Hz Muhammed (s.a.v.) içimizden biriydi. Onun da hüzünlü anları olduğu gibi, sevinçle anları olurdu. Sevinçli bir haber aldığı veya hoşuna giden bir şey gördüğü ya da duyduğu zaman mübarek yüzü aydınlanır, etrafı da aydınlatırdı. Canlarını uğruna feda etmekten çekinmeyen Sahabilerinden birisini gördüğü zaman tebessüm eder, gönüllerini alırdı. Cerir bin Abdullah, "Resulullah (a.s.m.) beni gördüğü zaman mutlaka yüzüme gülümserdi" diyor. "Kardeşine güleryüz göstermen senin için bir sadakadır" buyuran Peygamberimiz, bu örnek davranışı kendi şahsında uyguladığı gibi, ümmetinin aynı şekilde hareket etmesini tavsiye ediyordu. Evde de hep güler yüzlü olurdu. Peygamberimizin evdeki halini soran sahabilere, Hz. Aişe'nin cevabı şöyleydi: "O, insanların en yumuşak kalplisi ve iyilik yapmayı çok sevendi. Onun evdeki hali sizlerden biri gibiydi, ancak güleç yüzlü ve mütebessimdi." Peygamberimizin gülümsemesine sebep olan şeylerin çoğu uhrevi meselelerle ilgili işlerdi. Hz. Enes anlatıyor: "Bir gün Resulullah aramızdaydı. Biraz uyudu, sonra gülümseyerek başını kaldırdı. Biz 'Niçin güldünüz, ya Resulallah?' diye sorduk. 'Az önce bana bir sure indirildi' buyurdu, Kevser Suresi'nin indiğini haber verdi." Bir cuma günüydü. Bir Sahabi Peygamberimize yaklaştı, "Yağmur kesildi, ağaçlar kıpkırmızı oldu, hayvanlar helâk oldu. Allah'a dua edin de yağmur yağsın" dedi. Peygamberimiz hemen ellerini kaldırdı, dua etti. Hiçbir yağmur belirtisi olmadığı halde öyle bir yağmur yağdı ki, etrafı sele verdi. Bu durum karşısında endişeye kapılan sahabiler tekrar Resulullaha müracaat ettiler. "Ey Allah'ın Resulü! Mallar helâk oldu, evler harap oldu, yollar kesildi. Allah'a dua edin de yağmur dinsin." Bunun üzerine Peygamberimiz, Allah'ın, rahmeti bol bol göndermesi karşısında, insanların bu acizliği karşısında tebessüm etti. Bir Ramazan günüydü. Sahabilerden birisi Resulullah'a geldi, orucu bozan bir iş yaptığını söyledi ve ne yapması gerektiğini sordu. Peygamberimiz, "Bir köle âzat et" dedi. Sahabi "Kölem yoktur" deyince, Peygamberimiz, "Hiç ara vermeden iki ay oruç tut" buyurdu. Sahabi, "Dayanamam" deyince de, "Öyle ise altmış fakirin karnını doyur" şeklinde yol gösterdi. Sahabi tekrar "Buna da gücüm yetmez" dedi. O sırada Peygamberimize bir sepet hurma getirildi. Peygamberimiz hurmayı o sahabiye verdi, "Al bunları, fakirlere dağıt" dedi. Sahabi "Benden daha fakirlere mi? Vallahi, Medine'de bizden daha fakir bir aile yok" deyince, Peygamberimiz mübarek dişleri görülünceye kadar güldü ve "Öyleyse götür, siz yiyin" buyurdu. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, genellikle beşûş çehreli, güleç yüzlü ve mütebessim idi. En sıkıntılı anlarında bile umumiyetle üzüntülerini belli etmez ve yanındakilere hüzün verecek bir tavır sergilemezdi. Hiç kimseden güler yüzünü ve güzel ahlâkını esirgemezdi. Bilhassa çok sevdiği kimselerle karşılaştığında tebessümü bir kat daha artardı. Cerîr bin Abdullah (r.a); “Fahr-i Kâinât Efendimiz, müslüman olduğum günden beri beni huzuruna girmekten hiç alıkoymaz