Kandil'den İmralı çatlağı iddiasına yanıt!
Abone olYurt gazetesine konuşan KCK lideri Cemil Bayık, Öcalan ile Kandil yönetimi arasında çelişki olduğu yönüdeki iddialara yanıt verdi. Bayık, hükümete ağır suçlamalar yöneltti...
Yurt Gazetesi muhabirlerinden Nazan
Özcan ve Veysi Polat, Kandil'de KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık'la
röportaj yaptı. Çözüm süreci Kobani savaşı ile ilgili önemli
mesajlar veren Bayık, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "oyalama" taktiği
yürüttüğünü söylerken Abdullah Öcalan ile Kandil yönetimi arasında
çelişki olduğu yönüdeki iddiaları yalanlarken bu yorumların "böl
yönet" yönteminin bir parçası olduğunu söyledi. Bayık çözüm
sürecindeki başta ABD olmak üzere üçüncü bir tarafın gözlemci
olarak yer alması önerisine gelen tepkilere de yanıt
verdi.
İşte Yurt gazetesinin Bayık ile yaptığı röportajdaki çarpıcı bölümler:
Türkiye’dekiler “çözüm süreci”, siz “ateşkes”
diyorsunuz, onca olaydan ve açıklamadan sonra ateşkes devam ediyor
mu?
Ateşkes devam ediyor. Bu ateşkesler meselede ne kadar ısrarlı
olduğumuzu gösteriyor. Biz bugüne kadar dokuz defa tek taraflı
ateşkes ilan ettik. Önder Apo, 2013 Nevroz'unda dünya şahitliği
önünde “Biz sorunun artık demokratik siyasetle çözülmesi
gerektiğine inanıyoruz” dedi ve başladık tek taraflı ateşkese.
Dünyada hiç kimse, bir üçüncü gözün gözetimi altında tartışmadan,
bazı kararlara ulaşmadan, bunları yazılı hale getirmeden ve
imzalamadan bizim attığımız adımları atmazdı. Biz niye böyle
kapsamlı adımlar attık? İki nedenle...
"ERDOĞAN OYALIYOR"
Nedir o nedenler?
Bir, kendimize güvendiğimiz için; ikincisi sorunu demokratik
siyaset yoluyla çözmede ısrarlı olduğumuz için. Bunların doğru
okunması gerek. Biz, diyaloğun müzakere sürecine evrilmesini
hedefledik. Türkiye'yi çözüm sürecine çekmek istedik. Onun için tek
taraflı ateşkes ilan edip, bu zemini yarattık.
Birkaç gün önce “Türkiye hiçbir zaman Kürt sorununun
çözümünü gündemine koymadı” dediniz. Peki o zaman 2013 Nevroz’undan
beri olan neydi?
Biz gerçek bir barışa ulaşmak istedik. Onun için tek taraflı
ateşkesle sorunu çözmede ısrarlı olduğumuzu gösterdik. Ama takdir
edilir ki, tek taraflı çabalar bir yere kadardır. Ondan öteye
gidebilmesi için karşı tarafın da adımlar atması gerekir. Aksi
takdirde süreç bir yerde tıkanır. Biz tek taraflı adım attık, Türk
devleti ve hükümeti ise bu sürece cevap vermedi. Kesinlikle çift
taraflı çabalardan söz edilemez. O da Önder Apo’nun ısrarla
geliştirdiği çabalardır. Türkiye devlet ve hükümetini müzakere
zeminine hazırlamak ve Türkiye toplumu çözüme destek versin diye bu
adımlar atıldı ve bir zemin yaratıldı. Bugün Türkiye’de toplumun
büyük bir kesimi, aydını, yazarı, sanatçısı, düşünürü Kürt
sorununun demokratik siyaset içinde çözümünü istiyor. İstemeyen
devlettir. Hükümet sorunu çözmek istemiyor. Biz sorunun çözümü için
bu kadar çaba yürütürken, onlar hareketimize, halkımıza ve
Türkiye’de çözümü isteyen kesimlere yönelik psikolojik özel savaşı
yürüttü. Herkesi aldatmaya çalıştılar. Sorunu çözecekmiş gibi
yaptı, hep bundan söz etti, ama hiçbir zaman çözüm sürecine girmedi
Erdoğan. Hep beklenti yarattı, oyaladı, zaman kazandı, kendi
iktidar amaçları için her şeyi kurban ettiler. Ve gerçekten bizi
çok zorladılar.
