İşkenceyi yaşayanlar anlatıyor
Abone olAvrupa Birliği'ne girmeye çalışan Türkiye'nin işkence dosyası hayli kabarık. Önümüze çıkan bu engelin yüz kızartan hikayelerini Radikal gazetesi, dünkü sayısında ele almış.
1981-84 yılları arasında 34 tutuklunun öldüğü, yüzlerce kişinin
ise sakat kaldığı Diyarbakır Cezaevi'nde dehşete tanık olanlar
anlatıyor Diyarbakır 5 No' lu Cezaevi'nde 1981-1984 yılları
arasında 34 tutuklunun ölümüne, yüzlerce tutuklunun da sakat
kalmasına ve sinir sistemlerinin tahribine neden olan uygulamaların
üzerindeki sis perdesi aralanıyor. 20 tutuklunun aldığı ağır
darbelerle, beş tutuklunun da açlık direnişinde öldüğü, koşulları
protesto eden beş tutuklunun kendini asarak, dördünün de kendini
yakarak yaşamına son verdiği, 'vahşet dönemi' diye adlandırılan bu
yılları yaşayan 29 tanık ile iki savunma avukatının anlatımı,
Serbesti adlı derginin 14. sayısında yayımlandı. Ceza alan olmadı
Hiçbir görevlinin ceza almadığı bu dehşet süreciyle ilgili
duyduklarını 1987'de bir kez de yaşayanlardan dinlemek isteyen
yazar Aziz Nesin'le ilgili bir anekdotu, iki yılını bu cezaevinde
geçiren Nuri Sınır şöyle aktarıyor: "Aziz Nesin, 'Çocuklar' dedi,
'Bu cezaeviyle ilgili çok şey söylendi, ancak siz orada yaşadınız,
sizden dinlemek istiyorum.' 28 olay anlattık. Aziz Nesin çok
dalmıştı, pencereden yağan karı seyrederken bir ara dönüp baktı ve
şunu söyledi: 'Yahu çocuklar, kendi hayal dünyamı çok geniş
biliyordum. Ama Kürtlerinki daha çok genişmiş.' Aziz Nesin, bizim
anlattıklarımıza inanmadı." İşte tanıklardan birinin, "Durduğumuz
yerde 16 saat diz çökerek bütün sesimizle ırkçı-turancı marşlar
söylüyorduk" diye özetlediği 'Türkiye'nin Aushwitz'inden günlük
yaşam manzaraları: Banyolu mu TV'li mi? Haluk Yıldızhan (Diyarbakır
doğumlu): Gözaltından gelenleri genel olarak sinema salonuna değil
de, o zaman 37 olarak adlandırılan, daha sonra 36 adını alan
hücrelere götürürlerdi. Burada, "Banyolu mu televizyonlu koğuş mu
istersin?" diye sorup, cevap ne olursa olsun her iki durumda da alt
katlardaki tuvaletleri tıkanmış ve pislik içindeki lağım sularının
ve insan dışkılarının yüzdüğü bir yerde süründürülür, günlerce
işkence ve kaba dayakla hoş geldin safhasında yıldırdıktan, tamamen
teslim aldıklarına inandıktan sonra koğuşa gönderirlerdi.
Yoruluncaya dek dayak Osman Karavil (Diyarbakır doğumlu): Koridorda
sıra dayağından geçirildikten sonra hücrelere dağıtıldık. Tek
kişilik bu yere yedi kişi sığdırıldık. Askerler göründü,
'Ellerinizi uzatın' dediler. Hücrenin, kapı ve penceresinden
ellerimizi uzattık. Yoruluncaya kadar dövüp gittiler. Bu dayaklar,
tahminen her yarım saatte bir tekrarlandı. Sonra hücre dayağı
düzenine geçildi. Günde üç fasıl, sabah, öğlen, akşam... Garabet'e
sünnet K.Y. (Diyarbakır doğumlu, 16 yaşında tutuklandı): Bana cop
sokmaya çalıştılar, çok direndim, kafamı duvarlara vurdum, kendime
büyük zarar vereceğimi gördüler, benden vazgeçtiler. Ama
arkadaşlarımdan yaklaşık 200-250 insana cop soktular. Aslen Ermeni
olan Garabet Demircioğlu arkadaşımız vardı. Maşallahlı sünnet
elbisesi giydirerek, törenle sünnet ettirdiler, ismini de Ahmet
olarak değiştirdiler. Koç mu kuzu mu? Nazif Kaleli (Şanlıurfa
doğumlu): Üzerinde 40 çivi olan bir sopa vardı, onunla
vuruyorlardı. Bir tane 'kuzu' dedikleri sopa vardı, bir de 'koç'.
