İşte Başbakan'ı sinirlendiren konuşma!
Abone olBaşbakan Recep Tayyip Erdoğan, Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu'na tepki gösterip salonu terk etti.
Danıştay'ın 146. kuruluş yıldönümü törenlerinde Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin
Feyzioğlu'nun konuşmasına sinirlenip, toplantıyı terk
etti.
Başbakan, Feyzioğlu kürsüde konuşurken, "edepsizlik ediyorsun" diye tepki gösterdi. Feyzioğlu ise kürsüden Başbakan'ın tepkisine itiraz edip, "konuşmam çok yapıcıydı" karşılığını verdi.
İşte Başbakan Erdoğan'ın tepki gösterdiği Feyzioğlu'nun konuşmasının tam metni;
"Sayın Cumhurbaşkanım,
Huzurlarınızda, Danıştay’ın Sayın Başkanı’nın ve tüm idari yargı
mensuplarının şahıslarında, Danıştay’ın 146. Kuruluş Yıldönümü’nü
kutluyorum. Görevi, yurttaşı idarenin hukuka aykırı eylem ve
işlemlerine karşı korumak olan bu önemli kurumun, hukukun üstünlüğü
ve demokratik hukuk devletinin vazgeçilmezi olduğunu vurgulamak
istiyorum.
Bugünümüzü ve parlak olacağından emin olduğum yarınlarımızı borçlu
olduğumuz Mustafa Kemal Atatürk'ü, silah arkadaşlarını ve
Cumhuriyetimizi kuran tüm devlet adamlarını ve ayrıca Danıştay
şehidimiz Mustafa Yücel Özbilgin'i rahmetle anıyorum.
Bugün Engelliler Haftası’nın ilk günü. Türkiye’de 8.5 milyon
engelli yurttaşımız var. Anayasamızda engellilere yönelik pozitif
ayrımcılık hükmünün, toplumsal yaşamın her alanında eksiksiz olarak
uygulanmasını dileyerek sözlerime başlıyorum. Esasen engelli
yurttaşlarımızın taleplerinin asla ayrıcalık veya kendileri için
ayrımcılık olmadığını, talep edilenin, eşit yurttaşlık temelinde
toplumsal hayata katılmaktan ibaret olduğunu dikkatlerinize
sunuyorum.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Daha birkaç gün önce, 3 Mayıs “dünya basın özgürlüğü günü”ydü;
gazeteciler, hür basın için ağızları bantla kapalı olarak yürümek
suretiyle basına yönelik sansürü protesto ettiler ve tutuklu
meslektaşlarına özgürlük istediler. Dileriz bundan sonraki
yürüyüşler protesto değil, kutlama yürüyüşleri olur.
Hukuk devletinin tanımlayıcı unsuru olan hukuki güvenlik ilkesi,
etkin bir idari yargı denetimi olmaksızın hayata geçirilemez.
Hukukun üstünlüğüne inanan, insan onurunun korunmasını gözeten,
şeklen değil, özde adalet dağıtmayı esas alan bağımsız ve tarafsız
bir yargı, demokrasinin ve hukuk devletinin asli unsurudur. Böyle
bir yargı, herkeste saygı uyandırır, hukuka uygun davranan herkese
güven aşılar.
Unutmayalım ki adaletin tecelli ettiği mahkemeler, hepimizin son
sığınağıdır, umut kapılarımızdır. Bu kapıların kapanması, ihtiyaç
halinde kolay kolay açılmaması ya da çok geç açılması, hukuk
güvenliğini derinden sarsar. Başka bir deyişle, yargının adil
davranmadığının yaygın kanaat haline gelmesi, yurttaşların
mahkemelerde haklarını alamayacaklarını düşünmeye, suçsuz olsalar
bile mahkûm edileceklerinden korkmaya başlamaları durumunda, mülk
yani ülke temelsiz kalır. Siyasetin girdiği mahkemeden adalet
kaçar. Adaletsiz demokrasi olmaz. Demokrasilerde siyasi partiler,
iktidara, yargı tarafından denetlenmeyi peşinen kabul ederek talip
olurlar. Elbette bu denetim siyasi değil, hukuki bir denetim
olmalıdır. Şu halde yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı, etkinliği,
güvenilirliği, her insan için ekmek kadar, su kadar, hava kadar
yaşamsal önemdedir. Türkiye’de görevini sorumluluk duygusuyla,
fedakârca yerine getirerek adalet dağıtmaya çabalayan binlerce
avukat, hâkim ve savcı vardır. Kuşkusuz insanın söz konusu olduğu
her yerde insandan kaynaklanan sorunlar da olur. Bu sorunların
hiçbiri çözümsüz değildir. Yapılması gereken, yargıya, yargı dışı
her türlü müdahaleyi önleyen, güvenilir bir sistemin kurulmasıdır.
