Hüsnü Mübarek veda konuşmasını yapmadan önce bayılmış; sonra
tekrar ayılıp saltanata veda etmiş.
Gazetelerde, televizyonlarda yayınlanan yüzünü dikkatle
inceliyorum.
Donuk, sevimsiz ifadesiyle sonsuza kadar yaşayacakmış
gibi bakıyor.
Mensubu olduğu din, bu dünyanın geçiciliğine
hükmediyor; hesap gününe inanmayı şart koşuyor;
özellikle de yönetenlere, adaleti emrediyor ama o,
“İslam Âleminin Lideri” olarak, gözleri görmeden, kulakları
duymadan yaşıyor.
Halkı yokluk içinde kıvranırken, 80 milyar dolarlık
servetini, İsviçre’ye; bayrağında haç işareti olan
o ülkeye kaçırıyor.
Çoğu Musevi sermayesinin kontrolündeki, Vodafone, McDonalds,
Chili’s, Hyundai, Skoda, Marlboro, Movenpick gibi dünyaca ünlü
markaların Mısır'daki hisse ve şirketlerinin de sahibi olduğu
ortaya çıkıyor.
Kendisi Müslüman.
Adı da “Mübarek”.
Ahret gününe inanmasa da kadere inanması gerektiğini
öğreniyor.
Ne yazık ki; İslam dünyasının neredeyse tamamında durum
aynı.
Baştakiler servet içinde yüzüyor; halk sürünüyor,
eziliyor.
Başbakan Erdoğan’ ın söylediği gibi; “hepimizin gideceği
yer iki metrekarelik bir çukur” ama onların gözü o çukura
girene kadar doymuyor.
Sözü edilen o “adil sultanlara” bu coğrafyada
rastlanmıyor.
Yoksulluk Müslüman halkların kaderi gibi.
Gelir dağılımında müthiş bir adaletsizlik söz konusu.
Dinimiz, bu en büyük insanlık ayıbını ortadan kaldırmak
için zekât vermeyi şart koşuyor ama Kuran-ı
Kerim’de en sık tekrarlanan
ibadetlerden olan zekâtın hakkıyla yerine getirilmesi konusunda
hiçbir hassasiyet gösterilmiyor.
Herhangi bir Müslüman Liderin ortaya çıkıp da bu işin takipçisi
olduğunu gördünüz mü hiç?
Zaten kendileri doğru dürüst zekâtlarını verse, belli ki
ülkede yoksul kalmayacak.
Milyar dolarla, yüzlerce ton altınlara ifade edilen kaçak
servetler bunun ispatı!
Ancak onlar, zekâtı bu şekilde anlamazlar.
Kardeşim, Yemenli üst düzey yöneticilerin yakınlarıyla
ortak bir şirket kurmuştu.
Ortaklarının yaşadığı lükse hiçbir ülkede rastlamadığını
söylüyordu.
“Adamlar saatler süren ziyafetler veriyor; insanüstü
yemek yiyor; bu arada tıpkı filmlerdeki gibi onlarca insan,
restaurantın vitrinine burunlarını dayayıp, onları izliyor; ben
dışarıdakilere bir şeyler vermek isteyince de kızıyorlar”
diye anlatıyordu.
Para içinde yüzen, Müslümanlık deyince mangalda kül bırakmayan
bu iktidar ortakları, sokağa çıkarken ceplerine bozuk para
dolduruyor, el açan dilencilere dağıtıyorlarmış.
“Bu ne için?” diye sorunca da, “zekât, zekât!”
diyorlarmış.
Kimi kandırıyorlarsa!
“Kandırmak” ve “aldatmak”
deyince; dinimizin yasakladığı bu iki büyük günah da, İslam
ülkelerinin kaçamadığı gerçeklerden.
Tarafsız uluslararası kuruluşların yayınladığı raporlar,
rüşvet ve yolsuzlukta, Ortadoğu ve Kuzey
Afrika’daki Müslüman ülkelerin “liste başı”
olduğunu ortaya koyuyor.
Liste başı oldukları diğer bir konu da, insan hak ve
hürriyetleri ihlalleri.
İslam coğrafyasında bizim dışımızda neredeyse hiçbir ülkede
demokrasinin gerçek anlamda varolduğunu söyleyemeyiz.
Bu nedenle Okyanus ötesinden demokrasi bahanesiyle uzanan ellere
sesimizi çıkaramayız.
Kadın haklarını ise, kendi içimizde bile hazmedemeyiz.
İslam ülkeleri olarak, “bir olmayı”, dayanışmayı da
beceremeyiz.
Filistin sorununda, Kıbrıs meselesinde, Karabağ’da, Bosna’da,
Doğu Türkistan’da tek yumruk olamayız.
Kısacası bugün, İslam ülkelerinin neredeyse
tamamında dinimizin özüne uygun bir yönetim tarzından ve yaşam
biçiminden söz edemeyiz.
Üstelik İslamiyet’e taban tabana zıt olan bu sistemler,
eksenlerine “din”i oturtmuş durumdalar.
Toplumlar aydınlanmadan, halk bilinçlenmeden, dinimizin
gerçekleri tam olarak öğretilmeden de bu düzenin değişmesi mümkün
değil.
Bunu yapacak tek kurum da; İslam Konferansı
Örgütü.
Diktatörlerin birer birer kepinin düştüğü bu süreci fırsat bilip
de, İslam Âlemini dinimizin ışığı ve gerçekleri etrafında
birleştirebilirse asıl kalıcı devrim gerçekleşmiş olur.