İlker Başbuğ istifaya mı zorlanıyor?
Abone olIslak imza ve Genelkurmay'ın tavrı yazarların en önemli gündem maddesi haline geldi. Başbuğ'u istifaya davet edenler bile var..
Islak imza ve Genelkurmay'ın tavrı yazarların en önemli gündem
maddesi haline geldi. Başbuğ'u istifaya davet edenler bile
var..İşte önemli kalemlerin "Islak imza" hakkında yaptığı çarpıcı
yorumlar:
Mehmet Ali Birand: En kritik kararı Başbuğ
alacaktır(Milliyet)
Ben, gelişmelerden son derece rahatsızım. Bir şeyler bilip de
saklamıyorum. Lafı ağzımda gevelemeye de çalışmıyorum.
Ortada, bir an önce açıklığa kavuşturulması gereken bir iddia var.
Şu soruların da yanıt bulması gerekiyor:
1. İrtica ile Mücadele planı, iddia edildiği gibi Genelkurmay
Başkanlığında mı hazırlanmıştır?
2. Eğer içerde hazırlanmışsa, kimler emir vermiştir? Genelkurmay
Başkanı’nın haberi var mıdır, yoksa ondan da habersiz mi
hazırlanmıştır?
3. Sorumluluk, Genelkurmay Başkanlığını da kapsıyorsa, bir darbe
niteliğindeki bu belgeye katılan ve göz yumanlar istifa
ettirilmekle mi kalacaklar, yoksa mahkemeye mi verilecekler?
Başbuğ'u istifaya mı zorluyorlar?
Org. Başbuğ, yakın tarihin en talihsiz Genelkurmay Başkanlarından
biri oldu. Tanıdığım Başbuğ’un böyle bir plan hazırlanmasını
isteyeceğine de , göz yumabileceğine de ihtimal dahi
veremiyorum.
Ben hala bu gelişmenin Başbuğ’un dışında, ondan habersiz
geliştiğini veya belgenin tümüyle büyük bir dış komplo
olabileceğine inanmak istiyorum.
Her iki koşulda da, bu olayın esas hedefinin Başbuğ’u istifaya
zorlamak olabileceğini de gözden uzak tutmayalım.
Varsayımları şimdi bir yana bırakalım.
Ortada, neresinden bakılırsa bakılsın, gerçekten vahim bir durum
var.
Eğer gerçekten Genelkurmay’da hazırlanmışsa, TSK’ya bir darbe
hazırlığı gölgesi düşecektir. Komuta kademesi büyük bir töhmet
altında kalacak, istifalar hatta yargılanmaları kadar gidebilecek
bir süreç başlayacaktır.
Eğer bu plan dev bir komplo ise ve Genelkurmay dışında hazırlanıp,
komuta kademesine gölge düşürmeyi, Org. Başbuğ’u kontrolü kaybetmiş
bir 1 inci Başkan gibi göstermeyi amaçlıyorsa, bu defa bambaşka bir
sürece girilecektir.
Önce işin özü anlaşılmalı...
TSK’yı kurum olarak hırpalamadan korumak ve kollamak istiyorsak,
hiç zaman harcamadan, olayın gerçek yüzünü ortaya çıkarmalıyız.
Bazılarımız, ayrıntılarla uğraşıyor.
Belgenin neden bu kadar geç ortaya çıkarıldığı, neden öncelikle
basına sızdırıldığı sorgulanıyor.
Mutlaka bu sorular da önemli, ancak asıl önemli olan, belge’nin
orijinalliği, içerde mi dışarıda mı ve kimler tarafından
hazırlandığının bulunmasıdır. Bu noktalar kesin şekilde
saptanmadığı taktirde, ortadaki kuşku ve töhmet bulutları
dağılmayacaktır.
Bu karanlık bulutları da yine ancak TSK kendi kendine dağıtabilir.
Org. Başbuğ da, bu konuda en güvenilecek isimdir. Her konuşmasında,
TSK’nın hukuk içinde ve demokrasiye sadık kalacağını söyleyen
Genelkurmay Başkanı, gerekirse her fedakarlığı da yapabilecek
karakterde bir askerdir.
HASAN CEMAL'İN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA
Hasan Cemal: Asker yıpranmak istemiyorsa bir karar almak zorunda
(Milliyet)
Genelkurmay karargahından çıkan ‘ıslak’ imzalı rapor, bir gerçeği
bir kez daha olanca açıklığıyla gözler önüne sermiş durumda:
Asker eğer daha fazla yıpranmak istemiyorsa değişmek zorunda!
Başka çaresi yok.
Asker askerliğini yapacak!
Bir başka deyişle:
Demokrasilerde olduğu gibi kendi asli göreviyle, yani ‘yurt
savunması’yla ilgilenecek.
Siyasetle ilgilenmeyecek.
Politikaya karışmayacak.
Daha önemlisi:
Asker, savunma görevlerinin gereğini yaparken de, anayasal olarak
seçimle gelen siyasi otoriteye, yani hükümete bağlı olduğunu
unutmayacak.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri, ama özellikle çok
partili demokrasiye geçilmesinden bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri
yukarıda kısaca özetlediğim çerçevenin içinde hareket etmedi.
Siyaset yaptı.
Darbe yaptı.
Post-modern darbe yaptı.
Darbe ve müdahale dönemlerinde yaptığı anayasal ve yasal
düzenlemelerle kendi ‘kırmızı çizgileri’ni siyasal rejimin içine
yerleştirdi. Böylece, sivil bürokrat yandaşları ile birlikte
seçimle gelen hükümetleri gözetim altında tuttu.
Kısa deyişle:
Siyasal parti gibi davrandı.
Çünkü seçimle gelen iktidarlara inanmadı, sivilleri genellikle
başıbozuk takımı olarak gördü.
Cengiz Çandar’la CNN Türk’te yaptığımız Tecrübe Konuşuyor
programında geçen pazartesi akşamı eski dışişleri bakanlarından
emekli Büyükelçi İlter Türkmen şöyle dedi:
“Bir bakarsanız, Genelkurmay Başkanlığı’nın Kıbrıs’la ilgili
dairesinin, bizim Dışişleri’nin Kıbrıs dairesinden daha kalabalık
olduğunu görürsünüz.”
İlginç bir tespittir bu.
Ama şaşırtıcı değildir.
Asker kendini öteden beri devlet içinde devlet gibi
konumlandırmıştır ve devlet içinde devlet gibi hareket etmeyi
benimsemiş, içselleştirmiştir.
Kendisini hep nihai kurtarıcı olarak gördüğü için de Kürt
sorunuydu, Kıbrıs’tı, Ermeni meselesiydi, laiklik ve eğitimdi,
üniversitelerdi, demokrasi ve hukuk çıtasıydı gibi bu ülkenin en
temel konularını her zaman kendi tekeline almaya çalışmıştır.
Bu açılardan kendi koyduğu ‘kırmızı çizgiler’in aşılmasına kırmızı
ışık yakmıştır.
Böylece asker, demin belirttiğim bazı temel meselelerde, çözümün
değil çözümsüzlüğün, yani sorunun bir parçası haline geldi bu
ülkede.
İşte ‘asker sorunu’ budur.
Bu sorun sadece anayasal ve yasal yapımızdan kaynaklanmıyor. Bu
sorun aynı zamanda kendini ‘nihai kurtarıcı’ olarak gören köklü bir
‘zihniyet’ten güç alıyor.
