İbn Arabinin baş eseri
Abone olKendisine “En büyük şeyh” diyenler de, “En büyük kâfir" diyenler de oldu.
Muhyiddin Arabî, 38 ciltlik bu kitabını Mekke’de yazmıştır. Şimdi de bu büyük seriyi Litera Yayıncılık 18 cilt olarak aslına sadık kalarak, 2006 yılı başından itibaren yayınlamaya başladı.
Arabî bu kitabında hayata dair her alanda; yani bilim sanat, düşünce ve din alanında, vahdet-i vücut, yani, varlığın birliği ana fikri etrafında insanı, insanın inişli çıkışlı hayat hikâyesini anlatmıştır. Bu kitap insanın hayat hikâyesinin kitabıdır. Arabî bu kitabında birbiriyle bağlantısız yüzlerce konuyu bir bütünlük içinde toplamayı başarmıştır.
Fütuhat, İslam düşünce tarihi üzerine benzersiz bir eserdir. Arabî’yi, diğer İslam âlimlerinden ayıran, onun bütün konulara pozitif ve çok iyimser bir yaklaşım içinde olmasıdır. O diğerleri gibi hiçbir konuda katı, eleştirel ve fikirlerinden dolayı kimseyi dışlayıcı değildir. Allah’ın bilme sıfatından dolayı hiçbir bilginin saklanamayacağını düşündü için, o daha öncekiler tarafından gizem kabul edilen şeyleri bile saklama gereği duymaz. Oysa ondan önceki tasavvuf üstatları, “ Halk anlamaz, karışıklığa sebep olur” diye, bütün mistik bilgileri saklı tutmuşlardır. Bu yüzden, Arabî çok eleştirilmiş ve bazı katı din bilginlerince dışlanmıştır. Kendisine “En büyük şeyh” diyenler de, “En büyük kâfir” diyenler de olmuştur.
Bu kitaplarda da görüleceği gibi, Arabî’de herkesi şaşırtan bir bilgi kaynağı vardır; bilgileri direk vahiyle aldığını iddia eder. Olayları tam bir metafizikçi gözüyle ele alır.
Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı tercüme ödüllü
Fütuhat, sade ve akıcı bir üsluba sahiptir. Bazen konuların derinliği dolayısı ile, üslubun ağırlaştığı bölümler olsa da, böyle büyük kapsamlı kitaplardan beklenmeyecek kadar sade ve akıcı bir üslubu vardır. Kitap bir sohbet havasında yazılmıştır.
Şimdiye kadar 8 cildi yayınlandı. Kitapların kalın ciltleri, kimsenin gözünü korkutmasın. Bu kitaplar güzel bir Türkçe ile ve ansiklopedi gibi farklı bölümler halinde hazırlanmış. Bu yüzden, hangi konuda bilgi edinmek istiyorsak, o konuyu açıp okuyabiliyoruz, çünkü her bölüm birbirinden bağımsız durumda. Hatta her bölümü ayrı bir kitap olarak bile düşünebiliriz. Mistisizm ve tasavvufla ilgilenen herkesin evinde olması gereken kitaplar bunlar. İnsanı sıkan, akıl öğreten bir ifadesi yok. Kitapları okurken, dizinin dibine oturup, bize masallar anlatan ve daldan dala atlayan yaşlı bir “Pamuk Dede” ile, sohbet ediyor gibi oluyor insan. Kitaplarda hepimizin bildiği sıradan bilgilerle, en uçuk metafizik bilgiler bir arada verilmiş. Nereyi beğenirsek orasını okuyabiliriz. Fakat şaşkınlıktan şaşkınlığa düşürecek bilgilerle karşılaşacağımız kesin. Alıp arada sırada bir bölüm okumak herkese iyi gelecektir.
Tekrar ediyorum, kitapların kalınlığından korkmayın. Ansiklopediler de kalın, ama kimseyi korkutmuyor, herkesin evinde bir serisi var. Bu da, yeni ve çok heyecanlı bir seri olacak. İyi okumalar!