Biz her zaman copu tercih ediyorduk. Cop korkunç acıtıyordu, ödem
oluşturuyordu, ama daha sonra geçiyordu. Ancak sopalar kemikleri
eziyordu. 'Ağzına işeyeceksin' Cevdet Baran (Diyarbakır doğumlu):
Bişar Akbaş adında bir arkadaş vardı. Gardiyanların emrine karşı
çıkıyordu, yürümüyordu, hem rahatsızdı hem de inat ediyordu. Bir
gün gardiyan kolumdan tuttu ve "Çık" dedi. Bişar'ın yanına
götürdüler. Onu karın içine yatırmışlardı ve bana dediler ki,
"Ağzına işeyeceksin." "Yapmıyorum" demedim. "Gelmiyor komutanım"
dedim. Beni dövmeye başladı. Epey dövdü, karın içinde sürdürdü,
tabanlarıma vurmaya başladı. Ne yaptıysa "Gelmiyor" dedim. Sonunda
beni de Bişar'ın yanına yatırdı. Kelime başı 150 sopa Hasan Daş
(Mardin doğumlu): Hücreler kötü, koğuşa gitsem rahat ederim, diye
düşünüyordum ki, 6'ncı Koğuş'a götürdüler. Gardiyan geldi, 'Yeni
gelenler öne çıksın' dedi. Elinde bir değnek, değneğin adı Haydar.
Bana, 'Kaç gün hücrede kaldın' dedi. 'Bir ay' dedim. 'Atatürk'ün
gençliğe hitabesini ve andımızı da mı ezberleyemedin?' 'Hayır,
okumam-yazmam yok komutanım' dedim. Haydarla bayıltıncaya kadar
dövdü. 53 tane marş ezberledim. Her bir kelimesi için yüz ellinin
üzerinde cop yedim desem, asla mübalağa olmaz. Copu dişlettiler
Mehmet Ece (Van doğumlu): Bir gün gardiyan çağırıp dövdükten sonra
ağzıma cop sokup "Dişle" dedi. Copu dişlediğimde hızla çekti ve
önden iki dişim kırıldı. Kırılan dişlerimin kökleri kaldı. Bir
hafta sonra yüzüm, gözüm balon gibi şişti. Aynı gardiyan, "Niye
yüzün şiş" diye soruyordu. "Ranzadan düşerken dişlerim kırıldı
komutanım" diyordum. 'Ranzadan düştüm' Mehmet Emin Kardeş (Mardin
doğumlu): Dövüyorlar, muhakkak dövdüğü kişinin bir tarafını da
kırıyorlardı. "Ne oldu sana" diyorlar, "Ranzadan düştüm komutanım"
diyorduk. Herkese avuç avuç bok yediriyorlardı, bu çok sıradandı.
23'üncü Koğuş'ta Y.A. adında bir arkadaşımız vardı. Herkesin gözü
önünde ona cop soktular. Cop sokma, bok yedirme çok adettendi.
