İstanbula mektup var
Abone olKadın Öykülerinde İstanbul'da yirmi dokuz kadın yazarın öyküsü yer alıyor.
Mary Shelley'e göre "bir
kentti cehennem, Londra'ya çok benzeyen". Hugo'nun şehrinde
"insanlar arttıkça gölgeler derinleşir"di. Baudelaire kalabalığın
uyuşturucu olduğunu söyler ama bununla yaşamaya lanetli bir şair
olmaktan da vazgeçmezdi. Gönlünü Oran şehrine kaptırmış Camus için
Avrupa'nın şehirleri "geçmişin uğultularıyla fazla dolu"ydu,
"yüzyılların, devrimlerin, görkemin baş dönmesini duyar"dı insan ve
"Batı'nın çığlıklar içinde kurulduğunu anımsar"dı. Joyce şenlikli
bir yaşam isteniyorsa Paris'i, günahkârlık tercih ediliyorsa
Berlin'i önerirdi. Thomas Mann için Venedik "dünyanın bittiği
yer"di. Tanpınar içinse İstanbul "iklimini değiştirmiş zamansız
hayat"tı.
Hande Öğüt'ün hazırladığı Kadın Öykülerinde İstanbul 'da yirmi dokuz kadın yazarın öyküsü yer alıyor. Kiminin İstanbul'u fantastik bir masal, kimininki sonsuz şiir, kimininkiyse acı gerçek. Kimi nefretli bir aşkla seviyor bu kenti, kimi merhametli bir sevgiyle. Ama hepsinin şehrinin garip bir kokusu, keskin bir tadı ve rengi var. Kadın kaleminin ve dilinin bedene daha yakın durmasından belki, sayfalardan koklamak, tatmak daha kolay İstanbul'u.
Öykülerin çoğunda İstanbul'un rengi erguvan, hem geçmişi
hatırlayan, hem her baharda açan. Zaten metinlerin hepsinde ikili
karşıtlıklar yan yana, iç içe, sarmaş dolaş. Umutları Batı'nın
Doğu'ya, geleceğin geçmişe, ölümün aşka, erkeğin kadına
hükmetmediği şehre dair. Dünyanın ve İstanbul'un acımasız
kurallarını haykırsalar da, şehirle hem koyun koyuna hem dişe diş
yaşamayı sükûnetle öğrenmiş, öğrenmek zorunda kalmış kadınları
dillendiriyorlar. Bu kadın kahramanlarca İstanbul uzaktan izlenilen
bir manzara değil, senli benli dertleşilen, birlikte değişilen
sokaklar, evler, pastaneler, parklar. Şehre cesaretle saçılan
kadınlar arasında en çok korkanlar, sokakların kocalarını ve
çocuklarını yutacağını düşünen analar. İstanbul'da herkesin kaçacak
bir yeri, kaybolacak bir deliği var; zenginler adalara kaçıyor,
fakirler trenlerde kayboluyor. İstanbul'un kadınlarını yazmak için
her karış topraktan mutlaka bir çiçek ya da ağaç çıkıveriyor, her
odada bir ayna peydah oluveriyor.
Marilyn Monroe
şehrimizde
Stella Aciman'ın öyküsü yaşanmışlıklarla dolu, melankolik bir
mektup gibi İstanbul adlı sevgiliye. Nilüfer Açıkalın'ın kadını
İstanbul'un arka sokaklarına kucağını açmış, Büyülü Cadde'sinde
soluklanmış, kendi bedenindeki kanseri nasıl seviyorsa İstanbul'un
kanserlerini de öyle sevebilmiş bir yürek. Cihan Aktaş savaşın ve
sınırların gerçek olmadığı yalanına kanmadan yazar, tüm yersiz
yurtsuzluğun, geliş gidişlerin, arada kalmanın tedirginliği ve
gerçekliği içinde. Berat Alanyalı'nın çarşısı İstanbul'un rüyalara
sürükleyen sürrealist yanı. Sabâ Altınsay'ın baba, oğul ve kedi
üçgeniyse İstanbul'un sıcacık bir ânı. Erediz Atasü bir annedeki
vakur ve kırık İstanbul'u, kızındaysa hızlı, acımasız İstanbul'u
anlatır. Esmahan Aykol, Bebek'teki bir evde yine sırlar peşinde.
Boğazdan gelen adamların esrarı, kadın fantezilerinin neye
benzediğinin kanıtı. Sezer Ateş Ayvaz'ın Nadide'sinin gönlü
paramparça, istenilen zamanı ve mekânı yaşatabilme sihrine sahip
çay bahçelerinden birinde oturur hep. Nalan Barbarosoğlu'nun
Leyla'sınınsa yüzünün, kalbinin bir yarısı yok. Çünkü İstanbul'da
yüzünün bir yarısı ve Mecnun'unda kalbinin ki. İstanbul anlatır,
Leyla dinginleşir.
