İlk günahı İsrail işledi

Abone ol

Tahran masum değil, ama İsrail'in bölgenin ilk nükleer silahına sahip ülke olduğu unutuluyor.

İran'ın nükleer silah geliştirme çabasının tehlikeli olduğuna dair yaygın bir kanı var, ama bunun en belirgin sebebine çok az dikkat ediliyor: Ortadoğu'da zaten bir nükleer güç var. Adı İsrail ve bu konudaki tekelini korumakta ısrarlı. Bugünkü krizi on yıllar öncesinden öngörmek mümkündü; kriz, Batı'nın dostu veya düşmanı ikinci bir nükleer gücün ortaya çıkmasıyla otomatik olarak tetiklenecekti. İran bu olasılığa dahil 'en az dostane' ülke, bu da krizin doğmasından ve çözülmesinden tek başına İran'ın sorumlu olduğu yönündeki yaygın kanıyı pekiştiriyor. Peki İran gerçekten tek sorumlu mu?

İran'ın masum olmadığı kesin. Öncelikle, nükleer silahlanma çabası, zaten sallantıda olan uluslararası silahsızlanma rejimine ciddi darbe vuruyor. İkincisi, büyük bir sahtekârlık yapmış olacak. Üçüncüsü, ABD fiili veya potansiyel nükleer güçleri sorumlular ve sorumsuzlar diye ikiye ayırıyor; zaten 'haydut devletlerin' en beteri addedilen İran, bu ayrımın sorumsuzlar kısmında yer alacak. Bir 'haydut devlet', baskıcı, ideolojik olarak zıt ve Amerikan karşıtı olmasının yanı sıra, saldırgan tabiatını oransız askeri gücüyle birleştirir, kurulu düzene daimi tehdit oluşturur. İran'ı bu bağlama yerleştirmek için, 'İsrail'i haritadan silmekten' dem vuran yeni cumhurbaşkanı yeterli.

'Haydut devlet' hangisi?

Ama, Ortadoğu'daki nükleer krizde, ilk günahı işleyen de İsrail'in kendisi. Nükleer silahların azaltılması anlaşması herkesi kapsıyor: Bir çatışma kuşağında bir taraf nükleer silah edinirse, hasmından aynısını yapmaması beklenemez. İsrail bunu önceden ihlâl ettiği için, olacakların sorumluluğunu da taşıyacak. İkincisi, İsrail sahtekârlıkta İran'dan aşağı kalmadı; nükleer silah elde ettiği dönemde nükleer silahların azaltılması anlaşması henüz ortada olmasa da, sadece ABD'yi kandırdı. İsrail'in yalanının neyi işaret ettiğini bilen CIA, nükleer kapasitenin İsrail'i Araplar karşısında daha çok değil daha az uzlaştırıcı kılacağı uyarısı yapmıştı; İsrail yeni 'psikolojik avantajlarını' Araplara 'gözdağı vermek' için kullanacaktı.

Üçüncüsü ise İsrail'in nükleer silahların sorumsuzca kullanımına gerçekte ne anlam atfettiği noktasında düğümleniyor. Elbette İsrail nükleer gücü daima 'Samson seçeneği' diye meşrulaştırdı, kendisini yıkmak isteyen komşularına karşı son çareydi bu. Bugün böyle bir tehdit yok; soru bunun vaktiyle niye olduğu. Cevabın büyük kısmıysa şu: Daima 'haydut devlet' gibi davranan İsrail, Ortadoğu'daki kurulu düzeni, şiddet ve etnik temizlik yoluyla altüst ederek varlık kazandı. Böyle bir yerleşimci-devlet gerçek meşruiyete, bir entegrasyonla ulaşabilirdi sadece. Bu da Filistinlilerin ihlâl ettiği haklarını kuruluş ve büyüme sürecinde geri vermesiyle mümkündü.

En dipte ise şu bitmek bilmez 'barış sürecinin' neyle ilgili olduğu var. Dünya, o sürecin en altında yatan anlaşmaya dair geniş bir tanıma sahip. Avrupa sömürgeciliğinin sona ermesi sırasında norm haline gelen, 'yerli halkın tümüyle özgürleşmesi' kavramını içermiyor bu anlaşma; mağlup Filistinliler, İsraillilerden çok daha fazla ödün vermek zorunda bırakılıyor.