Bu görev hepimizindir. Çözümler kavga ederek değil, konuşarak
bulunur.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Bugün avukatlık mesleğinin sorunlarını çözecek, böylece yetmiş altı
milyon insanımızın teorik anlamda sahip oldukları hakları
kullanabilmelerini sağlamak suretiyle “birey olma mücadelesi”ni
başarıya ulaştıracak bir Avukatlık Kanunu’na acilen ihtiyacımız
vardır. Böyle bir kanun, ancak Türkiye Barolar Birliği ve baroların
öncülüğünde hazırlanabilir. Biz, bu amaçla, Türkiye’nin tüm
bölgelerinden katılım sağlayarak, bir çalışma komisyonu kurduk ve
taslağımızı hazırladık. Bütün barolarımızdan gelecek görüşler
doğrultusunda son şeklini vereceğiz. Aynı dönemde, Adalet Bakanlığı
çatısı altında ayrı bir komisyon daha kuruldu; biz sorunları
birlikte çözme irademizin gereğini yaparak o komisyona da katıldık.
Bahsettiğim komisyonca hazırlanan ve Adalet Bakanlığınca üzerinde
bir kısım değişiklikler yapılarak ilgili kurumların görüşüne
sunulan taslağın, baroların delege yapılarını temsilde adaleti hiçe
sayarak düzenleyen, avukatlığı sermaye şirketleri eliyle yürütülen
ticari bir faaliyet haline getiren, şubeleşmeye izin vermek
suretiyle büyük şehirlerde kurulan şirketlerin diğer
şehirlerimizdeki avukatlarımızın yaşama alanlarını ellerinden alan
düzenlemeleri başta olmak üzere, çeşitli hükümlerine dair
çekincelerimizi de ortaya koyduk. Bunları burada tek tek
açıklayarak vaktinizi almayacağım. Ancak hem mesleğimiz, hem hukuk
devleti açısından hayati sorunumuzun, çağdaş bir hukuk eğitiminin
yanında, bir an önce avukatlık stajına başlama sınavının ve
avukatlığa giriş sınavının getirilmesi olduğunun altını çiziyorum.
Görüşe gönderilen taslakta, sınavın Adalet Bakanlığı tarafından
yapılması öngörülmektedir. Hâkimlik ve savcılık sınavı Türkiye
Barolar Birliği tarafından yapılmadığına göre, avukatlık sınavının
Adalet Bakanlığı tarafından yapılmasının öngörülmesini anlamak
mümkün değildir. Bu, yeni bir vesayet düzenlemesidir. Öte yandan
hali hazırda hukuk fakültelerinde okuyan kırk bir bin öğrenci
sınavdan muaf tutulmaktadır. Bu, bugün görev yapmakta olan avukat
sayısının en fazla beş yıl içerisinde neredeyse yarı yarıya
artması, buna bağlı olarak mesleğin sürdürülebilmesinin imkânsız
hale gelmesi demektir. Hukuk fakültelerinde okumakta olan
öğrencilerin sınavdan muaf tutulması, onların menfaatine değil, tam
aksine zararınadır. Çünkü mesleği sürdürülemez hale getirecek bu
orantısız artış, hem mesleğin, yani savunmanın, dolayısıyla
demokrasinin kalitesini düşürecek, hem de başa çıkılamaz rekabet
genç avukatların geleceklerini karartacaktır.
Kanunla sınav getirilinceye kadar geçerli olmak üzere, staja girişi
ve staj bitirmeyi değerlendirme koşullarına bağlayan yönetmelik
değişikliği, Avukatlık Kanunu’nun Türkiye Barolar Birliği’ne
verdiği yetkiye dayanılarak kabul edilmiş ve Resmi Gazete’de
yayımlanmak üzere Başbakanlık’a gönderilmiştir. Ancak Başbakanlık
Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü, usulüne uygun kabul
edilmiş bulunan yönetmeliği yayımlamaktan kanuna aykırı bir şekilde
imtina etmiştir. Resmi Gazete’nin basılmasından sorumlu olan bir
idari makamın kendinde hukuka uygunluk denetimi yapma yetkisini
görmesi, hem kanun koyucu hem yargı organı yerine geçmesi, hukuk
devletinin bütün kurum ve kurallarıyla işlediği bir devlette
rastlanması mümkün olmayan bir durumdur. Bu Genel Müdürlük aynı
yaklaşımla, bundan böyle, kanunların anayasaya aykırı olup
olmadığını da denetleyecek midir? Fonksiyon gaspı teşkil eden
hukuka aykırı bu işleme karşı iptal davası açılmıştır.
