Irak'ta yabancı gazeteci olmak
Abone olIrak’ta taşınabilecek en kötü sıfat şüphesiz yabancı gazeteci. Cihan Haber Ajansı muhabiri Murat Uçar, 7 aydır bulunduğu Bağdat'ı ve Bağdat'ta gazeteciliği yazdı.
Bağdat'ta yaşamak Rus ruleti oynamak gibi. Nerede patlayacağı
belli olmayan bir bomba ile hayatınızı kaybetmeniz işten bile
değil. “Çok şükür bugün de ölmedik” en sık duyulan cümle. Irak’ta
taşınabilecek en kötü sıfat şüphesiz "yabancı gazeteci". CİHAN
Haber Ajansı muhabiri Murat Uçar, 7 aydır bulunduğu Bağdat'ı yazdı.
BAĞDAT - Dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinden basın kuruluşlarının
faaliyet gösterdiği Irak'ta gazetecilerin çalışma şartları ve
güvenlik koşulları gün geçtikçe kötüye gidiyor. Ne savaşın
planlayıcıları ne de Irak çöllerine gelen askerler ne savaşı
izleyen gazeteciler olayların bu noktaya geleceğini hesaplamıştı.
Önceleri büyük coşkuyla karşılanan askerler ve gazeteciler şimdi
düşman ya da "ajan". Yüzlerce gazetecinin bulunduğu Irak
topraklarında yaşanan kargaşa en çok basın mensuplarını zor durumda
bırakıyor. 7 aydır bulunduğum Irak'ta halkın gazetecilere bakışının
giderek nasıl menfi yöne kaydığını yaşadığım bir çok olayda bire
bir gördüm. Önceleri ülke ayırmadan bizleri "Amerikan işgalinin
çirkin yönlerini dünyaya gösterecek kişiler" olarak gören halkın
gözünde, şimdi "işbirlikçi ve potansiyel casus" haline geldik. Bu
tavır değişikliğinin sebeplerinden biri işgal şartlarının giderek
sertleşmesi. Ancak bundan daha önemli iki sebep daha var:
Birincisi, işgal ülkelerinin istihbarat elemanlarının gazeteci
kimliğiyle faaliyet göstermesi ki şimdiye kadar kaçırılan bir çok
gazeteci casus oldukları iddiasıyla infaz edildi. İkinci ise halkın
akşam televizyon izlerken, özellikle işgal ülkesi gazetecilerinin
mikrofonlarına söylediklerinden farklı şeyler duyması. Bombardıman
zamanı Irak daha güvenliydi Aslında sanılanın aksine bombardıman
zamanı daha güvenliydi. Çünkü bombaların ne zaman hangi yönden
geleceği belliydi ve gazeteciler açık bir hedef değildi.
Gazeteciler için ayrılmış kurtarılmış bölge sayılan Filistin Oteli
ve civarı vardı. Fakat savaşın fiilen bitmesi, sokak savaşlarının
başlamasıyla bütün kurallar da alt üst oldu. Yüzlerce gazeteci
ülkesine dönerken, burada kalacak olanlar ise resmi ofislerde ya da
tuttukları evlerde çalışmalarına devam edeceklerdi. Biz gazeteciler
için tehlike bu noktadan sonra başladı. Siz basın kartı taşısanız
da adeta örgüt enflasyonu yaşanan bölgede hiçbir şeye karşı
garantide hissedemiyordunuz kendinizi. Bir grubu tanısanız da diğer
bir gruba göre ajan olabiliyordunuz ve kafanıza sıkılacak bir
kurşunla yol kenarına atılmanız işten bile değildi. Yılın ilk
aylarında, işgalcileri en fazla uğraştıran yer Felluce, Ramadi ve
Tikrit gibi önemli kentlerin bulunduğu bölgeydi. Son aylarda ise
birçok Iraklının hayatını kaybettiği yer ise Necef, Kerbela ve
Kufe'nin bulunduğu Şii bölgesi. Bu bölgeye gittiğimizde halk, ülke
ayrımı yapmadan gazetecilere kolaylık gösteriyor, bizi derdini
anlatabileceği biri olarak görüyordu. Gazeteci kılığındaki casuslar
Aradan geçen zaman içerisinde ise işler tersine döndü. Nisan
başında Amerikan birliklerinin şimdi Şii bölgesine yaptığı gibi
abluka altına alınan Felluce'ye girmeyi başarmıştık. Şehri kuşatan
Amerikan askerlerinin güvenlikle ilgili tüm uyarılarına rağmen
girdiğimiz şehirde bizi ellerinde silahlarla maskeli direnişçiler
karşılamıştı. Kim olduğumuzu soran direnişçilere "Türk gazeteci"
olduğumuzu söyleyince tepkiler oldukça yumuşadı, hatta
bombardımanda zarar gören yerlerde çekim yapmamız konusunda
yardımcı bile olundu. Ancak yaklaşık 3 ay sonra yine haber
maksadıyla bu bölgede bulunduğumuz bir gün direnişçilerin eline
düştük. Çoğunun simasını bile tanıyordum. Ancak bu sefer ne Türk
olmamız ne de gazeteci olmamız yumuşattı tepkilerini. Hiçbir
yabancıyı istemediklerini söyleyerek, "Gazeteci kisvesi altında
casuslar geliyor. Burası hakkında askerlere bilgi veriyorlar."