İşte asıl bu otoriter zihniyetin varlığıdır, kendini halk oyunun
üzerinde gören, seçim sandığından çıkana güvenmeyen... İşte bu
zihniyetin varlığıdır, darbelerle müdahalelere yol açan... İşte bu
zihniyetin varlığıdır, ‘andıç’larla insanların hayatıyla
oynayabilen mahvedebilen... İşte bu zihniyetin varlığıdır, siyaseti
kendinde hak gören...
Onun içindir ki:
Islak imza olayı şaşırtıcı değil.
Eğer bu ülkede demokrasi ve hukuk devletinin taşları yerli yerine
oturacaksa, bu olay bir fırsattır.
Şimdi bu rapor neden sızdırıldı, nasıl sızdırıldı, niye bu zamanda
sızdırıldı, hükümete tuzak mıydı, Erdoğan’la Başbuğ Paşa’nın
arasını bozmak için bir komplo muydu, Fethullahçı tezgah mıydı gibi
sorular sorulabilir.
Soruluyor da...
Ama işin özü bu değil.
İşin özünde, hükümeti devirme planı yatıyor.
Hey, farkında mısınız?..
Bu bir darbe hazırlığıdır.
Ahmet Altan dün soruyordu Taraf’taki başyazısında:
“Kimileri en çok belgelerin ortaya çıkmasının ‘zamanlamasıyla’
ilgililer. Doğrusu ya çok merak ediyorum, ordunun içindeki
cuntaların ve darbe hazırlıklarının ortaya çıkmasının ‘en uygun’,
‘en doğru’ zamanı ne zamandır?”
Islak imza olayı aydınlanacak!
Başka çare yok.
Ve Türkiye ‘asker sorunu’nu çözmek zorunda, eğer bu ülkede
demokrasi, hukuk devleti ve gerçek istikrar isteniyorsa...
Elinde silah olan bir siyasal partiye demokrasilerde yer
yoktur.
Başa dönersek:
Asker de değişmek zorunda, eğer daha fazla yıpranmak
istemiyorsa...
Ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içinde de, demokrasi ve hukukun
üstünlüğüne yakışan kurumsal bir değişikliğe, demokratik bir
zihniyet değişimine taraftar olanların gitgide ağırlık kazandığını
düşünmek istiyorum.
TAHA AKYOL'UN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA
Taha Akyol: Askeri İdeoloji (Milliyet)
Andıçlar, ıslak imzalı belgeler, Bilgi Destek Planları, cunta
grupları... Bunlar münferit birkaç olay değil... En azından
1960’tan beri sık sık karşılaştığımıza göre, bir ‘temel’den geliyor
olmalı. Bu temel, “askeri ideoloji”dir.
Onun için birkaç generalin yaptığı birkaç münferit olay değil
bunlar.
Elbette cumhuriyetin kuruluş yılları “devrim dönemi” idi; devrimler
tabiatı icabı “total toplum mühendisliği”dir; ele almadığı, el
atmadığı alan bırakmazlar. Bizde ordunun kendisini her siyasi ve
sosyal olaydan sorumlu görüp bir türlü müdahale etmek istemesi bu
alışkanlıktan geliyor...
Yönetmeden hükmetmek
Sadece subaylar değil, sivil okumuşlar da böyle eğitilmişti. “Ordu
göreve” sloganı bu anlayışın simgesidir.
O dönemde üniversitenin halini Yassıada Komutanı Tarık Güryay’dan
dinleyelim:
“Öğretim üyelerinin Org. Gürsel ile vedalaşmaları görülmeye değer
bir manzara idi. Aralarında el öpenler, el sıkanlar çoktu. Ben,
hepsinin de gözleri sevinç ve şükran yaşları ile Gürsel’in boynuna
ve ellerine sarılanları gördüm.” (Bir İktidar Yargılanıyor, sf.
41)
Bugün böyle bir şey düşünülebilir mi?
Evet, ordu hiçbir zaman kalıcı bir askeri yönetim kurmak istemedi.
Bugün de ülkeyi yönetmek, ekonominin, dış politikanın, grip
salgınının sorumluğunu üstlenmek istemiyor elbette...
Ama Steven Cook’un “Yönetmeden Hükmeden Ordular” adlı akademik
eseri, ordunun iktidarı almadan iktidarlara hükmetme geleneğini
anlatıyor. (Hayy Kitap, 2007)
Sorun budur ve “yönetmeden hükmetme” geleneği tamamen sona
ermedikçe, ne andıçlar biter ne de basına sızmaları
önlenebilir!
Dahası, Türkiye artık eski Türkiye değildir; bugünkü eğitim,
şehirleşme ve dışa açılma düzeyinde, toplum da siyaset de
“hükmedilmeyi” içine sindiremez. Doğan tepkiler de orduyu
yıpratır.
Ordunun saygınlığı
Bu noktada, “Andıçlar” dizisinde son olarak ortaya çıkan “Bilgi
Destek Planı”ndaki şu satırlara dikkat çekmek isterim:
“TSK’yı destekleyecek kesimler son derece azalmıştır. Tam tersine,
basın, iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite
camiasının bir kısmı TSK’nın karşısındadır.”
Bu satırları yazan generaller, ordunun “imaj düzeltmesi yapması”
gerektiğini de belirtiyorlar. Çok doğru...
Fakat bunun yolu, ordunun siyasete, kılık kıyafete, toplumsal
akımlara müdahale etmesi değildir! Daha ustaca ‘halkla ilişkiler’
teknikleri uygulayarak da toplumsal destek sağlanamaz.
Bunun yolu, ordunun bu alanlardan çekilmesidir. Ordunun sadece asli
görevleriyle ilgilenmesinin ‘en hakiki vatan hizmeti’ olduğunu
anlatan bir eğitimin Harbiye’den itibaren uygulanmasıdır.
Şunu hepimiz iyi görmeliyiz: Devrim döneminde cumhuriyetimiz
“kuvvetler birliği”ne dayanıyordu, Atatürk ömrü boyunca bunu
savunmuştu... Ama bugün “kuvvetler ayrılığı” Anayasa’nın temel bir
ilkesidir!
Bu, cumhuriyetin evrimine bir örnektir.
Ordu artık “görevler ayrılığı”nın modernleşmenin zaruri bir sonucu
olduğunu dikkate alarak ideolojisini gözden geçirmeli, işlevini
profesyonel görevleriyle sınırlandırmalıdır.
İşte o zaman “andıç”lar da hazırlanmaz, Genelkurmay da böyle ikide
bir “bilgi sızması” sorunlarıyla karşılaşmaz.
Unutmayalım: Türkiye’nin siyasetten tamamen çekilmiş, yüksek
profesyonel kabiliyete ve caydırıcılığa sahip saygın bir orduya
ihtiyacı vardır.
YASEMİN ÇONGAR'IN YORUMU BİR SONRAKİ
SAYFADA
Yasemin Çongar: Paşa Paşa istifa et (Taraf)
Taraf’ın ilk olarak 12 haziranda duyurduğu ve şimdi ıslak imzalı
orijinali savcıların elinde olan İrticayla Mücadele Eylem Planı ile
o plana ilişkin ihbar mektubu ve ekleri, memleketimizin durumu
hakkında bize üç temel bilgi veriyor.