Danıştay’da meslektaşlarımızın dosya sorgulamalarına getirilen
idari kısıtlamaların ve ön büro uygulamasındaki bir kısım
hususların mesleğimizi gereği gibi yapmamızı engellediğini,
dolayısıyla yurttaşları mağdur ettiğini ve kanuna aykırı olduğunu
dile getirmek istiyorum. Bu sorunların dialog yoluyla çözüleceğini
ümit ediyoruz.
Barolar ve Türkiye Barolar Birliği, meslek odaları değildir;
devletin üç erkinden biri olan yargı erkinin içinde kurucu unsur
olan avukatların örgütlü gücüdür. Bu sebeple, baroların ve Türkiye
Barolar Birliği’nin, Avukatlık Kanunu’nun 76. ve 110. maddelerinden
kaynaklanan, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak ve
korumak görevi vardır. Bu görevin layıkıyla yerine getirilmesi, tüm
toplumun menfaatinedir. Maalesef Danıştay’ın son dönem
kararlarında, baroların ve Türkiye Barolar Birliği’nin kanunun
anılan maddelerinden kaynaklanan dava açma yetkisi sınırlanmaya
başlanmıştır. Bu, avukatlık mesleğinin ve baroların tarihsel
gelişimini, hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin sağlanmasındaki
vazgeçilmez rolünü görmezden gelmek, yurttaşı ve özellikle
yurttaşların çevre hakkını savunmasız bırakmaktır.
Kamu görevlilerinin atama ve nakillerine ilişkin işlemlere karşı
açılan davalarda idarenin savunması alınmadan yürütmeyi durdurma
kararı verilemeyeceğine dair İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 27.
maddesinde yapılan değişiklik ile atama ve nakil işleminin iptali
halinde kamu görevlisinin eski kadrosuna başka birinin atanması
durumunda o kadroya atanamayacağına dair aynı Kanun’un 28.
maddesinde yapılan değişiklik birlikte değerlendirildiğinde, atama
ve nakil işlemlerinde etkin idari yargı denetiminin kalmadığı
görülmektedir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından son şekli
verilen idari yargıda belirleyici olan İdari Dava Daireleri Kurulu
ve Vergi Dava Daireleri Kurulu’nun yeniden yapılandırıldığı
Danıştay Kanunu Tasarısı’nda, ihale, kamulaştırma, özelleştirme,
kıyıların korunması, ÇED raporları ve kentsel dönüşüm gibi sorunlu
alanlara dair idari işlemler ile kararlardan doğan uyuşmazlıklarda,
dava ve temyiz sürelerinin kısalmasına, idarenin bu işlem ve
kararlarına ilişkin verilen yürütmenin durdurulmasına itiraz
yolunun kapatılmasına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Bu
yanlışlıkların kanunlaşmaması için bireyin en önemli
güvencelerinden olan Danıştay’ın ve ilgili herkesin gerekli
hassasiyeti göstermesini bekliyoruz.
Öte yandan idari yargı kararlarına uyulmasında gecikme gösterilmesi veya bazen hiç uyulmaması, yurttaşları idari yargının güvencesinden fiilen yoksun bırakmaktadır. Hukuk devletinde, idare, mahkeme kararlarına, bu kararların içeriğinden memnuniyet duymasa da uymak zorundadır.
Bu konuda son olarak, Danıştay’ın emsal teşkil eden kararlarının idarece benzer olaylara çekinmeden uygulanması hem yurttaşları önemli sıkıntılardan kurtaracak hem de dava sayısı ciddi şekilde azalacaktır.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Son dönemde yaşadığımız ve geçmişin yasakçı zihniyetini çağrıştıran
sosyal medyaya yönelik idari veya yargısal engellemeler,
Anayasamıza, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve İnternet
Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla
İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’a aykırıdır.
Üstelik erişimi top yekûn engellemek teknik olarak da mümkün
değildir. Yani atılan taş, zedelenen itibara değmemiştir.