dediler. Halkın, özellikle de direnişçilerin yabancı basın
mensuplarına karşı bakışının bu denli değişmesi, kuruluşları yerel
personel sayısını artırmaya yöneltti. Ancak son aylarda
direnişçilerin Iraklı gazetecileri de kaçırıp infaz etmeye
başlaması bunun da çok fazla işe yaramadığını ortaya koydu. Nitekim
direnişçilerin en son kurbanı, CNN için çalışan iki Iraklı
gazeteciydi. Bu iki meslektaşımız, benim de geçen hafta salı günü
kaçırılıp casus olduğum şüphesiyle 16 saat sorgulandığım Latifiye
bölgesinde kafalarından kurşunlanmış halde bulundular. Geçen salı
günü Necef'e giderken yaşadıklarım ise bu ülkede gazeteci olmanın
ne gibi riskler içerdiğini bütün çıplaklığıyla görmeme sebep oldu.
Salı sabahı Mehdi Ordusu ile Amerikan Ordusu arasındaki
çatışmaların şiddetlendiği Necef'e gitmek için kameraman arkadaşım
Oktay Kemaloğlu ve Iraklı Şii rehberimiz Seyyid Abbas ile birlikte
Bağdat'tan ayrıldık. Bütün kargaşaya rağmen ülkenin en güvenli yeri
sayılabilecek başkent Bağdat'ın yaklaşık 45 kilometre güneyindeki
Latifiye bölgesinden geçerken bile yol kenarında yanan araçlar
gördük. Gazetecilik refleksiyle durup Kızılhaç'a ait yanan araçları
kameramıza kaydettik. Bu sırada yoldan geçen sivil araçlardaki
insanlar zaman zaman yanımıza yaklaşarak, "Hepiniz casussunuz,
Amerikalılara yardım ediyorsunuz" benzeri laflar söyledi. Çekimi
tamamlayıp yeniden Necef'e doğru yola çıktık. Henüz 5 dakika
ilerlemiştik ki arkadan hızla gelen bir araba direksiyonu önümüze
kırarak yolumuzu kapattı. İçinden kaleşnikoflu dört adam inerek
bize doğru gelmeye başladı. Ellerimizi kaldırmamızı isteyerek, kim
olduğumuzu, burada ne yaptığımızı ve nereye gittiğimizi sordu. Zor
saatler başlıyor Soruların ardından geçmek bilmeyen saatler
başladı. Oktay'ı ağır laflar söyleyerek arka koltuğa geçiren
silahlı adamlardan biri direksiyona diğeri de arka koltuğa
—yanımıza— oturdu. Araç hareket eder etmez ilk söyledikleri "Ani
bir hareketinizde vurulursunuz" oldu. Kucağında silahıyla bizim
arabayı kullanan şahsın aracı geriye döndürmesiyle, bir gün bir
gece süren ve büyük bir bölümünü bir mezarlıkta çukurun içinde
geçirdiğimiz zor saatler başladı. Bizi kaçıran şahıslar casus
olduğumuzu düşünüyordu... Latifiye'nin içinde yol kenarında
beklerken arabamızdaki silahlı adamların yoldan geçen bazı
insanlarla selamlaştığını görünce bunların Latifiyeli direnişçiler
olduğunu anladık. Buradaki beklememiz sırasında birkaç defa
tekrarlanan "Ani bir hareketinizde vurulursunuz" uyarısının
ardından yeniden hareket ettik. Latifiye'nin ara sokaklarına
girdik. Aracı tenha bir yerde durdurarak bizi arkamızdan gelen
minibüse bindirdiler. Kameramız, fotoğraf makinamız, uydu
telefonumuz dahil hiç bir şeyimizi almamıza izin vermediler. Dikkat
çekmemesi için arka camları boyalı olan minibüsün en arka koltuğuna
oturmamızı istediler. “Casus bu mu?” Buradan fabrika benzeri büyük
bir binanın önüne gelerek durduk. Yaklaşık 10 dakika süren bir
beklemenin ardından beyaz entarili, diğer silahlı kişilerin saygı
gösterdiği yaşlı bir adam gelerek minibüsün en ön koltuğuna oturdu.
Yüzünde garip bir gülümseme olan adam yanındakine beni işaret
ederek "casus bu mu?" diye sordu. Bunun üzerine Türk ve gazeteci
olduğumuzu, sandıkları gibi casus olmadığımızı söyledik. Minibüs
haraket etti. Latifiye ana yolundan tali yola girer girmez yeniden
durduk. Yaşlı adam önce üzerimizdeki eşyaları vermemizi, ardından
t—shirtlerimizi çıkarmamızı istedi. Pasaport ve basın kartım dahil,
herşeyi aldılar. Yalnızca cebimizdeki paraları bıraktılar. Ardından
çıkardığımız t— shirtlerle kendi gözlerimizi bağlamamızı istediler.
