Sarıkız, Ayışığı ve Yakamoz kod adlı darbe planları…
Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetini devirmeye yönelik darbe
planları, Danıştay Saldırısı, 2007'de Malatya'da üç Hristiyan’ın
öldürüldüğü Zirve Yayınevi katliamı, 2008-2009 yıllarında
gerçekleştirileceği öne sürülen suikast planı iddiaları...
Ergenekon, Oda TV, Balyoz, KCK, Devrimci Karargah, Temiz
kramponlar, Askeri casusluk davaları…
Tutuklu öğrenciler, tutuklu gazeteciler, tutuklu askerler...
Tecavüze uğrayan çocuklar N.Ç, B.T, H.C davaları…
…
…diye akıp gider bu liste.
***
Neden bunca ismi saydığımı soracak olursanız;
Çünkü şöyle dönüp geçmiş son 6-7 yıla baktığınızda, en çok
tartıştığımız konuların “davalar” ve
“yargı düzeni” olduğunu farkedeceksiniz.
“Senin hakimin, benim savcım, onların
mahkemeleri…”, “dijital veriler, yetersiz
deliller, uzun tutukluluk halleri..." adeta
hayatımızın bir parçası haline gelen kavramlar ve sözler
oldular.
“X dava yukarı, Y dava aşağı” kavga edip
durduk.
Yani anlayacağınız, bu davalar en az terör kadar bizleri
böldü.
Artık tuttuğumuz futbol takımlarının yanında, tarafı olduğumuz
davalarımız var.
Herkes bir davanın taraftarı, fanatiği… Kendini o davayla
özleştiriyor ve o davayla tanımlıyor.
İşin kötüsü, en bağımsız ve en güvenilir olması gereken yargı
da; algılarda hep birilerinin tetikçisi olarak geçiyor.
Paylaşılamayan ve sahiplenilemeyen bir kadın durumunda…
***
Hakan Fidan KCK davası kapsamında savcı tarafından çağrıldığında
Cemaat ve AK Parti karşı karşıyaymış gibi konuşuluyor, Ergenekon
davası rejim karşıtları ve destekçilerinin mücadelesiymiş gibi bir
tablo sunuluyor.
İlgili bir davaya bir parti "avukatıyım", diğer parti
"savcısıyım" deyerek destek veriyor. Hal böyle olunca da
mahkemelerin bağımsız olmasından medet umuyoruz.
Yada daha düne kadar “uzun
tutukluluk” - “gereksiz
alıkoyma” gibi vakaları es geçen hükümet, söz konusu
ordudaki personel eksikliği ve sivil otoritenin güçlenmesinden
kaynaklanan yeni denge arayışı olunca; bu eksiklerden yakınıyor.
Olan ise, onlarca hatta yüzlerce boşyere cezaevlerinde ömür
tüketenlere oluyor.
Kabul edilmeli ki, Türkiye “a-acaip” bir
süreçten geçiyor. “Temizleniyoruz, darbeciler ayıklanıyor,
normalleşiyoruz” nidalarıyla birlikte, 12 Eylül sürecini
aratmayacak hezeyanlara da tanıklık ediyoruz.
Oğlunun cenazesine eli kelepçeyle gidenleri mi dersiniz,
cezaevinde hayatını kaybedenleri mi sayarsınız… Vahim olaylar
çok.
***
Şu sıralar ise partiler, “Türkiye çok Büyük Millet
Meclisi” Anayasa komisyonunda, yargı düzenine ilişkin
çalışmalarını tartışıyorlar.
Ama “normalleşmeye” dair konuşulan veya teknik
bir çerçevede tartışılan tek bir konu yok.
“AK Parti yargıyı ele geçirmek istiyor, CHP kaybettiği
mevzileri yeniden kazanmak istiyor, MHP boynu bükük kuş, BDP bir
garip oğlan” temasından kurtulunamıyor.
Zaten bir kere, temel sorunsalımızda problem var.
Çünkü daha baştan “Yargı erki kimin elinde olacak?”,
“Kimin menfaatine göre düzenlemeler yapılacak?”
sorularıyla TBMM kürsülerinde, gazetelerde, TV’lerde bangır bangır
bağıran parti yetkilileri görüyoruz.
Durum bu olunca nasıl bir normalleşme yakalayacağız ki?
Daha değişimin birinci basamağında ahlaki olmayan sorular ve
cevaplarla yürümeye başlanılırsa, geleceğın nesillerine nasıl
sağlam ve alnı açık bir anayasa bırakılabileceğiz?
Bu nedenle önce zihinlerimizi ve mantığımızı temizlememiz lazım.
Zihinler bu şekilde yargısız infaz yaparken, kimse mahkemelerin ne
karar verdiği ile ilgilenmez.
Çünkü unutulmamalıdır ki; herkes ilk önce, kendi vicdanının
savcısıdır.