Birincisi, ortada bir suç faaliyeti vardır ve “muhtemel suçlular”
en tepededir; seçimle işbaşına gelmiş hükümeti ve toplumun geniş
bir kesimini adeta “düşman” belleyerek doğrudan hedef alan, AKP’ye
ve Fethullah Gülen cemaatine karşı komplo kurulmasını öngören
Ergenekon tipi bu suç faaliyetinin, Genelkurmay karargâhındaki en
üst rütbeli bazı subaylarca bizzat yürütüldüğü yönünde somut bazı
deliller ortaya çıkmıştır.
İkincisi, bu suç faaliyeti geçmişe değil bugüne aittir; söz konusu
eylem planı 2009’da hazırlanmıştır ve bu plan, eğer belgesi basına
yansımasaydı, muhtemelen şu anda çoktan uygulamaya sokulmuş olacak
bir dizi suç eylemini kapsamaktadır.
Üçüncüsü, bu suç faaliyetinin sınırları muğlaktır, failleri
bütünüyle meçhul olmamakla birlikte, bütün failleri
bilinmemektedir; bu nedenle de, ortadaki suç belgesi Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin kurmay kademesini bir bütün olarak “şaibeli”
kılmakta ve daha da vahimi, ordunun üzerine bir bütün olarak kara
bir leke düşürme potansiyeli taşımaktadır.
Şimdi iş gelip, bu üç temel bilgiye sahip sivil ve asker
yetkililerin, Türkiye’yi bu bilgilerin yansıttığı kirlilikten
kurtarmak için ne yapacaklarında düğümleniyor. Öncelikle
yanıtlanması gereken çok kritik bir soru var:
Genelkurmay karargâhının bulaştığı suç, ne ölçüde Genelkurmay
Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un bilgisi dahilindedir?
Başbuğ, daha önce “kâğıt parçası” diye küçümsediği belgenin kendi
bilgisi dahilinde hazırlanmış olması olasılığının gündeme
getirilmesini bile “hakaret” sayacağını söylemişti.
Şimdi, Başbuğ’un bu belgeye “kâğıt parçası” dediği tarihte,
“belgenin aslının imha edildiğine kanaat getirmiş olduğunu” kayda
geçiren bir ihbar mektubu var ortada.
Ve bu mektup, Başbuğ’un, belgenin gerçekliği konusunda yalan
söylemiş olabileceğini düşündürüyor.
Bu olasılık, Başbuğ’un “böyle bir belgenin hazırlanması emrini
vermenin” kendisine yakıştırılmasını “hakaret” sayan sözlerinin
samimiyetine kuşku düşürüyor ve suç faaliyetinin birinci derecedeki
sorumlusunun Genelkurmay Başkanı olması ihtimalini
kuvvetlendiriyor.
Eğer durum böyleyse, Başbuğ, ya paşa paşa istifa etmeli ya da
Başbakan tarafından görevden azledilmelidir.
Yok, durum böyle değilse, ortada iki seçenek kalıyor...
Ya Başbuğ –ihbar mektubunun da ima ettiği gibi- kendi bilgisi
haricinde hazırlanmış bir suç belgesinden sonradan haberdar olmuş
ve karargâhındakileri korumak adına bu belgeyi “yok” saymıştır.
Ya da Başbuğ’un bu suç faaliyetinden ve belgesinden hiçbir zaman
haberi olmamıştır...
Her iki seçenek de, bence Başbuğ’u bizzat suç faaliyetinin başında
konumlayan olasılık kadar vahimdir.
Zira ilk seçenekte, suçu emretmese bile suça ve suçlulara kol kanat
geren bir Genelkurmay Başkanı profili ortaya çıkmaktadır.
İkinci seçenek ise, Başbuğ’un kendi karargâhına sahip olamayan,
Genelkurmay’da neler döndüğünden bihaber, yanıbaşındaki cunta
faaliyetinin farkına bile varmayan bir general olduğunu düşündürür
ki bunun anlamı, Başbuğ’un, Genelkurmay Başkanlığını sürdürmesine
engel oluşturabilecek kadar büyük bir komuta zaafı
gösterdiğidir.
Hele de, basında bu belgeyle ilgili çıkan bütün haberlerden,
AKP’nin yargıya başvurarak konunun üzerine gitmesinden ve
karargâhta kapsamlı bir imha çalışması yürütülmesinden sonra
Başbuğ’un aynı komuta zaafını devam ettirmiş olmasının hoş
görülmesi ziyadesiyle zordur.
Şimdi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a düşen görev, Orgeneral
Başbuğ’a, bu suç faaliyetinin neresinde olduğunu, suç belgesiyle
ilgili olarak neyi, ne kadar bildiğini sormak ve vereceği cevabın
gerektirdiği siyasi kararı almaktır.
Suçu yöneten şahıs ya da suç ortağı olması, Başbuğ’un görevden
alınmasını kaçınılmaz kılar... Yok eğer Başbuğ, “suçlu” değil de,
sadece “zaaflı” ise ve karargâhını içten içe oyduğu anlaşılan
“cunta” konusunda gereğini bundan böyle yapacaksa, o zaman Başbakan
Yardımcısı Bülent Arınç’ın dün söylediği yerden işe başlamalıdır.
Yani söz konusu suça adı karışan bütün askerî personeli, dört
yıldızlı generaller dahil bütün subayları yargı süreci
tamamlanıncaya dek açığa almalıdır.
Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve komuta kademesini bir bütün olarak
lekelenmekten kurtarmanın tek yolu budur.
ERHAN BAŞYURT'UN YORUMU BİR SONRAKİ
SAYFADA
Erhan Başyurt: Soruşturma Başbuğ'un onuruna emanet (Bugün)
Türkiye, darbe planı üzerindeki "ıslak imza"ya kilitlendi.
İhbar mektubuyla gönderilen belgenin "orijinal" olduğunu Adli
Tıp'ın teyit etmesi, "kağıt parçası"nın aslında suçüstü belgesi
olduğunu ortaya koydu.
Yani, tutuklanan ve mahkeme heyeti değiştirilerek 18 saatte serbest
bırakılan Albay Dursun Çiçek, açıkça adaleti yanıltmış.
"Islak imza" çıkınca herkes gibi, Albay Çiçek hakkında görevden el
çektirme ve iç soruşturma bekledim.
Zira Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ "AK Parti ve
Gülen'i Bitirme Planı" gündeme geldiğinde kamuoyuna basın
toplantısıyla söz vermişti;
"TSK, demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine bağlıdır ve
saygılıdır.
Bu ilkelere aykırı davranışlarda bulunan kişileri TSK bünyesinde
barındırmaz.
Bunu Genelkurmay Başkanı olarak ben söylüyorum.
TSK'nın komutanı olan Genelkurmay Başkanı'nın bu ifadesi en büyük
teminattır."
İşte demokrasi ve hukuk devleti karşıtı darbe "Eylem Planı..."
Neyi bekliyoruz?
Başbuğ, temsil ettiği makamı göstererek teminat verdi.
"Asker sözü" vererek kendisini ortaya koydu.
Şimdi Türk milletine karşı sorumluluğunu yerine getirmesi
lazım.
Oysa tam tersi gelişmeler yaşanıyor.
Savcıların ifade almak için çağırdığı 6 er ve erbaş, üzerinden beş
gün geçmesine karşın gönderilmedi.
Hatta adliye koridorlarına sızan kulislerde, Genelkurmay Askeri
Başsavcısı Hakim Albay Yavuz Şentürk'ün İstanbul Başsavcısı'na
gönderilip "erlerin gönderilmeyeceği" bildiriminde bulunulduğu
ileri sürülüyor.
Şentürk, Albay Dursun Çiçek'in imzası ile ilgili ifadenin
Genelkurmay'da alınması için de daha önce gelip ricacı olmuştu.