Bu engellemelere karşı idari yargının yürütmeyi durdurma
kararlarıyla, Anayasa Mahkemesi’nin ihlali tespit edici kararları
isabetli olmuştur. Söz konusu kararları hepimiz soğukkanlılıkla
değerlendirmeli, eleştirilerimiz varsa bunları da yapıcı bir
şekilde ortaya koymalıyız. Öfkeyle kalkan zararla oturur. Burada
zarar, ortak zarardır. Birbirlerine saygı duyarak iletişim kuranlar
ise, ortak akla ulaşır.
2011 senesinde Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına açılmasını
mutlulukla karşılamış idik. Hatırlanacak olursa, 2011 ve 2012
senelerinde Taksim’de coşkulu kutlamalar gerçekleşmiş, hiçbir olay
olmamıştı. Bu sene, Anayasa’nın 34. maddesine, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 11. maddesine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
yerleşik içtihatlarına aykırı olarak getirilen yasak ise, halkı
polisle çatıştırmak isteyen provokatörlere uygun iklimi hazırlamış,
artık görmek istemediğimiz pek çok üzücü olay yaşanmasına sebebiyet
vermiştir. Maalesef polis, şiddete başvuran ile barışçıl gösteri
hakkını kullanmak isteyenleri birbirinden yine ayırmamış, orantısız
güç kullanımı yoluna gitmiştir.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Zat-ı Alinize ve buradaki muhterem heyete iletmek üzere, üzerimde
bir selam borcu var. Van’da konteyner kentte yaşamaya devam eden
kiracıların selamı. Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk
devletidir. Sosyal devlet, yurttaşın barınma ihtiyacını gidermek
zorundadır. Deprem, kiracı-mal sahibi ayrımı yapmadan binaları
yıkıp insanlarımızı öldürmüş, deprem konutları ise öncelikli olarak
mal sahiplerine ve yalnızca bir kısım kiracıya ise kurayla tahsis
edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu insanlarımızın mağduriyetini
giderebilecek kudrete kuşkusuz sahiptir. Basit bir yönetmelik
değişikliğiyle bile çözüm bulunabileceğini düşündüğümüz bu sorunun
kısa sürede giderilmesini dileyerek bu selamı sizlere
iletiyorum.
30 Mart yerel seçimlerini geçirdik. Açıkça ifade etmek gerekirse,
siyasetin dilinin keskinleştiği, buna bağlı olarak toplumda
kutuplaşmaların arttığı bir süreç yaşadık. Artık yaraları sarma
zamanıdır. Toplumun yeni gerginliklere tahammülü yoktur.
Derslerimizi almalı ve yola devam etmeliyiz. Bu noktada üç önemli
hususa değinmek istiyorum.
Bunlardan ilki, seçim hukukunda ispatın belgeye dayanmak zorunda
olduğu ve mevzuatın, siyasi partilere oy verme ve sayım işlemlerine
nezaret etme yetkisini tanımış olmasıdır. Şu halde, mevzuatın
kendilerine tanıdığı nezaret etme ve tutanak toplama yetkilerini
gereği gibi kullanmayan siyasi partiler, görevlerini aksatmış olur.
Böyle bir durumda, seçim sonuçlarına yapılan itirazlar da yeterli
dayanaktan yoksun kalır. Delillendirilmemiş itirazlara dayanarak
sandığı şaibeli ilan etmek, sandığı itibarsızlaştırmaktır.
Demokrasi, kuşkusuz seçim sandığından ibaret değildir, fakat
seçmenin seçimler yoluyla iktidarın değişmeyeceğini düşünmeye sevk
edilmesi, demokrasiye büyük zarar verir. Bu arada en büyük zararı
da muhalefet partileri görür. Çünkü sandık yoluyla iktidarı
değiştiremeyeceğini düşünen seçmenler, yılgınlığa düşerler ve en
önemli yurttaşlık haklarından olan seçme haklarını kullanmaktan
vazgeçebilirler. Öyleyse yapılması gereken, siyasi partilerin,
seçim mevzuatının kendilerine yüklediği gözetim ve denetim
sorumluluğunu disiplinli bir organizasyon içinde eksiksiz yerine
getirmeleridir. Ancak bunlar yapıldıktan sonra varsa şaibe
iddiaları ileri sürülmeli ve gereğinin yapılması beklenmelidir.