Nasıl zorladılar?
Sabotajlar yürüttü, tehditler etti, şantajlar yaptı. Tüm bunlara
rağmen Önder Apo ısrarlı davrandı ve bugünkü aşamaya kadar getirdi.
Ama Türk devleti hiçbir zaman çözüm amacı taşımadı, bir program
oluşturmadı. Müzakerenin olabilmesi için bazı şartların yerine
getirilmesi gerekir.
Üçüncü gözün süreci izlemesi şart
Nedir o şartlar?
Bir, Önder Apo’nun içinde bulunduğu koşullarının değiştirilmesi
gerekiyor. Bu koşullarda diyolog olabilir ama müzakere olamaz.
İkinci, üçüncü bir tarafın müzakerelerde gözlemci olması, şahitlik
yapması gerekiyor. Dünyadaki bütün sorunlar, üçüncü tarafın
gözetiminde çözümlenmiştir. Üçüncüsü, bir izleme komitesinin
oluşturulması ve bu izleme komitesinin hem bizim hem Türk
devletinin hareketlerini izlemesi ve kim sürece doğru yaklaşıyor,
kim sabote ediyor, kim boşa çıkartıyor, kim savaşta ısrar ediyor,
komite tarafından izlenmesi ve kamuoyuna açıklanması gerek. Biz
2013 Nevroz’unda hem Türkiye'ye hem Önder Apo’ya şu öneriyi yaptık:
Madem böyle bir süreç başlatılacak, o zaman sürecin sağlıklı
yürüyebilmesi için bir komisyonun oluşması ve komisyonun süreci
denetlemesi gerekiyor. Bu uluslararası bir güç, bir devlet olabilir
veya uluslararası bir kurum da olabilir, eğer bunlar kabul
edilmiyorsa, Türk parlamentosunda böyle bir komisyon oluşturulsun.
Bu da kabul edilmiyorsa, Türkiye’deki sivil kurumlardan bir
komisyon kurulsun. Bu önerilerin hepsini yaptık. Yani bizim için
kimin olduğu önemli değildi, önemli olan üçüncü bir gözün olması,
sürece katılması, gözlemci olup şahitlik yapmasıydı. Ama bunlar
kabul edilmedi.
DAVUTOĞLU'NUN ÖNERİSİ
Karşılığında size bir şey önerdiler mi?
Hayır. Bize söyledikleri, biz hiç kimseyi bu işe bulaştırmak
istemiyoruz, biz kendi aramızda yerli bir çözüm geliştireceğiz.
Başbakan Davutoğlu geçenlerde tekrar etti: “Milli, özgün ve
yerli çözüm”.
Evet. Çözümden kaçmamaları için buna da evet dedik! Eğer sizin
gerçekten bir çözüm niyetiniz varsa, uluslararası güçleri katmak
istemiyorsanız, biz ona da uyarız dedik. Eğer siz de buna varsanız,
bunun mekanizmaları yaratılsın dedik.
Ondan sonra mı Akil Adamlar oluşturuldu ve sizce bir işe
yaradı mı?
Tabii ondan sonra oluşturuldu. Fakat Akil Adamlar'ı AKP hükümeti
kendi yanlısı kişilerden oluşturdu. Bizim de önerilerimiz vardı,
ama bizim önerilerimizin çok azını aldılar. Bunu da fazla mesele
etmedik. Çünkü biz kendimize güveniyorduk ve sorunun çözümünü
istiyorduk. Önemli olan mekanizmanın oluşmasıydı. Biz orada kendi
tezlerimizi ortaya koyardık, çünkü kendimize inanıyoruz. Bizim
istediklerimiz öyle Türkiye toplumunu zayıflatacak şeyler değildi.
Tam tersine Türkiye’ye büyük bir itibar kazandıracaktı.
Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük sorunlarını çözecek şeylerdi.
Yeter ki, bizim düşüncelerimizi açıklayabileceğimiz bir ortam
yaratılsın. Hâlâ da bunda ısrar ediyoruz.
Öcalan'a villa, tam bir çarpıtma
Öcalan'ın koşullarının iyileştirilmesi dediğinizde, medyada
“Apo’ya bahçeli villa istiyorlar ya da devlet Apo'ya villa verecek”
gibi haberler çıktı.