Başbuğ'un verdiği teminat ile Genelkurmay'ın mevcut icraatları ters
düşüyor.
Daire Başkanı olarak terfi ettirilen Albay Dursun Çiçek de halen
görevinin başında.
Bu mudur hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye saygı?
Vatan gazetesinde "güvenilir askeri kaynaklara" dayandırılarak dün
yayınlanan bir haber yaşananların nedenine dair önemli ipuçları
veriyor.
"Güvenilir kaynak", askeri personele sivil yargılama yolu açan
yasanın Anayasa Mahkemesi'nde Kasım ayında görüşüleceğini,
sonucunun beklenmesi gerektiğini söylüyor.
Oysa, Anayasa Mahkemesi söz konusu yasal değişikliği iptal etse de
bir şey değişmiyor.
Eski yasaya göre de general rütbesinin altındakiler sivil
mahkemelerde yargılanıyordu.
Nitekim Albay Çiçek, yeni yasal düzenlemeden önce sivil mahkemece
tutuklanmıştı.
"Güvenilir kaynak" tarafından ileri sürülen bir diğer oyalama
gerekçesi ise, Çiçek'in soruşturmasının Ankara Başsavcılığı'na sevk
edildiği şeklinde.
Bu da gerçeği yansıtmıyor.
Yetkisizlik kararı verilerek Ankara'ya sevk edilen dosya "sahte
evrak" ile ilgili araştırmadan ibaret.
"Kim sızdırdı" ile ilgili şikâyet talepleri de incelenmek üzere
Kadıköy'e gönderilmişti.
Zira hem "sahte evrak" hem de "sızdırma" konusu Ağır Ceza'nın
yetkisinde değil.
Buna karşılık 250'nci madde kapsamına giren ana dosyanın
soruşturması İstanbul'un yetkisinde sürdürülmeye devam edildi.
Bazı uzmanlar ise "ıslak imza" skandalının "TSK ile hükümetin
arasını açmak" için olduğunu ileri sürüyor.
Evlere şenlik bir sulandırma... 27 Nisan bildirisini, lahikaları,
eylem planlarını da herhalde bu "fitne-fesat merkezleri"
yazmıştır!!!
Uyanın! Askeri cunta mensuplarının, hükümeti devirmek için
hazırlanan darbe planına suçüstü yapılıyor.
Hangi ilişkileri bozmaktan bahsediyorsunuz?
Kendimizi ve kamuoyunu kandırmaya çalışmaktan vazgeçelim.
Türk demokrasisi yeni bir "hukukun üstünlüğü" sınavı veriyor.
"Halkına savaş açanlar" mutlaka yargı önüne çıkarılmalı.
Bu soruşturmaya destek vermek, suçluları TSK içerisinde
barındırmamak Başbuğ'un onur borcu.
Çünkü Türk halkının gözlerinin içine bakarak TSK komutanı olarak
teminat verdi.
Tutulmayan söz "asker sözü" olamaz...
GÜLAY GÖKTÜRK'ÜN YORUMU BİR SONRAKİ
SAYFADA
Gülay Göktürk: Islak imzanın dönüşü (Bugün)
Demek ki "ıslak imza"lar asla kurumuyor!
Attığımız her imza, ömür boyu ıslak ıslak bizi takip ediyor.
Kaybolmuyor, silikleşmiyor. "Zamanı geldiğinde" ortaya çıkıp son
sözü söylemek üzere öyle sinsi sinsi bekliyor.
O yüzden de ıslak imzalar "kötü adamlar"ın hayatlarının kâbusu
olabiliyor.
Basında yer alan ama henüz yetkililer tarafından doğrulanmayan
haberlere göre, Albay Dursun Çiçek'in müellifi olduğu 'İrticayla
Mücadele Eylem Planı'nın ıslak imzalı kopyası karargâhta çalışan
bir subay tarafından son anda imha edilmekten kurtarılmış ve on gün
önce beş sayfalık bir ihbar mektubuyla birlikte Ergenekon
savcılarına yollanmış. Savcılar belgeyi incelenmek üzere Adli Tıp'a
göndermişler. Adli Tıp'tan gelen rapor, belgedeki imzanın Dursun
Çiçek'e ait olduğunu doğrulamış.
Gerçi olay unutulacak gibi değil, üstelik de çok yakın bir tarihte
yaşadık; ama biz yine de neydi şu "İrticayla Mücadele Eylem Planı"
şöyle bir hatırlatalım:
Olay geçtiğimiz Haziran ayında Taraf Gazetesi'nin bir haberiyle
patlak vermişti. Genelkurmay'ın beyni sayılabilecek bir birim olan
Harekât Başkanlığı'nda, hem de olayın duyulmasından sadece iki ay
önce hazırlanan bir eylem planında Türkiye ordusunun kendi halkına
karşı savaşan bir ordu haline getirilmesinin planı yapıldığını
öğrenmiştik. Planda meşru hükümeti yıkmak için harekete geçilmesi,
halka karşı komplolar kurulması, etnik sorunların tahrik edilmesi,
bazı komşu ülkelerle aramızın açılması, suçsuz insanlara karşı
provokasyonlar düzenlenmesi, iftiralar atılması düşünülmüş ve bütün
bu korkunç suçlar, altında Kıdemli Albay Dursun Çiçek'in imzasıyla
resmi bir rapor haline getirilmişti.
Taraf'ta yayınlanan belge fotokopiydi. Yani hukuken kanıt değeri
taşımıyordu. Ama besbelli ki planın aslı Genelkurmay'da bir
yerlerde mevcuttu ve bir gün "ortaya çıkmayı" bekliyordu.
Haberin yayınlanmasının ardından Genelkurmay Başkanlığı soruşturma
emri verdi ve aynı gün askeri savcılık soruşturma başlattı. Fakat
biz daha Genelkurmay'ın işi ciddiye aldığına sevinemeden, askeri
savcılık, o dakika belgenin sahte olduğuna kanaat getiriverdi ve
"Belgenin sahte olmasının anlaşılması üzerine" olayla ilgili
soruşturmaya yer olmadığına karar verdi.
Daha sonra Dursun Çicek Ergenekon Davası kapsamında "örgüt üyeliği"
suçlamasıyla tutuklandı ve askeri cezaevine kondu ama tutuklamanın
üzerinden 24 saat geçmeden, tutuklama kararını veren heyetin bir
üyesi el çabukluğuyla değiştirildi ve Dursun tahliye edildi.
İki hafta kadar sonra, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, o talihsiz
basın toplantısını düzenleyerek belgenin "kağıt parçası" olduğunu
söyledi. Genelkurmay, "sahte belge üretenlerin yargılanması için"
gerekeni yapacaktı!
Ama ne oldu; daha "sahteciler" yargılanamadan, belgenin sahte
olmadığı anlaşıldı.
Ve doğrusu Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, daha genel olarak da
ordu, halkın karşısında son derece güç bir pozisyona düştü.
Şu anda iki şeyi birbirinden ayırmak durumundayız.
Orijinal belgenin neden tartışmaların en ateşli zamanında ortaya
çıkarılmayıp, aradan dört ay geçtikten sonra savcılığa yollandığı,
belgeyi bugün ortaya çıkaranların amaçlarının ne olduğu ayrı bir
meseledir; belgenin doğrulanması ayrı bir mesele...
Birinci meselenin uzmanları çok Türkiye'de. Bugünden başlayarak bu
sızmanın niteliği üzerine kalem oynatmaya başlayacaklardır.