Seçimlere ilişkin değinmek istediğim ikinci husus, kim tarafından,
hangi yöntemle kaydedildiği, nerede arşivlendiği, ne zaman kime
karşı kullanılacağı belli olmayan ses kayıtlarının, bir seçim
malzemesi olarak tedavüle çıkarılmış olmasıdır. Bu seçimlerden
kazancımız, özel hayata ilişkin gizli kayıtların sonuç doğuran
şantaj malzemesi yapılmasının muteber bir yöntem olmaktan
çıkmasıdır. Başka bir ifadeyle, itibarsızlaştırma malzemeleri,
onları çekenleri veya üretenleri itibarsızlaştırmıştır. Nitekim
kayıtları çekenler, bugüne kadar kimliklerini açıklamaktan imtina
etmişlerdir. Yaptıkları iş itibarlı bir iş olsaydı, Snowden
örneğinde olduğu gibi kimliklerini açıklarlardı. Bunları söylerken,
elbette herkesin, bundan önce benzer şantajlar başkalarına
yapıldığında nasıl tavır sergilediklerini hatırlayarak ders
çıkarmaları gerektiğini de ifade etmek istiyorum. Öte yandan, yine
Snowden örneğinde, belgeleri yayınlayanlar hakkında Amerika
Birleşik Devletleri’nde soruşturmalar açılmadığını, sosyal medya
sitelerinin kapatılması yoluna gidilmediğini, yalnızca Snowden’le
ilgili takibat yapıldığını belirtmeyi gerekli görüyorum. Demokrasi,
zor ama bireylerin özgürlüğünü, hukuki güvenliğini ve toplumun
refahını sağlayabilen yegâne yönetim biçimidir. Bizim, zoru
başarmak için birbirimizi anlamamız, öfkeyle değil, soğukkanlılıkla
hareket etmemiz gereklidir. Katedilen bunca yoldan sonra,
akarsuları tersine akıtmaya çalışmak, yönümüzü Avrupa Birliği ve
Avrupa Konseyi değerler sisteminden otoriter rejimlere çevirmek,
hepimizin zararına olur.
İçeriği suç teşkil eden kayıtlara gelince, bunların montaj veya
üretilmiş olup olmadıkları, açılacak soruşturmalarda her türlü
şüpheyi giderecek şekilde, tarafsızlığı bilinen uluslararası
kuruluşlarca değerlendirilmelidir.
Bu noktada, Dışişleri Bakanlığı’nda yapıldığı anlaşılan ve çok
gizli olması gereken bir toplantıda yasa dışı kayıt yapılmasını ve
bu kaydın tedavüle çıkarılmasını birkaç cümleyle değerlendirmek
gereklidir. Yasa dışı dinlemeye konu olan toplantının, karar verici
mevkide olanlara görüş sunmak üzere yapılan bir hazırlık toplantısı
olduğu anlaşılmaktadır. Toplantıda konuşulan hususlar, yurtta barış
dünyada barış ilkesine dayanması gereken dış politikamızın maceracı
bir dış politikaya dönüştürülmek istendiği izlenimini vermiş ve
büyük endişe yaratmıştır. Öte yandan bu yasa dışı dinlemenin bir
casusluk suçu olduğu ortadadır. Üstelik bu kaydı yapanların daha
başka hangi kayıtları yaptıkları bilinmemektedir. Seçimleri
etkileyeceği düşüncesiyle tedavüle çıkarıldığı anlaşılan bu
konuşmaları kaydedenler, o güne kadar daha başka hangi konuşmaları
kaydetmişler ve nerelere servis etmişlerdir? Söz konusu casusluk
faaliyeti sebebiyle acaba asker ve polislerimizin canları tehlikeye
atılmış mıdır, şehitler verilmiş midir? Suriye’de uçağımızın
düşürülmesiyle, savunma sanayimizi dışa bağımlılıktan kurtaran
büyük projeleri gerçekleştiren ASELSAN, HAVELSAN, ROKETSAN, TAİ
mühendislerinin şüpheli ölümleriyle bu casusluk faaliyetlerinin bir
bağlantısı bulunmakta mıdır? Bu ve benzeri soruları her yurttaşın
sorma hakkı vardır.
Üçüncü husus, seçimler öncesi gündeme gelen yolsuzluk iddiaları ve
soruşturmalardır. Bu soruşturmaların hangi saikle başlatıldığı
konusu bir yana, soruşturmaların siyasi iktidar tarafından
engellendiği algısının toplumda hakim olması, adalet duygusunu
zedelemiştir. Gerçeğin ışığı, yolumuzu aydınlatmadığı takdirde,
bundan herkes zarar görecektir.