Bunlar hep çarpıtma. Biz hiçbir zaman öyle yerler istemedik,
istemiyoruz. Çünkü bu bizim felsefemize, yaşam tarzımıza ve
ahlakımıza ters. Bizim halkımız ev bulamazken, gecekondularda ya da
sokaklarda yaşarken, biz villada yaşamak istemeyiz. Bizim dediğimiz
şudur: Önder Apo'nun müzakere yürütebilmesi için özgür şartlarda
olması gerekir. Şu anda ağır bir mahkum muamelesi görmektedir. Bu
süreci tek yanlı sürdüren kendisidir, ısrar eden kendisidir, ama
koşullarında en ufak bir değişiklik yok. Bu koşullarda nasıl
müzakere yürütebilirsiniz? Hâlâ kardeşi istediği zaman gidemiyor,
avukatlar zaten üç senedir gidemiyor. Bir giden HDP heyeti,
heyetin de neler yaşadığını herkes biliyor. AKP hem kendi heyetini
belirliyor hem de Önderlikle görüşecek HDP heyetini. Çözüm amacı
taşıyan biri böyle yaklaşabilir mi meseleye?
6-7 EKİM KIRILMASI
Erdoğan 26 Ekim’deki konuşmasında “PKK bir defa barışı
istemiyor, PKK’nin uzantısı olan parti de barışı istemiyor. Fakat
gördüğüm kadarıyla 6-7 Ekim'deki olaylardan İmralı rahatsız oldu,
çözümü bozmayın açıklaması yaptı” dedi. Yani aralarında anlaşmazlık
var, Öcalan’ın dediğini dinlemiyorlar diyor. Gerçekten böyle bir
kopukluk var mı?
Bunlar tamamen psikolojik özel savaşın gereği olarak, toplumun
beynini karıştırmak için söyleniyor. Öteden beri hep Önder Apo’yla
PKK, PKK ile halk arasında çelişkilerin olduğu söylenir: Bütün
egemenlerin taktiği budur. Kendi durumlarını kamufle etmek için
karşı tarafı suçlar, aralarında ikilik var derler. 'O zaman biz
kimle oturup sorunu çözeceğiz, biriyle konuşsak diğeri boşa
çıkarıyor, dolayısıyla da bu tarzda sorun çözülemeyecektir, eğer
çözülemiyorsa nedeni biz değil PKK’dir' algısı yaratılmaya
çalışılıyor. Bugün herkes de çok iyi biliyor ki, Önder Apo, PKK ve
Kürt halkı arasında herhangi bir kopukluk ya da çelişki yoktur.
Önder Apo’nun bulunduğu koşullar ve halk ve örgütü açısından
üstlendiği rol dikkate alınırsa, Önder Apo’nun rolüyle PKK’nin rolü
farklıdır. Veya Önder Apo’yla PKK’nin farklı rollerini yine toplum
üstlenemez. Bunlar birbirini bütünleyen rollerdir. Bütün egemen
güçler daima ezilenleri suçlarlar. Buna psikolojik savaşla kendi
haksız konumlarını kamufle etmeye çalışıyorlar.
YA DARBE YA İÇ SAVAŞ
Toplumdaki karşılığı ne oluyor sizce?
AKP’nin kurmayları hep toplum anlamaz, bilmez, rahatlıkla
aldatılabilir sanıyorlar. Onun için toplumun gözünün içine baka
baka yalan söylüyorlar. Artık o dönem geçti. Bugün toplumun büyük
kesimi, bunların yalan olduğunu görüyor. AKP’nin Kürt sorununu,
Türkiye’deki diğer hakların, kültürlerin, dinlerin sorunlarını
çözmek istemediğini, Türkiye’yi demokratikleştirmek istemediğini
görüyor. En son güvenlik yasalarını genişletmek istiyorlar. Yine
orduyla birlikte davranmak istiyorlar. En çok asker vesayetinden
şikayet eden bu hükümet, şimdi ordu vesayetine sığınıyor.
İktidarını bununla sürdürmek istiyor. Türkiye’nin uluslararası
düzeyde bir itibarı kalmadı. Geçmişte Türkiye’ye hizmet eden,
destek veren ülkeler ve kuruluşlar bu desteği çekmiştir. Yine
içerde giderek yalnızlaşıyor ve iç savaş koşulları da
gelişmektedir. Eğer Erdoğan bu politikalarında ısrar ederse, bu ya
Mısır gibi bir darbeye ya da iç savaşa yol açacaktır. Irak ve
Suriye’nin yaşadığı duruma düşecektir Türkiye. Eğer Türkiye toplumu
bunu istemiyorsa, hükümete karşı demokrasi mücadelesini
yükseltmelidir.