Köpeğe tekmil Paşa Akdoğan (Diyarbakır doğumlu): Tıraş kremini,
kalın çizgiler şeklinde yüzümüze sürdüler, sonra upuzun ince bir ip
getirerek, "Tren yapacağız" dediler. Herkesin kamışına ip
bağladıktan sonra "Koş" dediler. Koşuyoruz ama en ufak bir şekilde
geride kalmak herkesi gerdiriyordu ve aynı zamanda hep birlikte
oturup hep birlikte kalkmak zorundaydık. Bir süre o şekilde
koşturup yat-kalk yaptırdılar. Sonra alt hücrelere indirdiler.
Banyo dedikleri de lağımdı. Köpeği öyle alıştırmışlardı ki, tekmil
vermediğin zaman saldırırdı. Üzerimizdeki elbiseleri parçalardı ve
hiçbir şekilde ona karşı bir şey yapamazdık. 'Kanlı karavana yedik'
Selahattin Bulut (Mardin doğumlu): Kapı açılıp karavanayı içeriye
getirmeden önce gardiyan bizi çok döverdi. "Verdiğim yemeğin
hakkını istiyorum" derdi, ta ki bir tarafımızdan karavanaya kan
akana dek döverdi. O işkence döneminde günde üç öğün, kanlı
karavana yerdik. Diş macunu, deterjan, çöp gibi şeyleri
yediriyorlardı. Cezaevine Türkçe bilmeyen ziyaretçi alınmazdı.
Türkçe bilmeyen nenem, dilsiz taklidiyle görüşe girdi. Ağzından bir
kelime çıkmadı. Sadece hıçkırıyor, yaşlı gözlerle bana bakıyordu.
Ben çıkmadan da öldü. Çıplak koridor temizliği Behlül Yavuz
(Diyarbakır doğumlu): Bir gün, "Sizi hamama götüreceğiz" dediler.
İki ayda bir yarım kova soğuk su bize ya düşüyor ya düşmüyor. Bu
hamam nereden çıktı diye endişelenmeye başladık. Hamama gittik,
"Soyunun" dediler. Herkes çırılçıplak soyundu. "Su dök", biraz su
döküldü. "Sabun sür", sabun sürüldü. "Su dök", biraz su döküldü ve
"Giyin, çık dışarı" dediler. O ıslak ve sabunlu halimizle, atlet ve
külotları giydik. Büyük koridorda, "Tek kol sıra halinde dizilin"
dediler. O koridor, dayaklar nedeniyle hep kan ve irindi. Birinci
sıra kaba kirleri sildi, ikinci sıradakiler arta kalan ince
tabakayı siliyorduk, üçüncü sıra da tertemiz siliyordu ve o halde
bizi koğuşa geri getirdiler. O pislikle yatmak zorundaydık. Her
taraf kan ve irindi. Aşırı bir bitlenme vardı. Sekiz saat sürekli
dayak yiyorduk. Dayak yemediğimiz yemek aralarında ve molalarda da
birisi Atatürk'ün nutukları ve yaşamını okur, biz de tekrarlardık.
'Ölebilirim' dedi, öldü Cemşit Bilek (12 Eylül döneminde
Diyarbakır'da siyasi dava avukatı): Müvekkillerimiz mahkemede
hazırolda duruyordu. Konuşma hakları yoktu. Sandalyede oturmuş,
ellerini nizami şekilde dizlerinin üstünde tutuyorlardı. Kafalar
sıfır numara tıraşlı, tek tip elbise içinde, başlarını dik tutarak,
tek bir noktaya bakarak, put gibi durmak zorundaydılar. Ölümü de
göze alarak kalkıp konuşanlar oluyordu. Rahmetli Necmettin
Büyükkaya, geldiği son duruşmada ayağa kalktı, söz istedi. "Bir
sonraki mahkemeye kadar yaşamayabilirim, haberiniz olsun, beni
sürekli tehdit ediyorlar. Sonra 'Yok kalpten gitti, şundan, bundan
gitti' türünden düzmece bir tutanak da tutarak beni öldürebilirler.
Ancak gördüğünüz gibi ben çok sıhhatliyim" dedi. Ve gerçekten de
bir sonraki mahkemeye gelmeden öldürüldü. Kaynak: Radikal
gazetesi