Bütün bunlardan, devlet içindeki olası gayrimeşru yapılanmalarla
mücadele edilmesi ve yolsuzluk iddialarının derinliğine
araştırılması gerektiği sonucu çıkmaktadır. Bunun için tarafsız,
bağımsız ve adil yargılama yapabilen, güvenilir bir yargıya ihtiyaç
vardır.
Gayrimeşru yapılanmalarla mücadele refleksi, Anayasa’ya ve Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı düzenlemelerin yapılmasına
sebebiyet vermemelidir.
Bu çerçevede; Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat
Teşkilatı Kanunu’nda yapılan değişiklikler sonucunda Milli
İstihbarat Teşkilatı’na verilen kişisel verilere, meslek ve şirket
sırlarına, veri tabanlarına yargı kararı olmaksızın erişim yetkisi,
yine yargı kararı olmaksızın iletişimi tespit, belli soruşturma ve
dava dosyalarına ulaşabilme yetkisi, MİT’in ülke içinde operasyon
yetkisiyle donatılması, MİT mensuplarının soruşturmalarının izne
tabi kılınması, yeni ve denetimsiz bir kolluk gücü yaratmıştır.
MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgelerin izinsiz
yayınlanmasının üç yıldan dokuz yıla kadar cezalandırılan bir suç
haline getirilmesi ve yayın sahiplerinin de sorumlu tutulması,
kapsamı tamamen belirsiz olan bu suç nedeniyle mecburi otosansür
uygulamasına sebebiyet verecektir.
Bu süreçte, Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nda değişiklik yapılarak,
özellikle Teftiş Kurulu’nun dolaylı olarak Adalet Bakanı’na
bağlanması, yargı bağımsızlığıyla asla bağdaşmamıştır. Söz konusu
değişiklik, 2010 Anayasa değişikliği referandumunda evet kampanyası
yürütülürken öne sürülen temel gerekçelere de açıkça aykırıdır.
Anayasa Mahkemesi’nin bu konuda verdiği iptal kararı
yerindedir.
2010 referandumu öncesi Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun yapılanması
yanlıştır. Kapalı devre çalışan, ilk derece hâkim ve savcılarını
dışlayan, demokratik meşruiyet sağlamayan bir yapıdır. 2010 sonrası
oluşan yapı da maalesef bağımsızlığı ve tarafsızlığı
sağlayamamıştır. Şimdi, bağımsız, tarafsız, adil yargılama yapmayı
içine sindirmiş, güvenilir ve hesap verebilir bir yargıyı el
birliğiyle oluşturma zamanıdır. Bu amaçla, anılan kurulu, hâkimler
ve savcılar açısından iki ayrı kurula dönüştüren, yüksek yargının
ve ilk derece yargısı mensuplarının seçtiği üye sayılarını
dengeleyen, seçimlerin demokratik şekilde yapılmasını sağlayan,
aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de nitelikli
çoğunlukla kurullara üye seçmesini öngören, savunmanın yargının
kurucu unsuru olduğu hususunu pekiştirmek üzere Türkiye Barolar
Birliği’nin de birer üye seçmesini düzenleyen önerimiz, Adalet
Bakanlığı’na ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde grubu olan bütün
siyasi partilere sunulmuştur. Bahsettiğim somut öneri, Venedik
Komisyonu’nun raporlarına, Avrupa Konseyi direktiflerine ve
Kopenhag ölçütlerine uygun hazırlanmış, yapıcı bir öneridir. Ne
yazık ki bu önerimizle ilgili herhangi bir değerlendirme hiçbir
siyasi partiden şu ana kadar gelmiş değildir.
Son olarak huzurlarınızda, devlet içinde ve özellikle yargı ile
emniyet teşkilatında bulunduğu iddia edilen gayrimeşru
yapılanmalara ilişkin inceleme yapmak, durum tespitlerinde bulunmak
ve çözümler geliştirmek üzere yasama organının meclis araştırması
başlatmasını öneriyoruz. Böyle bir meclis araştırmasında herkes
tabiri caizse eteğindeki taşları dökebilecek ve pek çok konu
açıklığa kavuşabilecektir. Türkiye Barolar Birliği olarak, kesin
hükümle neticelenmiş balyoz davasını özellikle sahte deliller
açısından inceleyen raporumuzu hazırladığımızı ve yakında hem
kamuoyuyla paylaşacağımızı hem de önerdiğimiz gibi meclis
araştırması komisyonu kurulacak olur ise, bu komisyona da takdim
edeceğimizi bilgilerinize sunuyorum.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Malumlarınız olduğu üzere Türkiye Barolar Birliği’nin somut önerisi
de dikkate alınarak Özel Görevli Mahkemeler ve Terörle Mücadele
Mahkemeleri Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kaldırılmıştır.