ve her gördüğünde tebessüm ederdi” buyurur. (Buhârî, Edeb, 68) Hz. Ali (r.a) şöyle der: Rasûlullah (s.a.v), meclisindekilere karşı dâimâ güler yüzlü ve yumuşak huylu idi. Affı ve bağışlaması boldu. Hiç kimse ile çekişmezdi. Hep sükûnet ve vakarla hareket eder, dâimâ güzel söz söylerdi… Meclisinde bulunanlar bir şeye gülerlerse o da tebessüm eder, bir şeye hayret ederlerse o da onlarla birlikte hayret ederdi. (İbn-i Sa’d, I, 423-425) Buradan anladığımıza göre, Peygamber Efendimiz, insanlardan farklı olduğu izlenimi verdirecek hareketlerden kaçınırdı. Onlarla tesis ettiği kalbî ve hissî irtibâtı devam ettirirdi. Farz ve haram olan durumlar hariç insanlarla iyi münâsebetler kurmak, çok dikkat ettiği bir husustu. Abdullah bin Hâris (r.a); “Rasûlullah (s.a.v)’den daha çok tebessüm eden bir kişi görmedim” demiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 10) Efendimiz (s.a.v): “Kardeşine karşı izhar edeceğin tebessümün bir sadakadır” “Biriniz yapacağı en küçük iyiliği dahî asla hakir görmesin! Yapacak hiç bir şey bulamazsa kardeşini güler yüzle karşılasın!” “Allah; uyumlu, yumuşak ve güler yüzlü kimseyi sever” buyurmak sûretiyle ümmetini de mütebessim olmaya teşvik etmiştir. Efendimiz’in bu tavsiyesine uyan Ebu’d-Derdâ (r.a), bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi. Bir gün hanımı ona: –İnsanların sana ahmak demelerinden korkuyorum! dedi. Ebu’d-Derdâ: –Rasûlullah (s.a.v) bir söz söylediğinde muhakkak tebessüm ederdi dedi. (Ahmed, V, 198, 199) Hz. Âişe (r.a): “Allah Rasûlü’nün küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim. O (ekseriyetle) tebessüm ederdi” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 46/2) Habîb-i Ekrem Efendimiz bir gün, kuraklıktan muzdarip olan halkın şikâyeti üzerine musallâ denen açık bir alanda kısa bir hutbe okuduktan sonra namaz kılıp dua etmişti. Çok geçmeden gök gürleyip şimşek çakmaya başlamış ve bol miktarda yağmur yağmış, seller akmıştı. İşte bu arada insanların yağmurdan korunmak için koşuştuklarını gören Efendimiz (s.a.v), azı dişleri görününceye kadar tebessüm etmişti. (Ebû Dâvûd, İstiska, 2) Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle anlatmıştır: “Ben cehennemden en son çıkacak ve cennete en son girecek olan kimseyi yakînen bilirim. Bu öyle bir adamdır ki kıyâmet gününde, getirilir ve, Küçük günahlarını kendisine gösterin, büyük günahlarını ise gizleyin! denilir. Bunun üzerine ona küçük günahları gösterilir ve: –Sen falan gün şunu şunu, falan günde şunları yaptın değil mi? denilir. Adamcağız da inkâr edemeyerek: –Evet der. Ancak bunların ardından büyük günahlarının da gösterilmesinden korkmaya başlar. Tam bu esnada ona: –Senin için her kötülüğün yerine bir iyilik vardır denilir. Bunun üzerine adam: –Yâ Rabbî, ben bir kısım (günah) işler yaptım ki onları burada göremiyorum der.” Ebû Zerr (r.a)’ın ifadesine göre Efendimiz (s.a.v) bu haberi anlattıktan sonra azı dişleri görününceye kadar tebessüm etmiştir. (Müslim, İmân, 314) Yine Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle bir hâdise anlatmıştır: “Ben cehennemden en son çıkacak olan insanın durumunu bilirim. O, cehennemden sürünerek çıkar. Kendisine: –Haydi git, cennete gir! denilir. Bunun üzerine o adam cennetin yolunu tutar. Varıp kapısından içeri bakınca cennet ehlinin tamâmen yerlerini aldıklarını, her tarafın dopdolu olduğunu görür. Geri döner ve: –Ya Rabbi, herkes yerini almış, her taraf tıklım tıklım dolu, girecek yer kalmamış! der. Kendisine denilir ki: –Önceki bulunduğun zamanı(n yani dünyânın ne kadar geniş olduğunu) hatırlamıyor musun? O da: –Evet ya Rabbi! der. Sonra ona: –Öyle ise gönlünden ne geçiriyorsan dile! denilir. O da dilediğini ister. Neticede kendisine: –Sana bu isteklerinin hepsi ve ayrıca dünyanın on katı daha verilecektir denilir. Duyduklarına inanamayan adam: –Yâ Rabbi, benimle istihzâ mı ediyorsun! Sen ki şânı yüce bir Hükümdarsın! der.” İbn-i Mesûd (r.a), Rasûlullah (s.a.v)’in bu hâdiseyi anlattıktan sonra azı dişleri görülecek derecede güldüğünü ifâde eder. (Müslim, Îmân, 308; Tirmizî, Cehennem, 10) Ümmü Kays (r.a) anlatıyor: “Oğlum ölmüştü. Bu sebeple çok üzüldüm. Onu yıkayan kimseye: –Oğlumu soğuk su ile yıkama, oğlumu öldüreceksin! dedim. Bunun üzerine kardeşim Ukkâşe hemen Efendimiz’e gidip benim söylediklerimi haber verdi. Rasûlullâh (s.a.v) tebessüm etti ve: –Böyle mi söylüyor! Onun ömrü uzadı. buyurdu. Hâdiseyi nakleden râvî: “Biz, onun gibi uzun yaşayan bir başka kadın bilmiyoruz” demiştir. (Nesai, Cenaiz 29) Enes (r.a) şöyle anlatır: “Efendimiz’in son gülerinde Hz. Ebû Bekir namaz kıldırıyordu. Nihâyet pazartesi günü olunca saf saf namaza durduğumuzda Rasûlullâh (s.a.v) hücre-i saâdetlerinin perdesini kaldırıp bizi temâşâya başladı. Ayakta duruyordu. Sîmâsı Mushaf yaprağı gibi pırıl pırıldı. Sonra tebessüm etti, mübârek dişleri gözüktü. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’i görünce o kadar sevindik ki, neredeyse namazı bozacaktık. Hz. Ebû Bekir, Allâh Rasûlü’nün namaza iştirâk edeceğini düşünerek safa girmek için geri geri gelmeğe başladı. Ancak Fahr-i Kâinât (s.a.v), namazınızı tamamlayınız, diye işâret edip perdeyi örttü. İşte (bu, O’nu son görüşümüz oldu) o gün dâr-ı bekâya irtihâl etti.” (Buhârî, Ezân, 46) Her hususta olduğu gibi gülmede aşırıya kaçmak da zararlıdır. Zira aşırı gülmek şakacılığın, nüktedanlığın veya güler yüzlü olmanın değil, Allah’tan gâfil olmanın bir netîcesidir. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz: “Çokça gülmeyiniz! Gülmenin aşırısı kalbi öldürür” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 2) Bir gün, muhtaç bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allâh Rasûlü: –Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde öderim. dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hz. Ömer (r.a): –Yâ Rasûlallâh! Yanında varsa verirsin, yoksa Allâh Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır. dedi. Allâh Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem’in, Hz. Ömer’in bu sözünden hoşnud olmadıkları, vech-i mübâreklerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir zât: –Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Ver! Arş’ın Sâhibi azaltır diye korkma! dedi. Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm ettiler ve: –Ben de bununla emrolundum. buyurdular. (Heysemî, X, 242) Seleme bin Ekva’ (r.a) anlatıyor: “Rasûlullâh (a.s) ile birlikte Hudeybiye’ye geldik. Biz, bindörtyüz kişi idik. Orada elli koyun vardı, kuyunun suyu bunlara bile yetmiyordu. Allâh Rasûlü (s.a.v) kuyunun kenarına oturdu. (İyice hatırlayamıyorum) ya dua buyurdu, ya da kuyuya tükürdü. Derken kuyunun suyu coştu. Biz de hem kendimiz içtik, hem de hayvanlarımızı suladık. Sonra Aleyhissalâtü vesselam, bizi bir ağacın altında bey’at etmeye çağırdı… Rasûlullâh (s.a.v) silahsız olduğumu gördü. Bana deriden yapılmış bir kalkan verdi. Sonra bey’at almaya devam etti. Son kişiden de bey’at alınca: –Ey Seleme, sen bana bey’at etmiyor musun? dedi. –Ey Allâh’ın Rasûlü, ben sana başta da, ortada da bey’at ettim. dedim. –Olsun, yine de bey’at et» buyurdu. Ben de üçüncü sefer bey’at ettim. Sonra bana: –Ey Seleme! Sana verdiğim kalkanın nerede? diye sordu. –Ey Allâh’ın Rasûlü, amcam Âmir’le karşılaştık, silâhı yoktu, ben de kalkanı ona verdim. dedim. Bu sözüm üzerine Aleyhissalâtü vesselam Efendimiz tebessüm etti ve: –Senin hâlin şuna benziyor: Vaktin birinde bir adam varmış, şöyle dermiş: “Allâh’ım, bana öyle bir dost ver ki, o bana, kendi nefsimden daha sevgili olsun!” buyurdu…” (Müslim, Cihâd 132) Hz. Enes’ten gelen diğer bir rivâyet de şöyledir: “Rasûlullah (s.a.v) birgün güldüler ve: –Neye güldüğümü biliyor musunuz? buyurdular. Biz: –Allâh ve Rasûlü daha iyi bilir! dedik. –Kulun Rabbine olan hitabından dolayı güldüm! buyurdular ve şöyle devam ettiler: –Kul şöyle der: –Ey Rabbim, sen beni zulümden korumadın mı?’ Allâh Teâlâ: –Evet korudum’ buyurur. Kul da: –Fakat ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şâhid olmasını asla istemiyorum’ der. Hak Teâla: –Bugün sana tek şâhid olarak nefsin, çok şahid olarak da kirâmen kâtibin kâfidir” buyurur. Rasûlullah (s.a.v) devamla dedi ki: Ağzına mühür vurulur ve diğer âzâlarına: ‘Konuşun!’ denilir. Onlar adamın amellerini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: ‘Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücadele ediyordum’ der” (Müslim, Zühd 16) Ebû Hüreyre (r.a) şöyle dedi: Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’a yemin ederim ki, ben bazen açlıktan karnımı yere dayar, bazen de mideme taş bağlardım. Bir gün sahâbîlerin geçtikleri yol üzerine oturmuştum. Hz. Ebû Bekir uğradı. Belki beni doyurur düşüncesi ile kendisine Allâh’ın kitabından bir âyet sordum. Cevap verdikten sonra geçip gitti, bir şey yapmadı. Sonra Hz. Ömer uğradı. Belki beni doyurur düşüncesi ile ona da Allâh’ın kitabından bir âyet sordum. O da cevap verdikten sonra geçip gitti, bir şey yapmadı. Daha sonra Rasûlullah (s.a.v) benim yanımdan geçti ve beni görünce gülümsedi. Kalbimden geçeni yüzümden anladı ve: –Ebû Hüreyre!” dedi. Ben: –Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim. Rasûl-i Ekrem: –Beni takip et” buyurdu ve yoluna devam etti. Ben de peşinden yürüdüm. Hz. Peygamber evine girdi; ben de girmek için izin istedim; izin verdi; içeri girdim. Bir kap içinde süt buldu ve: –Bu süt nereden geldi?” diye sordu. –Falan erkek veya falan kadın onu size hediye etti” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem: –Ebû Hüreyre!” diye seslendi. Ben: –Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim. –Suffe ehline git, onları bana çağır” buyurdu. Suffe ehli İslâm konuklarıydı. Onların ne sığınacak aileleri, ne malları, ne de bir kimseleri vardı. Peygamber’e bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şayet gelen bir hediye ise, onlara da gönderir, kendisi de ondan bir parça alır ve böylece gelen hediyeyi onlarla paylaşırdı. Hz. Peygamber’in Suffe ehlini davet etmesi hoşuma gitmedi. Kendi kendime: Bu süt, Suffe ehli arasında kime yetecek ki! O sütü içmek suretiyle kuvvetlenmeye ben daha çok hak sahibiyim. Oysa onlar geldiğinde Rasûlullah bana emreder, ben de onlara veririm; belki de o sütten bana kalmaz. Fakat Allah’ın ve Rasûlullah (s.a.v)’in emrine itaat etmemek de olmaz, dedim. Neticede onlara gittim ve kendilerini davet ettim. Onlar bu daveti kabul ettiler ve içeri girmek için izin istediler, kendilerine izin verildi ve onlar da evde yerlerini aldılar. Hz.Peygamber: –Ebû Hüreyre!” diye seslendi. Ben: –Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim. –Al, onlara ver!” buyurdu. Ben de süt kabını aldım, herkese vermeye başladım. Verdiğim kişi kanıncaya kadar içiyor, sonra kabı geri veriyor, ben bir başkasına veriyordum, o da kanıncaya kadar içiyor sonra geri veriyordu. En sonunda kabı Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e verdim. Topluluğun hepsi süte kanmışlardı. Rasulullah kabı alıp elinde tuttu ve bana bakıp gülümsedi. Sonra: –Ebû Hüreyre!” dedi. –Buyurunuz, yâ Rasûlallah!” dedim. –Bir ben kaldım, bir de sen” buyurdu. Ben: –Doğru söylediniz, yâ Rasûlallah” dedim. –Otur da iç” buyurdular. Ben de oturdum ve içtim. Sonra yine: –Otur, iç” buyurdu. Yine oturdum ve içtim. Rasûl-i Ekrem durmadan: –İç, iç” buyuruyordu. Sonunda ben: –Hayır. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı” dedim. –Bana ver” buyurdu. Kabı Rasûl-i Ekrem’e verdim, Allah Teâlâ’ya hamdetti, besmele çekti ve kalan sütü kendisi içti. (Buhârî, Rikak 17) Rasûlullâh (s.a.v), kızı Zeyneb’in cenâze namazını kıldıktan sonra mahzûn ve mükedder bir şekilde kabre indi. Biraz durduktan sonra tebessüm ederek dışarı çıktı ve: –Zeyneb’in zayıflığını düşünerek, ona kabrin darlığını ve kederini hafifletmesi için Allâh’a duâ ettim. Allâh Teâlâ da duâmı kabul buyurup kabir sıkıntısını ona hafifletti.” buyurdu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-ğâbe, VII, 131) Hz.Cabir şöyle söylüyor: “Vahiy geldiğinde veya vazettiği sıralarda Hz. Peygamber’i kendilerine azap gelecek bir kavmin korkutucusu sanırdınız.Bu durumun haricinde o insanların en güler yüzlüsü ve en çok tebessüm edeni idi.” (heysemi)