Erdoğan toplumun üzerinde kaya gibi
Ama hükümete karşı yapılan her demokratik eylem, mücadele
veya itiraz bile “darbe” denerek kıyamet kopartılıyor. Gezi, Kobani
için eyleme çıkanlar veya 17 ve 25 Aralık yolsuzluklarını
hatırlatanlar darbeci ilan edildi. Ayrıca bunu HDP’den Sırrı
Süreyya Önder de “darbe mekaniği”nden diyerek
onayladı.
Evet, hükümete göre herkes düşman ve herkesin dış güçlerle
ilişkileri var! Özel savaş taktikleri bunlar. Devletin bir
felsefesi var ve bu felsefeye göre devlet sürekli düşman yaratıyor.
Düşman üretmeden, ürettiği o düşmanla mücadele etmeden bu rejimin
kendini sürdürmesi mümkün değil. Geçmişte solu, İslamiyet’i,
Müslümanları, Kürtleri, Alevileri vs.’yi düşman olarak görüyordu.
Zamanla bunlarda değişiklikler oldu ama hâlâ Türk devlet rejimi bir
özel savaş rejimidir. AKP önce toplumun demokrasi istemlerini
dillendirerek, umutlar yaratarak yürüttü özel savaşını, ama gelinen
aşamada AKP artık kimseyi aldatamadığı için, şimdi de tekrar
vesayete sarılıyor ve iktidarını korumaya çalışıyor. İkiyüzlü
siyasettir bu. Toplumu aldatan siyasettir. Bu toplum çok darbe
gördü, acısını yaşadı. O darbeleri hatırlatarak yaptıklarına
meşruluk kazandırmaya çalışıyor. Gezi Parkı olayı bir demokrasi
gösterisiydi ve AKP, 'Gezi Parkı hükümeti devirmek için dış
güçlerin yaptığı bir oyun, darbe teşebbüsü' dedi. Hatta dedi ki,
'arkasında Almanya var'. Halbuki Türkiye’ye NATO’da, AB’de en çok
destek veren Almanya idi. Ondan sonraki bütün demokrasi taleplerini
hep darbe girişimi olarak değerlendiriyor ve hep kökünün dışarda
olduğuna işaret ediyor. Basında bir eleştiri olsa, diyor ki 'bu
darbecidir'! Korkunç bir mantık var şu anda. Erdoğan geçmişte
dışardan kendisine en büyük desteği verenlerin hepsine ihanet etti.
İçerde yine AKP’yi destekleyen ve AKP'yi birlikte kurduklarının
hepsine ihanet etti ve kendisi de büyük bir kaya gibi toplumun
üzerine oturdu. Türkiye toplumu da buna tahammül etti ama artık
Türkiye toplumu da tahammül edemez noktaya geldi. Biz de tahammül
edemez noktaya geldik. Ve bizle Türkiye toplumunu yakınlaştıran ve
buluşturan da budur: Demokrasi isteği. Bunu Kobani etrafında çok
iyi gördük. Sadece Kürtler Kobani etrafında bütünleşmedi,
Türkiye’deki bütün demokrasi güçleri, aydını, yazarı, sanatçısı,
akademisyeni, çözümden yana ve vicdanı olan herkes Kobani için
Kürtlerle birlikte hareket etti. Bu vesileyle, Türkiye halkına,
onun vicdanı olan aydınlarına, sanatçılarına, yazarlarına, bazı
basınına -çünkü bir kısım basın vicdanlıdır, hepsi AKP yanlısı da
değildir- teşekkür ediyorum. Saygılarımı gönderiyorum. Ve bu konuda
gerçekten bir adım atıldı ve bu adımı sürdürmeleri gerekir. Çünkü
Türkiye’deki demokrasi güçlerinin çıkarı bundadır.