Türkiye için, demokrasimiz için önemli olan ise ikincisidir. Yani,
böyle bir belgenin hazırlanmış olduğu; ordu karargâhında ülkenin
seçilmiş yönetimine ve halka karşı komplolar kurulduğu, darbe
hazırlıkları yapıldığı gerçeğidir.
Bu öyle ağır bir durum ki, ne Genelkurmay ne de halk böyle bir
gerçeği sineye çekip hiçbir şey olmamış gibi devam edebilir.
Bu gerçekle hesaplaşılmadan, halk ile ordusu arasında güvene
dayanan sıcak bir ilişki kurulamaz.
İlişkinin restorasyonunun tek yolu var; Genelkurmay'ın şimdiye
kadar hiç yapmadığı bir şeyi yapması: Halkına karşı açık ve dürüst
davranması... Hiç değilse bu noktada, artık bir şeylerin üstünü
kapamaya, bir şeyleri korumaya çalışmadan; kıvırtmadan, gizlilik
bahanelerine sarılmadan; toplumu aptal yerine koymadan gerekeni
yapması.
İşe samimi bir özeleştiriyle başlayarak, bizi olan bitenden ders
çıkardığına inandırması... Kısacası bizi şaşırtması...
Ne dersiniz, hayal mi kuruyorum?
MEHMET ALTAN'IN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA
Mehmet Altan: Genelkurmay Ordu'yu yıpratıyor (Star)
Bir Silahlı Kuvvetler Komutanı, çalıştığı katta hazırlandığı
ispatlanan “askeri darbe yapmaya yönelik bir cunta çalışmasının”
ortaya çıkmasını isteyenleri rahatça “orduya karşı asimetrik
psikolojik harekat” yapmakla suçluyor.
Aradan dört ay geçmeden, aslında bunun askeriyenin neredeyse tüm
yönetim katını saran “demokrasiye karşı asimetrik bir fiili
harekât” olduğu anlaşılıyor.
Şaşılık mı?
Körlük mü?
Art niyet mi?
Yetersizlik mi?
Generallerin demokratlara karşı çok sevdikleri üslupla “maksatlı
bir çarpıtma” mı?
Neyse ne, ama “doğruları” işaret edenleri böylesine ağır ve
fütursuzca suçlayan üsluba rağmen dört ay ilerisini bile
öngöremeyen bir zafiyetin varlığı ortada.
En tepe yönetimdeki bu eksiklikler orduyu yıpratmaz mı?
***
Ayrıca...
Genelkurmay’ın kendi yönetim katında oluşturulan bir belgeyi,
“askeri savcılık” araştırması üzerinden “kâğıt parçası” olarak
sunması ve büyük bir iştahla bunu savunması da kendi başına bir
skandal, “orduyu çok ağır yıpratan” bir “yönetim beceriksizliği”
değil midir?
Genelkurmay katında olup bitenden bu kadar habersizsek,
sınırlardaki güvenlik nasıl sağlanacak?
Yok, haberliysek ve üzerini örtüyorsak, bu nasıl “demokrasiye ve
hukuka” bağlı bir zihniyet?
Genelkurmay’ın bu açmazı orduyu yıpratmaz mı?
***
Üzücü olan...
Gerekeni yapmak yerine, doğruların peşine koşanlara hakaret etmenin
ve onları korkutmayı yeğlemenin...
Belgenin ortaya çıktığı gün yazdıkları ile dün yazdıkları
arasındaki fark ile “milli dansözlere” dönen TSK gazetecilerine
güvenerek cuntacılığı unutturmaya kalkmanın, gittikçe toplumsal
eleştiri ve güvensizlik dozunu artırması.
Genelkurmay’ın Dursun Çiçek’i korumaya kalkmasının, o nedenle de
orduyu çok yıpratan bir yanlış olduğu görülmekte.
***
Tabii aynı mantıkla kaleme alınan önceki günkü bildiri...
“Türk Silahlı Kuvvetleri, hukuk devleti ve demokrasi ilkelerine
bağlıdır ve saygılıdır.”
“Bu ilkelere aykırı düşünce içinde olan ve davranışlarda bulunan
personelini Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde barındırmaz.”
“Türk Silahlı Kuvvetleri, her ortamda, hukuk devleti ilkelerine,
hukukun üstünlüğüne, soruşturma usul ve yöntemlerine bağlı olduğunu
söylem ve eylemleriyle ortaya koymuştur ve koymaya da devam
edecektir.”
Bunlar uykudan önce çocuklara anlatılan masallara döndü.
Örneğin bu söylenenlere “27 Nisan Muhtırası” dâhil mi, değil
mi?
Ya da...
Dursun Çiçek Belgesi sonrasındaki tavır bildiriye dâhil mi, değil
mi?
Genelkurmay’ın matrağa alınan bu tür bildirileri de “orduyu”
yıpratıyor, kurumun ciddiyetini ve ağırlığını yok ediyor.
***
Doğrusu, son olup bitenlerle, artık ayyuka çıkan skandallarla kendi
ordusunu böylesine yıpratan bir yönetim görmedim.
Ordu çok önemli bir kurum olduğu için “yönetim yanlışlarını”
eleştirip duruyoruz.
Cuntacı zihniyetin de “gerçek bir ordu” isteyenlere nasıl
yaklaştığı, nasıl rezilane bir psikolojik savaş yönettiği en iyi bu
son belge sürecinde ortaya çıktı.
Artık sadece hukukun değil, siyasi iradenin de gerekeni yapmasının
zamanı geldi.
Orduyu yıpratan bu yönetim anlayışına hiç birimiz daha fazla
tahammül edemeyiz çünkü...
AHMET KEKEÇ'İN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA
Ahmet Kekeç: Bu ordunun başka işi yok mu? (Star)
Meçhul “muhbir subay”ın üç ihbar mektubu daha çıktı ortaya...
Konu “kâğıt parçasıydı, yok değildi” tartışmasının ötesinde, daha
travmatik bir duruma işaret ediyor.
Şudur:
Biricik görevi “sınırları korumak” olan ordumuzun bazı işgüzar
subayları, kendilerini siyasetin geleceği üzerinde söz sahibi
sanıyor.
Dünyanın her yerinde orduların görevi bellidir:
Emir gelirse, savaşırlar.
Emir gelmezse, kışlalarında bekler ve güçlerini tahkim ederler.
Başka da bir işe karışmazlar.
Meçhul muhbir subayın mektupları, bizde durumun hiç de öyle
olmadığını gösteriyor.
Dursun Çiçek’e atfedilen “Kaos Planı”ndan önce, yürürlük için sıra
bekleyen başka planlar da hazırlanmış.
Bu tür çalışmalar, genellikle emir-komuta zinciri içinde yapılır...
İşin içinde bir “müellif” varsa, müellifi yönlendiren bir de “üst
irade” vardır.
Kimliğini bilmediğimiz “üst irade”nin talimatıyla hazırlanmış
planlardan ilki, iki yıl kadar önce Taraf gazetesinde görücüye
çıkmıştı.
Buna “plan” demek ne kadar doğru olur?
Bir tür “durum tespit tutanağı”ydı.
Korgeneral rütbesini taşıyan “müellif”, bu kez, Türkiye’deki siyasi
gelişmeleri teşrih masasına yatırmıştı.