Denizden bir damla almanın nasıl faydası olur bilemem ama, gene de bir iki cümle sunayım:
“Allah, Ahiret’te insanı kuyruk sokumundan yaratır. Kuyruk sokumu bu dünya yaratılışından kalan tek kısım ve köktür. Bu kısım eskimeye tabi olmaz” Cilt:2
“Allah ilk feleği yarattığında, onu burçlar diye isimlendirdiği 12 kısma ayırmıştır. Bu “Burçlar sahibi semaya yemin olsun ki!” diye, Buruc suresinde söylenmiştir. …Gezegenler dolaşırken bu burçları kat eder. Bu dolanım sebebiyle, Allah doğal ve unsurlar âleminde yaratmak istediği olayları da meydana getirmiş olur.” Cilt:1
(Mukadder Altaylı)
Muhyiddin İbn Arabi kimdir.
Muhyiddin İbn-i Arabi, Muvahhidun döneminde 27 Ramazan 560’da Mürsiye (Murcia), İspanya’da doğdu. Bilinmeyen bir sebeple 8 yaşında ailesiyle birlikte İşbiliye’ye (bugünkü Sevilla) geldi (muhtemelen babasının memuriyeti nedeniyle). Ailesi Arap Tayy kabilesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılıyor. Akrabaları arasında tasavvufî bilgilere sahip kimseler vardı. Dayısı Ebû Müslim el-Havlânî de, kutubların büyüklerinden sayılır..
İlk tahsilini bu şehirde yaptı, uzun bir süre burada kaldı. Çocuk yaşlarında 'Ahmed İbnu’l-Esirî' adında genç bir Sufi ile arkadaş oldu. İbnu'l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık Halvet'e çekilmiş her sahada ve özellikle tasavvufî marifetler sahasında hiçbir şey bilmezken ve bu hususta hiçbir kitap da okumadan, keşif ve keramet yoluyla birçok şeylere muttali olarak halvetten çıktı.
Endülüs'de bir süre daha kaldıktan sonra, seyahate çıktı. Şam, Bağdad ve Mekke'ye giderek orada bulunan tanınmış alim ve şeyhlerle görüştü. 1182'de İbn-i Rüşd ile görüştü. Bu görüşmeyi eserinde anlatır. Bu İbnu Rüşd’ün bilgi'nin akıl yolu'yla elde edileceğini söylemesiyle meşhur olduğu yıllardır. 17 yaşındaki genç Muhyiddin gerçek bilgi'nin sadece aklımızdan gelmediğine, böyle bir bilginin daha çok ilham ve keşf yoluyla elde edilebileceğine inanmıştı.
Bu senelerde 'Şekkaz' isminde bir şeyh'le tanıştı. Bu zat küçük yaşlardan itibaren ibadete başlayan, Allah korkusu taşıyan, hayatında bir kerecik olsun ‘ben’ dememiş olan ve uzun uzun secde eden bir kimsedir. Muhyiddin o ölene kadar onunla sohbete devam etti. 1182-1183'de İşbiliyye’ye bağlı Haniyye’de 'Lahmî' isimli bir şeyhden, bu zatın adını taşıyan bir mescidde Kur'an dersi aldı.
1184-1185'de 'Ureynî' isimli bir şeyh’le tanıştı. Eserlerinde Ondan ilk hocam diye bahseder, çok faydalandığını söyler. 'Ureynî', Ubudiyet [kulluk] meselesinde derin bir bilgiye sahipti. Bu yıllar'da 'Martili' adlı bir şeyhten de istifade etti. Ureynî O’na:’Sadece Allah’a bak’ derken Martilî‘Sadece Nefsine bak, nefsin hususunda dikkatli ol, ona uyma’ diye öğüt vermişti. Martilî’ye bu zıt önerilerin içyüzünü sordu. Bu zat, kendi nasihatinin doğruluğunda ısrar edecek yerde, ‘Oğlum, 'Ureynî'’nin gösterdiği yol, doğru yolun ta kendisidir. Ona uyman lazım. Bizim ikimiz de, kendi halimizin gerekli kıldığı yolu sana göstermiştir’ dedi.