Söylediklerini yapmaktan başka çaremiz olmadığı için istedikleri
gibi üçümüz de gözlerimizi bağladık. Bir süre sonra gözlerimizi
açtıklarında arabayla önümüzü kesen silahlı adamlarla birlikte
yaşlı adamın odada olduğunu gördük. Karşımıza oturarak bizi
sorgulamaya başladılar. Kim olduğumuz, burada ne yaptığımız
defalarca soruldu. Yeniden casus olmadığımızı söylememiz üzerine
yaşlı adam, "Amerikalı ve İsrailli casuslar buraya bizim gibi
giyinerek geliyor. Mücahitler hakkında bilgi toplayan böyle çok
casuslar yakaladık ve hepsini öldürdük." dedi. Mezarın içinde
geçmeyen saatler Burada geçirdiğimiz yaklaşık bir saatin ardından
evin önünde bir başka aracın durduğunu duyduk. Yaşlı adam hiçbir
açıklama yapmadan başka bir yere götürüleceğimizi söyledi. Bu sefer
gözlerimizle birlikte ellerimizi de arkadan bağlayarak beni ve
Oktay'ı bir arabaya, rehberimizi başka araca bindirdiler. Yaklaşık
yarım saat yol aldıktan sonra bir çukura sokulduk. Biraz sonra
araçlar buradan ayrıldı. Bizi bekleyen nöbetçilerin ayrılmasıyla
gözlerimizi açtılar; fakat ellerimiz arkadan bağlıydı. Gözlerimiz
açılınca bir mezarın içinde olduğumuzu gördük. Açık söylemek
gerekirse, buranın son durağımız olduğunu düşündüm. Birkaç saat
sonra bir araba geldi. Bizim gözlerimiz açık olduğu için kendi
yüzünü bezle kapatan biri yanımıza gelerek daha önce yönelttikleri
soruları yeniden sordu. Oldukça soğukkanlı fakat ne yapacağı belli
olmayan türden biri olan adam, nöbetçilere gözlerimizi
bağlamalarını emretti. Nöbetçiler, Oktay'ın gözlerini bağlarken
Seyyid Abbas'ın "daha ne kadar bekleyeceğiz" demesi üzerine
entarisinin cebinden silahını çıkaran adam tabancayı Abbas'ın
alnına dayayarak tetiği çekti. Tetiğin düşmesinin ardından silahın
boş olduğunu anladım. Gördüğüm manzara gerçekten çok korkunçtu. Bu
arada aynı şahıs Oktay'ın kimlikteki adının farklı olduğunu bahane
ederek kendilerine neden yalan söylediğimizi sordu. Bu sefer
nöbetçiden aldığı kaleşnikofu Oktay'ın kalbine dayadı. Son
namazımızı kıldık Bu şahıs ayrıldıktan sonra geri dönme ümidimiz
hiç kalmadığına kanaat getirerek nöbetçilerden namaz kılmak için
izin istedik. Ellerimi çözdüler. Getirdikleri bir şişe suyla abdest
aldım. Toprak üzerinde son namazımı kılarak dua ettim. Bütün gece
ellerimiz ve gözlerimiz bağlı şekilde bu çukurda tutulduk. Sabah
bir araba geldi. Bunun ölüm emrimiz anlamına geldiğini düşünerek
birbirimizle helalleştik. Göremediğim biri yanıma gelerek elimi
tuttu ve adımı sordu. Yaptıkları araştırma sonucunda casus
olmadığımıza kanaat getirdiklerini ancak bir daha buraya
gelmememizi istediklerini söyledi. Arabamızın yanına
götüreceklerini söyleyerek arabalarına bindirdiler. Ancak, biz
söylediklerine inanmıyorduk. Yaklaşık yarım saat yol aldıktan sonra
bizi bir yolun kenarına attılar. Araba hızla oradan uzaklaştı.
Gözlerimizi açınca karanlıkta bir yol kenarında olduğumuzu gördük.
Yolun biraz ilerisinde durup arabasından inen biri yanımıza gelerek
ne olduğunu sordu. Başımıza gelenleri anlattık. Bizi getiren
arabayı gördüğünü söyleyen şahıs bu bölgede şimdiye kadar rehin
alınan hiç bir yabancının serbest bırakılmadığını, hepsinin
öldürülerek cesetlerinin yol kenarına atıldığını, bizi de öldürüp
yol kenarına atacaklarını sandığını söyledi. Şoför, Mahmudiye diye
bir yerde olduğumuzu ve güneş doğuncaya kadar Bağdat'a araç
bulmayacağımızı söyledi. Sabah Bağdat'taki büromuza döndük. Fakat,
ne arabamızdan bir haber vardı; ne de kamera, uydu telefonu ve
fotoğraf makinamızdan.