Ama barış bir türlü gelmiyor, zira İsrail azıcık ödün vermeye bile direniyor. Ezici üstünlüğüne nükleer gücü de ekleyerek, ödünsüzlüğü güvence altına alıyor. Şimon Peres'e göre, "Üstün bir nükleer sisteme sahip olmanın anlamı, onu zaruri amaçlarla kullanma şansıdır, yani diğer tarafı İsrail'in siyasi taleplerini kabule zorlamak". Stratejist Moşe Sneh ise "İsrail-Filistin müzakerelerinin, İran'ın atom bombasının gölgesinde yapılmasını istemem". diyor. Sanki Araplar, 40 yıldır İsrail'in atom bombasının gölgesinde müzakere yürütmüyor...

Söz konusu nükleer krizin gidebileceği üç yol var. Birincisi İsrail, 'ilk günahının' rakipsiz kalmasında ısrar eder ve bunu başarır. Zira, nükleer bir İran'ı kabul edilemez bulan 'dünya', İsrail'in tarafında. Oysa krizi tehlikeli hale getirecek olan İran'ın İsrail'e saldırma riski değil, İsrail'in İran'a saldırması veya ABD'nin bu işi üstlenmesi. İsrail'in nükleer cephaneliği veya onu koruma ısrarı, hamisi olan ABD'ye karşı kullandığı diplomatik bir araç haline geldi.

Bu da Amerika'nın kendi 'ilk günahının' mirası, yani başta nükleer İsrail'i kabul etmesinin. Böylece, Amerikalı stratejist Mark Gaffney'in yazdığı gibi, 'İsrail'in dış politikasını kontrol etmesine izin verecek kadar kör ve aptal' bir süper güç çıktı ortaya. Gaffney, ABD'nin İran'a saldırısının, Hannibal'in zayıf ordusunun Roma birliklerini katletmesiyle kıyaslanabilecek bir felaketle sonuçlanabileceğini belirtiyor. İran'ın elindeki 3M-82 Moskit füzeleri, İran Körfezi'ni ABD için ölüm tuzağına çevirebilir. İran'ın yol açabileceği bölgesel tahribat düşünüldüğünde, bizzat Bush yönetiminden gelen işaretler ABD'nin Tahran'ın nükleer programını devam ettirmesini engelleyecek bir şey yapamayabileceğini gösteriyor.

Caydırma barış getirmez

Bu da krizin gidebileceği ikinci yolu işaret ediyor: İsrail nükleer tekelinden geri adım atmak zorunda kalır ve Ortadoğu 'caydırıcılık dengesine' oturur. Mollaların da nükleer silahlarını İsrail gibi siyasi amaçlar için kullanacağı açık. Fakat, 'varoluş' amacıyla olmasa da, İran'ın da nükleer çabasının özünde savunma amacı olduğu söylenebilir.

Üçüncü yol ise İran'ın nükleer arzularından vazgeçmesi; ama bunun gerçeklemesi İsrail'in de aynısına razı olmasına bağlı. Bunun nedeni, sadece silahsızlanmanın özünde karşılıklılık olması değil, ABD'nin de bölgeye yaklaşımını toptan değiştirecek olması. Böyle bir gelişmenin, nükleer krizin ötesinde etkileri olabilir. İsrailli askeri analist Ze'ev Schiff'e göre, "Nükleer caydırıcılık dengesinden kaçınmanın tek yolu, İsrail'in bu alanda hâlâ tekel konumundayken, kalan zamanı barış için kullanması... Barış çerçevesinde, nükleerden arındırılmış bir kuşak oluşturulabilir". Ama bu yanlış bir öngörü.

İsrail'in barış için ihtiyaç duyduğu, mutlak güvenlik isteğiyle gelen inatçılık değil, güvensizliğin yaratacağı ödün verme durumu. Dünyanın İran'a odaklandığı şu günlerde yukarıda söylenenler ütopik gelebilir, ama böyle bir niyet gerekiyor. Zira ABD'nin İran'a saldırması, zaten doruktaki Batı karşıtlığını ateşleyecek, İsrail'in bölgede kabul edilme umutları iyice suya düşecek.

(David Hirst/Guardian'ın 1963-2001 arası Ortadoğu muhabiri, 4 Nisan 2006)

Radikal

Günün Önemli Haberleri