışlardı.
Dururlar mı, devam ettiler, "bunlar böyledir işte,
dindarız derler, milleti kazıklarlar…"
!!??
Biri hızını alamadı, sigarasından bir nefes çekip,
çatallaşmış sesiyle, "Türbanlılardan nefret ediyorum" dedi.
!!??
Ben demli gelen çayla türbanlılar arasında bağlantı
kurmaya çalışırken, çene ishali olmuş iki kadın sürekli
şikayetlerine devam ediyorlardı.
İstanbul'dan Konya'ya gezmeye gitmişler, Konya'da bir
tane başı açık bayan yokmuş, memleket yobazmış!
Bir memleketin çağdaş olup olmamasını giyime bağlayan
sözde "çağdaş" bu iki kadın sinirlerimi iyice bozmaya başladıysa da
biraz daha vaktim vardı!
Azıcık daha saçmalasınlar bakalım neler olacak diye
bir beş dakika daha tahammül göstereyim dedim.
Beni de kıyafetimden ötürü "kendilerinden" görmüş
olacaklar ki, hiç sesimi çıkarmadığım halde bana laf atarak destek
beklediler benden!
"Kızım ya her yer Konya gibi olursa, ne olur bizim
halimiz" diye sordu.
Gülümsedim, cevap versem çeneleri durmayacak,
dayanamadım "Sizi rahatsız ettiler mi başınız açık diye"
sordum.
"Hayır ama biz çok rahatsız olduk" dediler.
Neden?
Kıyafetler yüzünden!
Ve her yerde mescit olmasının verdiği rahatsızlıktan
bahsettiler, bir daha Konya'ya ayak basmayacaklarmış!
Sustum!
"Senin kıyafetinden dolayı sana kötü muamele
yapılmayan bir yerde insanların kıyafetleri yüzünden rahatsız olman
asıl senin yobaz olduğunu gösterir" diyecektim de kabalık
ruhumun alışkın olduğu bir durum değil!
İnsanları kıyafetleriyle yargılayan, başı açık, ya da
başı kapalı diye onları bir gruba dahil etmeye çalışan insanlardan
oldum olası uzak durmaya çalışıyorum.
Bana göre asıl yobaz olanlar, bunlar!
Çağdaşlığın ölçütü olarak kıyafet seçenler, mini etek
giymeyi çağdaşlık, türban takmayı dindarlık olarak sunanların hepsi
aynı benim için.
Yobaz şekilcidir, nerede olursa olsun kendini belli
eder, bana asıl üzüntü veren, iki kesimde de kıyafet yüzünden
kutsal değerlerin kullanılmasıdır.
Dilerim, eğitim kalitesi artar da bu yobaz kafalardan
temizlenir Türkiye…
Dilerim!
twitter.com/nsrnylmz