Okuyanlara, mutlaka “Size ne? Siz işinize baksanıza!” sorusunu
sorduracak tespit tutanağında, “2007 seçimleri sonucunda
milliyetçilik söylemleri ve politikalarının darbe aldığını kabul
etmek gerekmektedir. Seçim sonuçları ılımlı İslam’ın bir zaferi
olarak kabul görmektedir. Batının İslam karşıtlığının bu kadar
yaygın olduğu bir dönemde, İslamcı olarak niteledikleri bir
hükümeti bu derece desteklemeleri özellikle dikkat çekicidir”
türünden ifadeler yer alıyor
du.
Korgeneral rütbesini taşıyan müellif, sadece “durum tespiti”yle
yetinmiyordu.
İcabında tavır da koyuyordu.
Mesela, DTP’nin meclise girmesini “büyük talihsizlik” olarak
yorumluyordu.
Başka?
İktidar partisine oy veren seçmenleri “fütursuz” ve “cüretkâr”
davranmakla suçluyordu.
Başka?
TSK’yı destekleyebilecek kesimlerin son derece azaldığını; basın,
iş dünyası, ticaret odaları, sendikalar, üniversite camiasının bir
kısmının artık TSK karşıtı bir tutum içinde olduğunu, derhal bir
“imaj tazeleme çalışmasına gidilmesi” gerektiğini öğütlüyordu.
Meçhul muhbir subayın mektupları da gösteriyor ki, askerlerimiz,
askerlik dışında neredeyse her işle ilgili...
İşte, yine Taraf gazetesi eliyle görücüye çıkan 73 sayfalık
Genelkurmay andıcı...
Bu andıç, sivil toplum örgütlerini ve faaliyet kalemlerini ele
alıyordu.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den Rahmi Koç’a, Sabancı ailesinden
Eczacıbaşılar’a, Can Paker’den Oktay Ekşi’ye, TÜSİAD’dan TESEV’e
kadar kamuoyunca bilinen birçok isim ve kuruluşun fişlendiği andıç
belgesinde, ismi geçen kişi ve kuruluşlar ayrıca “Türkiye’yi bölmek
isteyen ABD ve AB’nin projelerini Türkiye’de yürütmek için birçok
fondan yardım almakla” suçlanıyordu.
Bu belge, ilgili komutanlara takdim edildi.
Muhtemelen “aferin” de aldı.
Fakat hiçbir komutan çıkıp da, “Bundan bize ne? Bu ülkede savcılar
var, mahkemeler var. Biz askeriz, askerliğimize bakarız!”
demedi.
Bunu diyebilecek bir “üst irade” oluşmadan, ordu asli görevine iade
edilmeden bu ülkede darbe geleneği bitmez.
Bir Dursun Çiçek gider, bin Dursun Çiçek gelir.
BİLAL ÇETİN'İN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA
Bilal Çetin: Belge soruşturması nereye varacak? (Vatan)
Ergenekon soruşturması kapsamında darbe hazırlığı gerekçesiyle
gerçekleştirilen hemen her gözaltı operasyonu, her dalga Türkiye’yi
derinden sarsıyordu. Fakat bu son olay, hepsinin ötesinde anlam ve
önem taşıyor.
Çünkü bugüne kadar yürütülen operasyonlar, aralarında bazı muvazzaf
subaylar da olsa daha çok emekli generaller, bazı öğretim üyeleri,
gazeteci-yazarlar ve genellikle de hükümete muhalif kesimler
üzerinden yürüyordu.
Dursun Çiçek imzalı “İrticayla Mücadele Eylem Planı” ile ilgili
soruşturma ise doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Genelkurmay’ın
kalbine, ordunun sinir uçlarının geçtiği merkeze yönelik.
Soruşturma nasıl yürütülecek, nasıl sonuçlanacak henüz bilmiyoruz.
Bilinen iki önemli unsur var. Birincisi, daha önce düzmece
olabileceği kanısı hakim olan ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral
İlker Başbuğ tarafından da “hiçbir hukuki değer taşımayan kağıt
parçası” diye nitelenen belgenin şimdi ıslak imzalı aslının
savcıların elinde oluşu.
İkinci nokta ise Genelkurmay bünyesinde hazırlıkları yürütülen bir
darbe girişiminin bütün aşamalarını bildiğini iddia eden adı
savcılarda gizli bir subayın ihbar mektubu ve tanıklık yapmaya
hazır olduğu beyanı.
Artık bu konu, açılım tartışmalarının bile önüne geçmiş ve
siyasetin, hatta ülkenin bir numaralı gündemi haline gelmiş
durumda.
Belgenin gerçekliği kabul edildiği andan itibaren şu nokta da ne
yazık ki kesinlik kazanıyor:
Genelkurmay bünyesinde siyasete ve siyasi iktidara karşı ciddi bir
müdahale hazırlığı yapılmış. Yani, demokrasiye ve anayasal düzene
karşı vahim bir suç işlenmiş.
İşte bu noktada İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı bu konuyu
soruşturuyor.
Genelkurmay da soruşturma açıldığını bildirdi ama asıl olan
İstanbul’da Ergenekon savcılarının yürüttüğü soruşturma.
Kritik soru şu:
Bu soruşturma belgenin altında imzası olan Kurmay Albay Dursun
Çiçek ve aynı dairede çalışan bir kaç alt rütbeli subayla mı
sınırlı tutulacak?
Bu işin üstünün örtülmesi, kırığın yen içinde saklanması olur.
Aksi olur, olay bütün yönleri ile soruşturulacak olursa ne
olacak?
İşte o zaman Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde çok derin, çok
kapsamlı bir cunta soruşturması gündeme gelecek. O soruşturmayı
acaba Ergenekon savcıları mı yürütecek yoksa Genelkurmay Askeri
Savcılığı mı?
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 26 Haziran günü
yaptığı açıklamaya dikkat edilecek olursa bu soruşturmanın TSK
içinde cadı avına dönüştürülmeden ancak bu demokrasi ve hukuk dışı
faaliyet içine girmiş bulunan, rütbe ve makamı ne olursa olsun
herkesi içine alabileceğini söylemek yanlış olmaz.
Çünkü Orgeneral Başbuğ o toplantıda demokrasi ve hukuk dışı
faaliyeti tesbit edilen hiçbir personelin TSK bünyesinde
barınamayacağı teminatını vermişti.
Bu durumda, eğer belgenin gerçek olduğu kesinlik kazanırsa o zaman
bu belgeyi hazırlama talimatını kim, hangi üst rütbeli komutan
verdi? Kim veya kimler onayladı? Daha sonra da kim veya kimler
niçin gizledi? Bütün bunlar açığa çıkarılacak.
Ergenekon savcılarının elindeki ihbar mektubunda bu belgenin
hazırlanışı ile ilgili çok önemli iddialar var. TSK bünyesinde
halen kritik görevlerde bulunan komutanların adı geçiyor bu ihbar
mektubunda.
Özetle bu soruşturma, demokrasi ve demokratik sürecin devamlılığı
açısından olduğu kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarının
korunması açısından da kritik önem taşıyor.
İSMET BERKAN'IN YORUMU BİR SONRAKİ SAYFADA
İsmet Berkan: Hükümeti düşürmek askerin işi midir? (Radikal)
Abdullah Gül yeni Cumhurbaşkanı seçilmişti. 2007 yılının 30 Ağustos
resepsiyonuna özellikle gitmek istedim. Acaba askerler yeni
Cumhurbaşkanı’na nasıl davranacaktı, acaba Cumhurbaşkanı
resepsiyona eşini de getirecek miydi?