ÜST AKIL TEZİ
Son açıklamanızda “Rojava kazanırsa, Kuzeyli Kürtler de
statü ister diye bütün dert” dediniz. Zaten Kuzeyli Kürtlerin statü
meselesi çok daha önceden konuşuluyordu. Hatta eskiden devlet
deniyordu, şimdi demokratik federasyonu savunuyorsunuz. AKP’yi ya
da Erdoğan'ı Kobani konusunda çığrından çıkaran bu olamaz. Ayrıca
Erdoğan 'bir üst akıl var orada' diyor.
Üst akıl derken, Kürtler böyle mücadele yürütemez, basittirler,
başkaları bunları yönlediriyor demeye çalışıyor. Hep tezleri budur
ya, dışardan yönlendiriyorlar yani. Onun için siyasal çözüme
gelmiyor. Sorunu hep savaşla çözmek istiyor. Dikkat edilirse,
Ortadoğu’daki ve Kürdistan’daki gelişmeler bu hükümeti oldukça
zorladı, o da ne yaptı, parlamentoya bir yasa getirdi. Yasanın ismi
ne? “Terörizmi sonlandırma yasası”. Demiyor Kürt sorununu çözme
yasası. Zihniyet aynı zihniyet. Bilinçaltları bütünüyle yansıyor.
Onun için terörist başı, terörist hareket, terörist örgüt diyor. Ve
bunun kökü de dışarıda tabii. Halbuki Türkiye’yi yaşatan dışardan
gelen yardım oldu. Türkiye; Avrupa, NATO, kapitalist, modernist
güçler tarafından siyasi, askeri, diplomatik ve ekonomik olarak
desteklendi ve Türkiye PKK’yle mücadelede böyle ayakta kaldı.
Ayrıca da nankör.
Yani yardımlar olmasa Türkiye olmaz mıydı?
Elbette, dayanamazdı. Ayakta kaldıysa bunların desteğiyle kaldı.
Şimdi de siyasal çözüme girmemesinin bir nedeni de şu: Eğer ben bu
yönde adım atmazsam, PKK çatışmaya dönebilir. Dönerse aleyhine
olur. Ben de sorunu çözmem. Dünyada da PKK terörist listelerde,
NATO’yla ilişkim var, Avrupa'yla ilişkim var, ben güçlüyüm, Kürtler
güçsüz, ben psikolojik savaşı yürütürüm, herkesi aldatırım, umut
yaratırım, uzattıkça uzatırım, zaman kazanırım, bir taraftan da
nasıl olsa asimilasyona televizyon, gazete ve eğitimle devam
ediyoruz, bu durumda ilerleyen zamanlarda ortada sorun diye bir şey
kalmaz. Erdoğan diyor ki, “düşünemediğim şeyler olabilir”. Bu kadar
tehdit ediyor. Neden bu kadar çılgınca davranıyorlar? Bir,
kendilerine geçmişte destek veren NATO ve Avrupa artık eskisi gibi
destek vermiyor. Bütün bu güçler, artık Erdoğan yönetimi altındaki
Türkiye’yi kendileri için yük olarak görüyor. Onun için bu güçler
ne yapıyor, Kürtlerle ilişkilenmeye çalışıyor. Türkiye’nin en büyük
korkusu da Kürt sorununun uluslararası sahaya çıkmasıdır.
POLİS DEVLETİNE GİDİŞ
Gene darbeyle ilişkili olacak, Aysel Tuğluk bir yazı yazdı,
‘AKP’nin artık partner olmaktan çıktığını’ söyleyip ‘Türkiye’nin
seküler güçlerine’ seslendi. Bunun üzerine yine kıyamet koptu.
“Seküler dedikleriniz CHP’liler ve ulusalcılardır ve onlar zaten
militarist ve dolayısıyla darbe yanlısıdır, şimdi Kürt siyaseti de
darbeci oluyor” dendi. Bu durumda yeni partner kim olacak, seküler
kesim kim ve Kürt hareketine yönelik darbeci yaftasına ne
diyorsunuz?