Böylece son 44 yıldır ilk kez, ülkemiz çift başlı ceza yargısı
sisteminden kurtulmuştur. Başta Zat-ı Aliniz ve siyasi iktidar
olmak üzere, ana muhalefet partisine ve mecliste grubu olan bütün
siyasi partilere ve sayın milletvekillerine bu önemli adım için
teşekkür ediyoruz. Böylece Anayasa Mahkemesi’nin tutukluluğa
ilişkin bireysel başvurularda vermiş olduğu ihlal kararlarını
takiben genel mahkemelerce tutukluluk incelemesi yapılarak çok
sayıda tahliye kararları verilmiş, KCK davası olarak bilinen
davanın görülmesi genel görevli mahkemeye aktarılmış ve peşi sıra
tahliyeler gelmiştir.
Ancak özel görevli mahkemelerce sebep olunan mağduriyetlerin
giderilmesi için gerekli olan diğer düzenlemeler henüz
yapılmamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 2 Temmuz 2012
tarihinde özel görevli mahkemelerin kaldırılmasına dair kanunu
kabul ederken bu mahkemelerin ellerindeki işlere bakmaya devam
etmelerini öngören geçici 2. madde düzenlemesini getirmemiş olsaydı
kamuoyunda Balyoz, Ergenekon, Fenerbahçe davası olarak bilinen pek
çok dava genel görevli mahkemelerce görülecek idi. Dolayısıyla
anti-demokratik olduğu doğrudan doğruya Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nce kabul edilmiş olan mahkemelerin bu kabulden sonra hala
yargılamaya devam etmeleri gibi hukukla izahı mümkün olmayan bir
durumla ve vicdanen kabul edilmesi mümkün olmayan hükümlerle
karşılaşılmayacaktı. Öyleyse bu hukuksuzluğun yol açtığı
mağduriyeti giderme yükümlülüğü yine Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin görevidir. Türkiye Barolar Birliği söz konusu
haksızlığın giderilmesi için 2 Temmuz 2012’yi milat olarak kabul
eden, bu tarihten sonra karar verilip henüz kesinleşmemiş olan
hükümlerin Yargıtay’ca başka bir inceleme yapılmaksızın
bozulmasını, kesinleşmiş olanların ise, sırf bu sebeple yeniden
yargılamaya tabi olmasını öngören somut bir çözüm önerisi ortaya
koymuştur. Ancak şu ana kadar bu yönde bir gelişme maalesef
sağlanamamış, mağduriyetler giderilememiştir. Türkiye’nin güvenilir
bir ceza yargılamasına sahip olması için önerdiğimiz diğer bazı
çözümler ise şunlardır:
- Demokratik ülkelerde emsali bulunmayan gizli tanıklık kurumunun
kaldırılması;
- Güvenilirliği olmayan, üzerlerinde montaj ve oynama yapılması
mümkün olan ses bantları ve dijital verilerin tek başına delil
olmasının yasaklanması;
- İçi boş gerekçelerle verilen mahkûmiyet ve tutuklama kararları
sebebiyle Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce veya
Anayasa Mahkemesi’nce tazminata mahkûm edilmesi durumunda, bu
tazminat nedeniyle sorumlu hâkime rücu edilmesinin sağlanması.