O gün zaten kısmen ‘olaylı’ geçmişti. Harp Okulu öğrencileri cephe
selamını Cumhurbaşkanı’na doğru değil, komuta kademesine doğru
vermişlerdi. Hitaplarda ‘Sayın Cumhurbaşkanım’ yerine ‘Sayın
Cumhurbaşkanı’ denmişti.
Askerler, özellikle de komuta kademesindeki askerler için bir hayli
yorucu olan 30 Ağustos bayram koşturmasının son durağıydı
Genelkurmay Başkanı’nın verdiği geleneksel resepsiyon.
Cumhurbaşkanı’nın gelişini kaçırdım, aslında nasıl karşılandığını
da izlemek istiyordum. Ama herhalde olaysız ve usule uygun
karşılanmış olmalı ki diğer gazeteciler bir şey demediler.
Sonra kalabalık resepsiyon alanının kenarındaki bir düzlükte, yan
yana dizilen koltuklarda komutanlarla birlikte oturuşunu izledim.
Cumhurbaşkanı saygı görüyordu ama bu mesafeli bir saygıydı.
O gecenin izlenimlerini sıcağı sıcağına yazmıştım. Tamamen izlenim:
İki tane devlet vardı sanki, biri normal devlet, biri de askerlerin
devleti.
Sonuçta Abdullah Gül, Anayasa’da yazılan usuller uyarınca seçilmiş
ve cumhurbaşkanı olmuştu. Ama daha içe sindirilmiş değildi onun
Devlet Başkanlığı ve Başkomutanlığı.
Nasıl olur da içe sindirilmezdi, bunu anlamaya çalışıyordum.
Sonuçta Anayasa ortada, yasalar ortada. Meclis daha yeni seçilip
gelmiş Meclis, bir meşruiyet sorunu yok. Verilen oylar ortada.
Sırf siz beğenmiyorsunuz, benimsemediğiniz bir siyasi anlayıştan
geliyor diye bir Cumhurbaşkanı’na saygısızlık yapılabilir miydi?
Maalesef yapılıyordu, hala yapılıyor. Önümüz 29 Ekim Cumhuriyet
Bayramı. Yine Cumhurbaşkanı’nın eşini göremeyeceğiz. Bu da bir
saygısızlık değil mi, bir insana ‘Hayat arkadaşını buraya getirme’
demek? En azından gayrımedeni bir tutum.
Bu davranışlar zaman içinde aşıldı. O ilk günlerin ikili devlet
görüntüsü ortada yok. Cumhurbaşkanımızın Abdullah Gül isimli eski
Refah, Fazilet ve Ak Partili siyasetçi olduğu gerçeğini herkes
kabullendi.
Ama 2007’nin 30 Ağustos’unda bu kabullenmeden eser yoktu. Çok iyi
hatırlıyorum.
***
Bütün mesele şu tuhaf hiyerarşiden kaynaklanıyor. Bir halk var,
devlet onun sahibi ve efendisi, devletin sahibi ve efendisi de
ordu.
Oysa sıralamanın tam tersi yönde olması gerekir. Bir devlet var ve
bir de ordusu. Halk da onların sahibi ve efendisi.
Evet, eğer rol olsun diye değil, öyle söylemesi şık duruyor diye
değil, gerçekten demokrasi olacaksak sıralamanın böyle olması
gerekir.
Yaşadığımız sıkıntılı dönemlerin, seçilmiş siyasetçilerin karar
vermesi gereken konuların bile askere soruluyor olmasının vs.
sebebi, henüz söylediğim sıralamaya geçilememiş olması.
Öyle olunca, asker, kendini sadece Meclis ve hükümetin değil, bir
bütün olarak Anayasal düzenin de üzerinde görüyor, beğenmediği veya
sakıncalı olduğunu düşündüğü siyasi iktidarları yıpratmak için,
düşürmek için planlar hazırlamakta beis görmüyor, toplumu kendi
istediği gibi şekillendirme ümidiyle beceriksiz mühendislik
çalışmaları yapıyor, hatta ‘sivil toplum örgütü’ bile
kurduruyor.
Bu ülkede askerin kendi görev alanına çekilmesinin zamanı geldi de
geçiyor bile.
CENGİZ ÇANDAR'IN YORUMU BİR SONRAKİ
SAYFADA
Cengiz Çandar: TSK'yı kip yıpratıyor (Radikal)
Neyi tartışmalıyız?
‘Kâğıt parçası’nın kâğıt parçası olmayıp, altında Genelkurmay
Karargâhında görevli bir kurmay albaya ait olduğu kanıtlanmış
imzanın bulunduğu ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’ ve bu arada
ortaya atılan Eylül 2007 tarihli ‘Bilgi Destek Planı’ gibi
metinlerden ötürü bunların sorumlularının hesap vermesini mi; yoksa
bunların medyaya kim tarafından niçin ve neden bu ‘zamanlama’yla
sızdırıldığını mı?
Ahmet Altan dün Taraf’taki bu ‘absürd’ hali ‘Cuntayı açıklama vakti
ne vakittir’ başlıklı yazısında ti’ye alıyordu:
“Ne zaman ordunun içinde hukuksuz işler döndüğünü ortaya koyan bir
belge yayınlansa, televizyon ve gazetelerde aynı laflara
rastlıyoruz.
‘Bu belge niçin şimdi ortaya çıktı?’
En çok belgelerin ortaya çıkmasının ‘zamanlamasıyla’ ilgililer.
Doğrusu çok merak ediyorum, ordunun içindeki cuntaların ve darbe
hazırlıklarının ortaya çıkmasının ‘en uygun’ ve ‘en doğru’ zamanı
ne zamandır?
Ne zaman Türk basını bu haberleri ciddiye alabilmek için ‘müsait’
olabilir acaba?
Bu basın, neredeyse ordunun ‘mütemmim cüzü’ haline gelmiş, ordunun
darbe hazırlığı yapması, içinde cuntalar barındırması onların hiç
ilgisini çekmiyor.
‘Bir ordunun içinde bu cuntaları kim kuruyor, kim darbe belgeleri
hazırlanması için emir veriyor’ diye soran pek yok. Sanki darbe
yapmak, cunta kurmak dünyanın en doğal işi.
Onlara göre tuhaf olan bunların belgelenip gazetelerde
yazılması...”
Tabii, bu saptama basının bir bölümü ve basındaki bazıları için
geçerli. Ve yine tabii ki, böyleleri basında bir hayli yer
kaplıyorlar. Böylelerinin medyadaki mevcudiyeti Genelkurmay’ı da
kesmiyor ki, Genelkurmay Başkanlığı’nın
önceki gece yayımladığı bildiri medyayı hedef alıyor.
Yani basında işgal ettikleri mevkiler ve yer ‘güneşi balçıkla
sıvamaya’ yetmediği için söz konusu cunta ve darbe ile ilişkili
belgelerin medyada yer alması, besbelli Genelkurmay’ı rahatsız
etmiş, bildirinin 8. Maddesinde şöyle deniyor:
“Şayet ortada delil değeri taşıyan bir belge mevcut ise, bunun
bulunması gereken yerin basın organları değil, yetkili soruşturma
makamları olduğunda şüphe bulunmamaktadır. Bu nedenle, 24 Ekim 2009
tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nca yapılan açıklamada adlî
makamlara gönderildiği öne sürülen ihbar mektubunun, soruşturmanın
gizliliği ilkesi ihlal edilerek basına sızdırılmasının ve bunun ne
amaçla ve kimler tarafından yapıldığının düşünülmesi gereken bir
nokta olduğuna dikkat çekilmiştir.”