Bu yıllar'da İşbiliyye’de Kordovalı Fatma adında yaşlı bir kadına (tanıştıklarında 96 yaşındadır) 14 sene hizmet etti. Bu kadın, erkek ve kadınlar arasında müttaki ve mütevekkile olarak temayüz etmişti. Çok iyi bir kimseyle evliydi. Yüzü o kadar güzeldi ki, İbn Arabi onun yüzüne bakmaktan utanırdı.
1189'da Ebu Abdullah Muhammed eş-Şerefî adında biriyle tanıştı. Kendisi doğu İşbiliyye’li olup, Hatve ehlindendi. Beş vakit namazını Addis Camii'nde kılardı. İbadete aşırı düşkünlüğünden namaz kılmaktan ayakları şişerdi.
Arabi, İşbiliyye’deyken (1190) hastalandı. Okuma kabiliyyet'ini kaybetti. 2 Yıl bu halde kaldıktan sonra 589'da (Hicri) Sebte Şehri'ne giderek orada ahlak makamına erdiğini söylediği İbnu Cübeyr ile tanıştı. Bir süre sonra İşbiliyye’ye döndü. Aynı yıl Tlemsen’e geldi. Burada Ebu Medyen (ö.594)[1] hakkında gördüğü bir rüyayı anlatacaktır.
1196'da Fas’a gitti. Orada yaptığı Seyahatler sırasında büyük şöhret kazandı. 1198'de tekrar Endülüs’e geçti. Gırnata Şehri dolaylarındaki Bağa kasabasında Şekkaz isimli bir şeyhi ziyaret etti. Onun Tasavvuf yolu'nda karşılaştığı en yüce kimse olduğunu söyler. 1199-1200'de İlk defa Hac için Mekke’ye gitti. Orada [el-Kassar] (Yunus ibnu Ebi’l-Hüseyin el-Haşimi el-Abbasi el-Kassar) isimli bir şahıs'la sohbet etti. Hac’dan sonra Mağrib’de, oradan da Ebu Medyen’in şehri olan Becaye'de bulundu. Bir süre sonra tekrar Mekke’ye geldi ve "Ruhu’l-Quds", "Tacu'r-Rasul" adlı eserler'ini yazdı.
1204'de Medine, Musul, Bağdad'da bulundu. Musul'da, "et-Tenezzülatu'l-Musuliyye" yi yazdı. Musul’dan ayrıldıktan sonra Konya’ya geldi. Orada tanıştığı Sadreddin Konevi’nin dul annesi ile evlendi. Konya’da iken "Risaletü’l-Envar" ı yazdı. Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram gördü. Sonra Mısır’a geçti; tekrar Mekke’ye geldi ve burada bir süre kaldı. Mekke'de el-Futuhatu'l-Mekkiyye, Fusus'u rüya'da gördüğü Peygamber'in emriyle ve O'nun istediği şekilde yazdığını, bu eserin önsöz'ünde belirtir.
"Veliler bilgilerini, peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan almaktadırlar." Bağdad ve Halep’de bir süre dolaştıktan sonra 612/1215 de tekrar Konya’ya geldi. 617 de Şam’a yerleşti. Zaman zaman civar şehirlere seyahatler yaptı. 638 de 22 R.Evvel’de (1239) Şam'da öldü. Kabri Şam şehri dışında Kasiyun Dağı eteğindedir. 1500'lerin başında Sultan Selim, Şam’ı Osmanlı toprağı yaptığında oraya türbe, camii ve imaret inşa ettirdi.