Çağımızın belki de en üzücü hastalığı sürekli olan büyüme arzusudur. Büyümenin getirdiği avantajları çaresizce şatafat olarak algılayan toplum insanı, sürekli bir savaş içindedir. Devletler, ülkeler, şirketler ve insanlar birbirlerinden büyük olmanın veya üstünlük ihtişamına girmenin çabasındalar.
Ülkeler dünyanın en büyük şehrine, en büyük işletmesine, en uzun binasına sahip olmakla övünürler. İnsanlar her şeyin en büyüğünü elde etmek için amansız bir yarışa girerler. Büyüme, aynı zamanda gelişmişliğin de bir göstergesi olduğundan işletmeler, kentler, binalar ve yollar giderek büyümektedirler.
Her alanda görülen bu büyümenin dinamiğini, insanın sonsuz kabul edilen ihtiyaçlarını tatmin etmek için doymak bilmez bir tutku müptelası oluşturmaktadır. Günümüzde eğitim düzeninden bilim ve teknoloji politikalarına her alanda tutku ve hırslarına sarılmış insanların söylemleri ve değerleri biçimlendirmekte. Amerikalıların öncülüğünde “Daha büyük daha güçlüdür” politikası yaygınlık kazanmış durumda. Bunun sonucunda dünyada, kaynaklar ve güç, belirli sayıdaki işletmelerde toplanmaktadır. Giderek daha büyüyen kentler ve işletmeler, sorun üreten yerler haline geldiler.
Ünlü istatistikçi ve ekonomist Ernest Friedrich Schumacher’ın bahsettiğimiz Amerikan politikasına karşın, “Küçük güzeldir” politikasına dönülmesini öneriyor. Schumacher, “Ülke düzeyine yayılmış küçük işletmeler, sanayiyi ülke ölçüsünde yayarak kentlerin de olağan dışı büyümesine öne geçilebilir.” Sözünü söylerken, böylelikle kırsal alandan kentlere göçünde önüne geçilebileceğini bildiriyordu.
Büyüklüğe özenme ve büyüklük tutkusu insanı kültürel açıdan yoksullaştırırken, kitleleri de işsiz ve güçsüz bırakıyor. Büyüklüğe ağırlık vermek, bazı tek tük kimseleri çok güçlü kılıyorsa da, çoğunluğun ezilmesine ve yoksullaşmasına yol açıyor.
Budizm ve Hristiyanlık bile kendi ülkelerinde hayatın içinde bir din olmaktan çıkmıştır. Birisi eşyadan sıyrılma, diğeri tabiata egemen olma adına dünyaya tutsak olmuşlardır. Günümüzde biri zenginliğin diğeri yoksulluğun kurbanı olmuştur. Çözüm, ifrattan ve tefritten kaçınmasını bilen, ve bu yönde her zaman geçerli olabilecek ilkeler ve yargılar getiren İslâm’dadır.
İslâm’ın, kaynakların, dolayısıyla gücün belirli bir elde toplanmasını önleyen ilkesi, kentlerin işletmelerin, toplumun tamamıyla intizam içinde tabiat ile uyum içinde yaşamaya götürür.
Ne yazık ki İslâm’ın bu güzel değerlerini göremeyen bireyler, kendilerini sürekli olarak batının kucağına atmakla büyüdüklerini zannederler. Halbuki batının istediği büyüme kendi ellerinde bulunan gücün sizler tarafından korunmasından başka bir şey değildir.
Uzay’ın işgalinden tutun, tabiatın hırpalanmasına her bir felaket batı için gelişmişlik ve büyümedir. Aslında gerçek büyüme içe olan bir yolculuktur içte küçülme dışta büyümektir. İnsanın kendi öz istemleri ve arzuları kendi evrenine yetecek şekilde mütevazileşirse kendi ülkesini büyütmekte yeterince başarılır olur. Çağımızın bitmek bilmez isteme arzusuna karşın büyüme politikası, tatmin edici sahteciliğe dönmüş durumdadır.
Devlet ve toplumlar ancak isteklerinin düzeyinde gelişirler. Ülkemizde ise bu durum biraz daha farklıdır. Bireyler istekleriyle kalmaz, isteklerini elde edebilmek için her türlü eylemi de gerçekleştirirler. Büyüme oranı, genelleme istatistiklerinde talep-arz bâbından daha yüksektir.
Sonuç olarak, büyümeyi gelişmişlik olarak algılayan ve büyüme için herkesi harcayan oluşumlar, gelecek yıllarda bir kaybedişin içinde olacaktırlar. Küçülme içinde büyülme bizleri daha ileriye atacaktır. Daha büyüğün daha üstün olduğu şu devirde küçükler büyüklerin yerini alarak bu tutkuya son verecektir. Nitekim nefsin küçülmesinde olan İlahi hayr, nefsin büyüklüğünde olan cezadan daha üstündür. Bu örnek her türlü oluşum için geçerli bir kuraldır.
Selametle