Elbette erguvandır Oya Baydar'ın İstanbul'u ve
elbette İstanbul'un hançeri ancak umutlu ve masum bir devrimcinin
yüreğine böyle derin saplanabilir. Gaye Boralıoğlu'nun Mi Haticesi
Sirkeci Garı'ndan her akşam yorgun argın trenine biner kocasıyla.
Kadının korkutucu gücüdür -mi sesinin içindeki ve o ses çıkacaktır
o akşam. Sevinç Çokum, Tarlabaşı'nın sürgünlerini anlatır,
gurbetçilerini, hiç görmediklerimizi, istemediklerimizi. Nazlı
Eray'ın gerçeküstü evreninde kadınlar, kadın kadınalıklar,
erkekler, erkeksilikler ve gerçekle yüzleşmeler gerçekten daha
gerçektir. Leyla Erbil kişisel tarihini, Trianon
pastanesindeki kutsal anılarını, 6-7 Eylül Olayları'nın
sonuçlarıyla kesiştirir. Kutsal anıların nasıl yağmalandığını
yazar. Müge İplikçi başörtülü bir kızın tıp fakültesine girerse,
başına ne geleceğini sorar okuruna. Ta giriş sınavında gösterir,
sonrasını. Gül İrepoğlu kurumuş bir çınarla, hâlâ canlı bir
hanımelinin sarmaşıp dolaşmasında kendi geçmişini ve şimdiki
İstanbul'u görür. Şebnem İşigüzel, Marilyn Monroe'yu ölmeden önce
İstanbul'a getirir. Mutsuz, deli sanılan bir efsaneyi,
alçakgönüllülükle kısacık da olsa mutlu ediverir.
Berrin Karakaş'ın
şiirli, gelgitli şehri tüm kavuşamadıklarını depremle ve denizde
kavuşturur. Karin Karakaşlı ölümünü en son yaşamak isteyeceği
adamın ölümü anlatır; aidiyetsizliklerin şehri Belabul'un o adama
neler yaşattığını. Kabullenmeyişi hiç solmamıştır, ağlayıp
rahatlığa kavuşmamıştır. Gönül Kıvılcım'ın İstanbul'uysa yaşlı,
yalnız ve ölüme yer açmayı unutan bir kadındır. Handan Öztürk
gencecik bir kızın ailesiyle İstanbul'a gelişini anlatır. Trende
annesinin öykülerinden kendi öykülerine geçip şehrin ona, onun
şehre bıraktığı hediyeleri serer birer birer. Yıldız
Ramazanoğlu'nun kadın kahramanı gençlik aşılar tüm müşterilerine
bitkilerle, doğayı satar paketlerle ve hiç durmayan çenesiyle.
Suzan Samancı'nın kahramanı kendini "bütün sesleri
içine çeken, akışkan nehir, hercai menekşe, etnik espri İstanbul"a
kaptıracak mıdır, kanacak mıdır ona? Yoksa hapishaneden yeni
fırlatılmış ve umutsuzca dolaşmış olduğu şehre sırtını dönüp
koşacak mıdır memleketine? Jale Sancak'ın
kadınları "Nusaybin, Cizre, Şırnak kadınlar, uzak, terk edilmiş
şehirler gibi"dir. Tarlabaşı'nda o kadınlar yaşam mahkûmiyet
günlerini sayarlar.
Mine Söğüt öldüren
İstanbul'u anlatır. Bütün kadınları üstüne giyer yazarken,
İstanbul'un ölüm tuzaklarına düşen kadınların hepsi olur. Der ki
"Bu şehir yüzyıllardır erkektir ve kadınları sevmeyi bilmez."
Feryal Tilmaç'ın kadını bir alışveriş merkezinde, aklında Can'ı,
dilinde pop ezgiler, gözü vitrinlerde, elinde bir kahve enerjisini
unutmaya harcamaktadır. Aslı Tohumcu'nun Ayser'i, Selma'sı,
Zehra'sı ve Nurgül'ü engellenmiş, istedikleri hayatları yaşamayan
kadınlar. Ama hepsi farklı bir dala tutunmuş. Ve iyice baksalar
birbirlerinin tutunacak dalı olacaklar. Semra Topal'ın
kahramanları; İstanbul'un şizofren arka sokakları ve şizofren
vitrinleri aynı odada, İstanbul'u anlatırlar monologlarında.
Menekşe Toprak, İstanbul'un tecavüzünü anlatır, tiksinilerek
kaçılan ama sonrasına hep arzulanan.
İstanbul ne kadar derin bir yara olursa olsun,
o kadar da büyük bir derman. Bunu biliyor kadınlar. İstanbul'la
savaşmayı, İstanbul için savaşmayı en son onlar bırakacaklar.
Şehirlerine, kalemlerine ve yaşamlarına koyulan engelleri teker
teker kaldıracaklar.
(Senem Kale)