Bu düzenlemeler yapıldığında, Türkiye, hukuk devleti olma yolunda
çok önemli bir mesafe katedecek, bunu başaran ve katkı sağlayan
siyasetçiler de bu başarının onurunu yaşayacaklardır.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Dünyanın bu güzel ülkesinde yaşayıp, 1960 askeri darbesi sonunda
ülkemizin başbakanının, bakanlarının asılmalarının üzüntüsünü; üç
fidanımız Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idamlarının acısını yüreğinde
hissetmeyenimiz var mıdır? Ethem Sarısülük, Mehmet Ayvalıtaş,
Abdullah Cömert, Komiser Mustafa Sarı, Medeni Yıldırım, Ali İsmail
Korkmaz, Ahmet Atakan, Berkin Elvan, Hasan Ferit Gedik
evlatlarımızın yasını tutmayanımız olabilir mi? Uludere’de savaş
uçaklarınca param parça edilen 34 yurttaşımızın; Sivas’ta,
Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Reyhanlı’da katledilen canlarımızın
dağlamadığı yürek var mıdır? Uludere katliamının takipsizlikle,
Sivas davasının bir kısım sanıklar için zamanaşımıyla
sonuçlanmasını içimize sindirebildik mi? Mardin Derik’te, Hakkâri
Yüksekova’da, Şırnak Silopi’de, Muş Altınova’da, Bitlis Yaygın
köyünde terörle mücadele adına işlenen cinayetleri ve daha nice
faili meçhul cinayeti meşru görüp faillerini arayıp bulmaktan,
cezalandırmaktan vazgeçebilir miyiz? Sırf komünist olduğu
gerekçesiyle sürgün yiyen, cezalandırılan şairlerimizin,
yazarlarımızın, Nazım Hikmetimizin çektiği acıları görmezden
gelebilir miyiz? Peki, bu ülkenin bir büyükşehir belediye
başkanının şiir okuduğu için niyet okuma yöntemiyle hapse
atılmasını bugün hala içine sindiren var mıdır? Hrant Dink’in
yazısının içinden cımbızla iki cümle çekip, yazının tamamını
okumaya gerek bile görmeyenlerce mahkûm edilmesini ve sonra
katlini, boğazı düğümlenmeden, yüreği sıkışmadan konuşabilenimiz
olabilir mi? Bu topraklar sayılamayacak kadar çok zulme tanıklık
etti. Tuvalete bile gidemeyecek kadar ağır hasta olmasına rağmen
her an kaçabilir diye yatağa zincirlenerek ölümüne seyirci kalınmış
Kuddusi Okkır, Prof. Dr. Uçkun Geray, İlhan Selçuk, Türkan Saylan,
Engin Aydın, Kaşif Kozinoğlu, Albay Halil Yıldız, Albay Ali Tarık
Akça, Yarbay Ali Tatar ve en son Albay Murat Özenalp… Vicdanlarımız
kanamıyor mu?
Bombalanmış, boşaltılmış köyler, yakılan ormanlar, faili meçhul
cinayetler, altı bini çocuk tam on altı bin kayıp, çocuklarını
bekleyen “cumartesi anneleri”, eşlerini babalarını bekleyen
“vardiya bizde”ciler ve “sessiz çığlık”çılar, tırmanan çocuk
işçiliği, şafak vakti operasyonları, sonu gelmeyen davalar,
karartılan hayatlar, şiddet mağduru kadınlar, dinlemeler,
fişlemeler, basılmadan yasaklanan kitaplar, Gezi olayları esnasında
sırf yaralılara yardım ettiği için yargılanan doktorlar ve benzeri
yürek yaraları çözümsüz bırakılabilir mi?
Öte yandan, sanatsız bir toplumun hayat damarlarından biri kesilmiş
sayılacağına göre, Türkiye Sanat Kurumu Kanunu Taslağı sebebiyle
kendi geleceklerinden ve Türkiye’de sanatın geleceğinden haklı bir
endişeye kapılmış sanatçılarımızın, sanata özgürlük isteyen
çığlıklarını duymayacak mıyız?
Varsın yürekleri taşlaşmış olanlar yine kızsın söylediklerimize.
Ben, ülkemin Cumhurbaşkanına, Başbakanına, iktidar ve ana muhalefet
partilerine, diğer tüm siyasi partilere ve milletvekillerimize
sesleniyorum. Bu sessiz çığlığı duyalım, ilk sırada özel görevli
mahkemelerin sebep olduğu mağduriyetler olmak üzere bu sorunları
yarından tezi yok el birliğiyle gidermeye başlayalım.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde kullanılacak üslubun, sayın
Cumhurbaşkanı’nın 76 milyon yurttaşımızın tümünün cumhurbaşkanı
olacakları dikkate alınarak birleştirici, kucaklayıcı olmasına özen
gösterilmesinin önemi açıktır. Bu düşüncelerle tüm saygıdeğer
cumhurbaşkanı adaylarımıza şimdiden başarı dileklerimi en derin
saygılarımla sunuyorum.
Saygılarımla.
Avukat Prof. Dr. Metin FEYZİOĞLU
Türkiye Barolar Birliği Başkanı