28 Şubat’ta beni de hedef alan ve benzerleri daha sonra defalarca
ortaya çıkan o ‘andıç’ adındaki ‘kirli tertip’e ilişkin Genelkurmay
tarafından bir duyarlılık gösterilseydi, ‘soruşturmanın gizliliği
ilkesi’ yerine getirilerek sorumlulara ilişkin bir işlem
başlatılsaydı, Genelkurmay açıklamasının yukarıya alıntıladığımız
8. maddesi bir anlam taşırdı.
***
Ne yazık ki, şimdi taşımıyor. Şimdi taşımıyor çünkü bir kez daha
Genelkurmay, atın önüne arabayı koyuyor izlenimi veriyor.
Genelkurmay’ın okları cunta oluşumu ve darbe hazırlıklarına dair
‘ihbar mektubu’nun sahibine ve buna yer veren medyaya yönelik.
Kendi bünyesi içinde var olduğu öne sürülen (hadi ‘anlaşılan, belli
olan’ demeyelim) cunta oluşumu ve darbe hazırlıklarına ilişkin
kesin bir dil kullansa, bunların Silahlı Kuvvetler bünyesinden
mutlaka ayıklanacağı konusunda bir ‘güvence’ verse, alıntıladığımız
bildirisindeki
o cümleler değer ifade edecekti.
Bu kadar ciddi konularda ‘delillerin karartıldığı’na ilişkin güçlü
bir izlenim kamuoyuna -hem de hiç haksız olmayan biçimde- yerleşmiş
olduğuna göre söz konusu belgelerin basın organlarında yer alması
bir ‘hukuk devleti ilkesi ihlali’nden ziyade ve tam tersine ‘hukuk
devleti arayışı’ için bir katkı haline dönüşüyor.
Niçin şimdi cinsinden ‘zamanlama’ sorusunu, bu soru sürekli ‘esası
kaçırmaya’ ve ‘yan yollara sapmaya’ yöneldiği için bir yana
bırakıyorum.
Varsayalım ki, Ak Parti hükümeti ‘Açılım’ konusunda tıkandı ve bu
nedenle ağır eleştiri bombardımanı altına girmek ile yüz yüze kaldı
ve bu nedenle ‘gündem değiştirmek’ amacıyla ‘ihbar mektubu’ ve
‘ıslak imzalı belge’yi su yüzüne çıkarttı; ne fark eder?
Hükümeti devirmeyi öngören ve 2009 tarihli ‘İrtica ile Mücadele
Eylem Planı’ ile 2007 Eylül tarihli (yani Cumhurbaşkanlığına
Abdullah Gül’ün seçilmesinden hemen sonra) ‘Bilgi Destek Planı’
böylece meşrulaşmış mı olacak?
Bu ‘belgeler’in gerçekliği ve ‘gayrımeşru’ hatta daha da öteye
‘suç’ niteliği ortadan mı kalkmış olacak?
Bunları Türkiye halkı bilmemeli ve öğrenmemeli miydi?
Bu arada İstanbul Başsavcı Vekili ‘orijinal’ olduğu iddia edilen
belgenin kendilerine 12 gün önce posta yoluyla ulaştığını dün
açıkladı. 12 gün geriye gittiğiniz takdirde ‘zamanlama’yla ilgili
dolaşıma sokulan ‘komplo teorileri’ yerle bir oluveriyor.
***
Taha Akyol’un dünkü Milliyet’te askerlere neyi, niçin düşünmeleri
için yaptığı çağrıya imzamı atıyorum:
“Askerler bütün ciddiyetiyle düşünmelidir ki, Türk Silahlı
Kuvvetleri, sadece geçmiş darbe
ve müdahalelerle değil, bu tür ‘andıç’ ve ‘provokasyon’
belgeleriyle hayli zedelenmiş bir görüntü sergiliyor. Ordunun
itibarına çok zarar veren bir tablodur bu.
Dahası ‘Komutan’dan habersiz, gizli çalışmalar yapan, bilgi
sızdıran, bilgi tertipleyen, bilgi
yok eden, hatta komutanı yanlış bilgi veren bir ‘Karargâh’
görüntüsü var ortada!
... Askerler bir de şunu düşünmeli: Niye öyle birkaç yıldır değil,
en azından yarım yüzyıldan beri darbeler, cuntalar, müdahaleler,
provokasyonlar, andıçlar söz konusudur?
Bu problem, ‘bilgi sızmasını önlemek’ gibi teknik bir sorun değil,
‘askeri ideoloji’ ile ilgili ciddi bir sorundur. TSK artık ‘toplum
mühendisliği’nin çağının geçtiğini görmeli; Harbiye’den itibaren
eğitimini buna göre
gözden geçirmelidir...”
Yoksa?
Yoksa böyle olur işte.
TSK yıpranır. Bizzat kendi eliyle...
FATİH ALTAYLI'NIN YORUMU BİR SONRAKİ
SAYFADA
Fatih Altaylı: Belge neden 5 ay saklandı (Habertürk)
DEMOKRASİYE komplo belgesi olarak adlandırılan belgenin "ıslak
imzalı" orijinalinin "ihbarcı bir subay" tarafından Ergenekon
savcılarına yollandığı ve ekinde başka belgelerin de bulunduğu
iddiasına iyiden iyiye inandırıldık.
Belgenin "varlığından" artık hiç kimsenin şüphesi yok.
Yarın öbür gün bunun yalan olduğu ortaya çıksa bile kimse
inanmaz.
Ancak benim merak ettiğim bazı noktalar var.
Özellikle de "ihbarcı subayla" ilgili.
Demokrasiye komplo belgesi olarak adlandırılan çalışmanın varlığı
Taraf Gazetesi aracılığıyla basına yansıyalı hemen hemen 5 ay oldu.
Önce Taraf Gazetesi belgeyi yayınladı. Sonra biz belgenin
orijinalinin ortada olmadığını ve savcılıktakinin fotokopi olduğunu
duyurduk.
Ortalık birbirine girdi.
Fotokopiden bir tespit yapılamayacağı söylendi ve belgenin
orijinaline kimse ulaşamadı. Aradan 5 aya yakın bir süre geçti.
Ve birdenbire "ıslak imzalı orijinal" belge ortaya çıktı.
Ergenekon savcılarından dün yapılan açıklamaya göre belge savcılığa
14 Ekim günü yollanmış.
Oysa ihbarı yapan kişiye göre bu belgeyle ilgili Genelkurmay'daki
"yok etme operasyonu" haberin basında yer aldığı gün, yani 5 ay
önce yapılmış.
Buna göre ihbarcı, Genelkurmay'daki bu belgeyi 5 ay önce "yürütmüş"
olmalı ki, Genelkurmay'daki temizlik sırasında bu belge bulunamamış
ve yok edilememiş.
Şimdi benim merak ettiğim şu:
Meşhur ihbarcı subayımız bu belgeyi hangi amaçla 5 ay boyunca
saklamış?
Belgenin varlığını neden önce Genelkurmay Başkanı'na kimliğini
saklayarak da olsa bildirmemiş?
5 ay boyunca kendine sakladığı bu belgeyi bugün ortaya çıkarmasına
neden olan etken ne?
İhbarcı subay eğer dediği gibi mahkemede şahitlik yaparsa bu
soruların yanıtını öğrenme şansımız olacak.
Tabii sorulursa.