Hrant Dink ürkek ve tedirgindi
Abone olHrant Dink tıpkı güvercin gibiydi. Bir yanı ürkek bir yanı tedirgindi. Kötü bakışları sezmişti 10 ocak tarihli yazısında.
Hrant Dink, Agos'ta 10 Ocak’ta bugün başına gelecekleri
görmüştü. İşte tedirginliğini satırlara döktüğü o yazı.
Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet
Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik
duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan
aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta
yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni
olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç
yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum.
Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım.
Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece
birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının
bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir
niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de
bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle
bakıyordum.
Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon
programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok
heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer
ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim.
Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir
niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını
okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi
öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş
olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında
muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“Ya sabır” çeke çeke...
Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.
Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca
beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım...
Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
“Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu
konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye
dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile
getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon
programlarında.
Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur
ediliyordum.
Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı
küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve
aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde
biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek
dayanıyordum.
Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu
insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.
Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü
aşağıladığımı” hukuken tescillemişti.
Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya
da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı
ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile
getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen
basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
“Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve
gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu
süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim.
Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce
aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”
Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek
silahım samimiyetimdi.
Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya
ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da
bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda
dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama
onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben,
bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.
“Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı
olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye
çalışmaktan yargılanıyor.
“Türk Devleti adına”
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk”
kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş,
hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını
anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve
siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız
değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde.
Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da
her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki
“Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir
karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı,
ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da
etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara
aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?
Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç
unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine
de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar
okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı
Genel Kurul’a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve
muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle
varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı.
Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım
ilan edildi.
Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak
için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha
şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle
Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve
sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar
tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike
arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit
mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin
herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu
bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime
yaşadığım psikolojik işkence.
“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl
beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların
“A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış
fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı
tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış
durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de
süratli.
İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet
Bakanı Cemil Çiçek?
“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş
hapse girmiş biri var mı?”
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
İşte size bedel... İşte size bedel...
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu
bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi
oldu.
Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...
O noktada hep çaresiz kaldım.
“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi
olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına
atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın
yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak
hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp,
onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana
güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
“Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.
Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan’a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki
haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük
belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de
dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim,
oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak
herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de
Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce
tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915’teki gibi
çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi
bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi,
yaşayarak ızdırabı...
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik
yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her
neresiyse.
Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde
kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da
nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa
dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim
ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda
kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi
haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim,
ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi
yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.