Eğer darbeden bahsedilecekse, darbeyi yapan Erdoğan ve AKP’nin
kendisidir. Her gün darbe yapıyor hatta. Her gün toplumu
aşağılıyor, her gün sanatçıyı, yazarı, akedemisyeni, aydını,
gazeteciyi, demokrasi ve özgürlük isteyen herkesi susturmaya
çalışıyor. Herkese bir kulp takıyor, töhmet altında bırakıyor,
baskıya alıyor, tutukluyor, işinden atıyor, tehdit ediyor. Hatta
insanları öldürüyor. Ahmet Karakaş’ın HDP binasında, gözler önünde
boğazını kesmek istediler. Bu, Erdoğan ve Davutoğlu’nun
açıklamaları sonucu gelişti. Açıkça HDP’yi hedef gösterdiler. Hatta
son MGK’da HDP hakkında bazı kararlar aldılar. Bunu kamuoyuna
duyuran kim? Edoğan, Davutoğlu ve bazı bakanları. Ve onların
basındaki kalemşörleri. Açıkça HDP’yi ve HDP’nin şahsında aslında
bütün demokrasi güçlerini hedef gösterdiler. Bu darbe değil de
nedir? Polise 12 Eylül’de tanınmayan hakları tanımaya çalışıyor.
Tamamen polis devleti ve keyfi bir yönetim geliştiriyor.
Sonuç olarak, sorunu sadece sekülerler olarak ele almamak gerek.
Daha genişletilmeli bu. Bu rejimden rahatsız olan, karşıt olan
sadece seküler kesim değil ki... Onun için demokrasi güçlerini
kapsayan bir hareketin geliştirilmesi lazım. Eğer bu
geliştirilirse, o zaman bu rejim ya geri adım atar, yapmak
istediklerinden vazgeçer ya da vazgeçmezse antidemokratik toplum
karşıtı yüzü ortaya çıkar, bu da demokrasi güçlerinin sıçramasına
neden olur. O yüzden dar tutmamak gerek, Müslüman kesimin bir
kısmı, çeşitli din ve mezhepler, çevreciler, feministler, kadınlar,
emekçiler, sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler hepsi rahatsız.
Böyle bir rejimin yaşama şansı yoktur. Bu rejim kendi sonunu
kendisi getiriyor.
"AKP, DAİŞ'TİR"
Kürtlere de şöyle bir eleştiri var: “Kürtler çözüm
nedeniyle bu kadar destek verdikleri için AKP iktidarını bu kadar
güçlendirdi ve onlar da kibire kapıldı”...
PKK’ye ya da Kürtlere haksızlık etmemek gerek. Kimse PKK ve Kürtler
kadar bu rejimle mücadele etmedi. Savaşın ne demek olduğunu da PKK
kadar, Kürtler kadar kimse bilemez. Yapılması gereken Kürtlerin
büyüttüğü demokrasi ve özgürlük mücadelesini anlamak ve onunla
bütünleşmektir. Eğer bu mücadeleyle bütünleşme olursa, Türkiye’deki
herkes kazanacaktır. Kalkıp da PKK’yi Kürtleri, AKP'nin stepnesi
oldular eleştirisi yapılması, Kürtlerin ve PKK’nin mücadelesine
haksızlık olur, hatta ondan da öte vicdansızlık olur. Bugün AKP,
DAİŞ’tir (Irak Şam İslam Devleti IŞİD'e Irak Kürdistanı'nda Arapça
ismi olan DAİŞ deniyor). Bugün Kobani savaşını yürüten AKP’dir,
bugün DAİŞ’i Kobani’ye saldırtan AKP’dir. Kobani’nin düşürülmesi
için yoğun çaba sarf eden AKP’dir. DAİŞ’i desteklemek demek,
insanlığa karşı olmak, kadına karşı olmak demektir. DAİŞ faşizmi
Hitler faşizminden daha tehlikelidir. DAİŞ faşizmi sadece bazı
yerleri işgal etmek, buradaki halkları kendine hizmet ettirmek için
saldırmıyor. Tam tersine, etnik temizliği gerçekleştirmek için
yapıyor. Kobani’ye de saldırmasının esas amacı Kürtleri oradan
çıkarıp kendine bağlı olan Sünni Arapları yerleştirmekti.
Zaten Erdoğan da diyor ki, “Kobani değil, Ayn el-
Arap”...
Burdaki amacını da bu cümle zaten ortaya koyuyor. Güçsüzleştirmek
ve etnik temizlik politikası. Kadını satan bir hareket insani
olabilir mi? Ve böyle bir hareketi desteklemek insani ya da ahlaki
olabilir mi? Erdoğan ve Davutoğlu, Beşar Esad yönetimini devirmeyi
uluslararası koalisyonda şart olarak öne sürdüler. Eğer gerçekten
Esad yönetimini değiştirmek isteseydi, DAİŞ’e destek vermezdi.
