'İstanbul' un ilk dersi İÜ'de yapıldı!

Abone ol

Bir proje kapsamında üniversitelere eklenen 'İstanbul' dersinin ilki İstanbul Üniversitesi'nde gerçekleştirildi

İstanbul Kültür ve Turizm Müdürlüğünün İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansının desteğiyle gerçekleştirdiği ''Şehir ve Kültür: İstanbul'' projesi kapsamında üniversitelerde uygulamaya konulan ''İstanbul'' dersi, Ayasofya Müzesi Başkanı Doç. Dr. Haluk Dursun'un, İstanbul Üniversitesinde (İÜ) verdiği dersle başladı.

İstanbul Kültür ve Turizm Müdürü Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili, Fen Fakültesi Ord. Prof. Dr. Cemil Bilsel Konferans Salonu'ndaki ders öncesi yaptığı konuşmada, projeyi, ''İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinliklerinde, restorasyonlar dışındaki en iyi proje'' olarak tanımladı.

Konser ve benzeri etkinliklerin geçip gittiğini ifade eden Bilgili, ''Ama bu proje kalıcı bir mahiyet taşıyor. Çünkü İstanbul'un ders olarak öğretilmesi gibi güzel bir sonucu ortaya çıkaracak'' dedi.

Bilgili, İstanbul'daki 40'ı aşkın üniversitede öğrenim gören gençlerin yüzde 80-90'ının Anadolu'dan geldiğini, ayrıca kentte yaşayan insanların büyük kısmının da İstanbul'u bimediğini vurguladı.

''İstanbul o kadar zengin bir şehir ki ne kadar okusak ne kadar gezsek gerçekten tamamen öğrenemiyoruz'' diyen Bilgili, şöyle devam etti:

''İstanbul'u, İstanbul'daki üniversitelerin ders programına aldırabilmemiz gerçekten büyük bir başarı. Ders olarak okutulması, ilk olarak İÜ Senatosunda kabul edildi. Onu Mimar Sinan, Yıldız Teknik, Kültür ve Mehmet Akif Ersoy üniversiteleri senatoları izledi. Umarım diğer üniversiteler de çok yakın bir zamanda İstanbul konulu dersi kabul edecek.''

''İSTANBUL'DA YAŞAMAK AYRI BİR SANAT''

Ayasofya Müzesi Başkanı Doç. Dr. Haluk Dursun, öğrencilere ilk dersi verdi. Derse ''İstanbul kitaplarla değil, gezerek, görerek öğrenilir. Bu nedenle bu dersin bir kısmının sahada, çarşılarda yapılması gerekir. Hatta bu şekilde yapılmazsa eksik olur'' sözleriyle başlayan Dursun, İstanbul'da yaşamanın ayrı bir sanat olduğunu, bu sanata sahip olmak gerektiğini dile getirdi.

İstanbul'un asıl sınırlarının, İmparator Konstantin'in sahilden, Theodosyus'un karadan çevirdiği surların iç kısmını kapsadığını anlatan Dursun, ''İstanbul'a inmek'', ''İstanbul'a geçmek'', ''Beyoğlu'na çıkmak'' gibi deyimlerin de bundan kaynaklandığını, Anadolu Yakası ya da sur dışından şehir merkezine gelen insanların eskiden bu deyimleri kullandığını anlattı.

Tarihte İstanbul'a özgü özelliklerden de örnekler veren Dursun, Unkapanı'nın eskiden kente gelen tüm tahılların tartıldığı ve daha sonra kente dağıtıldığı bir merkez olduğunu, Laleli ve Sultanahmet arasında en muteber semtlerin bulunduğunu, çünkü bu bölgede devlet kapısı olan Bab-ı Ali dahil tüm önemli kapıların bulunduğunu anlattı.

Dursun, ''Bu 4 kapıya yakın oturmak İstanbul'da makbuldü. 19. yüzyılda burada oturanlar en zengin kesim olmuştur. Burada konaklar vardı. İstanbul'da zengin olmanın şartı, yaz ve kış aynı evde oturmamaktı. Yazın yalıya inmek, eğer sudan hoşlanılmıyorsa tepelik bir yerde bahçeli evlerin bulunduğu köşke çıkmak adettendi'' diye konuştu.

İSTANBUL'A ÖZGÜ TERİMLER

İstanbul'un baharı müjdeleyen ''çaylak'', ayrıca ''kasım sakası'', ''alemdağ ispinozu'' gibi kendine has kuş türleri bulunduğunu, erguvan, çınar ağaçları, mimoza, fıstık çamı, selvi, kardelen ve çiğdemin de İstanbul'a özgü endemik türler olduğunu anlatan Dursun, İstanbul kültüründe çiçeklere mistik bir bakış da olduğunu, ''Gül Baba'', ''Sümbül Efendi'' gibi semt isimlerinin de bundan kaynaklandığını söyledi.

''İstanbul beyefendisi'', ''İstanbul hanımefendisi'' deyimlerine de dikkati çeken Dursun, 19. yüzyılda, birinin İstanbullu olduğunun, yanına yaklaşılıp bir şey sorulduğunda ''buyursunlar efendim'' yanıtı vermesinden anlaşıldığını aktardı.

İstanbullu beylerin kokusunun, Beyoğlu'ndaki Rebul Eczanesi'nden alınan lavanta kolonyası olduğunu dile getiren Dursun, genç erkeklerin, beğendiği genç kızın mesire yerinde haşlanmış mısır ya da üzüm yiyişinden iyi bir aileye mensup olup olmadığını anladığını söyledi.

Eski İstanbul'da erkeklerin kadınlarla aşk ilişkilerine göre de değişik sıfatlar olduğunu belirten Dursun, ''Bir genç kadının güzelliğini beğenen ve ama bir şey yapmayıp geçip giden erkekler vardı. Bunların yaşadığına hüsn-ü aşk denirdi. Bunun yanında çapkın, hovarda, zampara kelimelerinin her biri ayrı ayrı durumlar için kullanılırdı. Kabadayılara verilen sıfatlar da ayrı ayrıydı. Berduş, külhanbeyi, kabadayı hepsi farklıydı. Mesela 'kulağı kesik' kelimesi Bektaşi kültüründen gelirdi. Bektaşi babası, eline, diline, beline sahip olmayan müridinin kulağındaki küpesini kulağını yırtarak koparır alırdı çünkü'' diye konuştu.

Öğrencilere, bir saatlik dersin ardından ''Şehir ve Kültür: İstanbul'' adlı ders kitabı dağıtıldı

Günün Önemli Haberleri