DAİŞ’e destek vererek, bu rejimin yaşamasını sağladı. Onun için
milletin gözüne baka baka yalan söylüyor. Bu da DAİŞ’le olan
ilişkilerini gizlemek için. Ama gizleyecek bir yanı kalmadı. Dünya
alem biliyor artık. Onun için DAİŞ’i destekleyen bir güç Türkiye’de
ne Kürt sorununu çözer, ne Alevi, ne kadın, ne de demokrasi
sorunlarını çözer.
"2015 SEÇİMİ 24 NİSAN'DAN ÖNCE"
Ve Kürtler Kobani’yle epeyce uluslararası sahaya çıktı
değil mi?
Evet. Bütün sosyalist, demokratlar güçler, vicdan sahibi olan
insanlar nasıl ki bir dönem Vietnam, bir dönemse Stalingrad
etrafında toplandıysa, bugün de Kobani etrafında toplandı. Bu Kürt
sorununu hem uluslararası düzeyde bir yere getirdi, hem de
demokrasi güçlerini birleştirdi. Bu uluslararası siyaseti de
etkiliyor. Artık dünya eskisi gibi Kürt karşıtlığı yürütmüyor,
Türkiye’yi desteklemiyor. Erdoğan'ı çıldırtan bir neden budur.
Diğer bir nedeni, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde çok açık ortaya
çıktı ki, HDP önümüzdeki seçimlerde AKP’yi zorlayabilecek. 2015
seçimleri çok önemli. Çünkü, Ermeni katliamının 100. yıldönümü. Bu
100. yıldönümünü karşılayabilmesi için hükümetin çok güçlü olması
gerekiyor. Ama HDP zorlayabilir. Onun için HDP’nin toplumda
karalanması, linç edilmesi gerekiyor ki önümüzdeki seçimlere zayıf
girsin. Kapatma, hatta olmazsa bazı Kürt siyasetçileri tutuklama
tehditi yapılıyor. Bununla toplumun HDP’ye ilgisini azaltmak
istiyor. HDP ilgisi azalırsa, onlara göre CHP-MHP bir güç olamaz ve
böylece seçimleri rahatlıkla kazanırlar. Ve büyük olasılıkla
seçimleri 24 Nisan öncesine getirecekler ki, Ermenilere karşı güçlü
durabilsinler. Onun için Türkiye’deki vicdanlı insanların bunları
görmesi ve HDP’ye sahip çıkması gerekiyor. Eğer HDP’ye sahip
çıkmazlarsa, tutumlarıyla AKP’ye hizmet ederler.
Kürtleri ve çözüm sürecini artık “Kobani'den öncesi ve
Kobani'den sonrası” diye mi okumak gerek?
Doğrudur, Kobani’den sonra artık ne daha önceki siyaset yapılabilir
ne savaş ne de diplomasi yürütülebilir. Eğer eski şekilde devam
ederseniz, büyük kaybedersiniz.
Türkiye’de bir yandan da “savaşın iyisi, barışın kötüsü
olmaz” tartışması yapılıyor.
Savaşın iyisi yoktur. Biz en büyük acıları ve tahribatları yaşadık.
Savaşın ne demek olduğunu bizim kadar bilen başka bir örgüt yoktur.
Savaş demek yıkım demektir. Biz sosyalist ve devrimci bir
hareketiz, bu konuda da reel sosyalizmden farklıyız. Bütün iktidar
ve devlet amaçlı savaşlar, cinayettir. Biz böyle bir savaşı
kesinlikle reddediyoruz. Eğer bir halkın üzerinde kültürel,
ideolojik, askeri yok edici saldırılar varsa, halkın kendisini
savunması için geliştireceği savaş, meşrudur. Uluslararası alanda
da bu böyle tanımlanır. Bizim Türkiye ile savaşımız da böyledir.
Eğer meşru bir savaş yürütmek zorunda kaldıysak, bu devletin bize
yaşama hakkı tanımamasındandır. Bir varlık, bir varoluş, bir yaşama
savaşıdır. Eğer Türk devleti, Kürt halkının temel haklarını
verirse, biz kesinlikle tek bir silah sıkmayız. Kim sıkmak isterse
de karşı çıkarız. Bir ulus devlet ya da iktidar kurmak için
kesinlikle savaş yürütmeyiz.
RÖPORTAJIN TAMAMI İÇİN BURAYA TIKLAYIN...