Hep çıkarları ön planda oldu
Abone olZaman Gazetesi'nden Nuriye Akman'a konuşan Güneş'ten Hıncal Uluç'a şok suçlama.
Futboldan pek hazzetmediğimi biliyorsunuz. Beni karşılaşmalar ve
sonuçlar değil, futbolun nasıl algılandığı ve insanın kişiliğini
nasıl biçimlendirdiği ilgilendiriyor. Bugüne kadar Şenol Güneş’i
hep uzaktan izledim. Kendisine yapılan saldırılar karşısında
beyefendiliğinden hiç taviz vermemesine hayran oldum. Kasıntı
değil, mütevazıydı. Onunla iyi dost olunur diye düşündüm kendi
kendime. Bana göre tek kusuru, işkolik oluşu, hayatı katı bir görev
anlayışının penceresinden seyretmesi, futbolun dışında bir ilgi ve
haz alanı yaratamayışıydı. Ama bu da bir seçimdi, belki de işkolik
olduğu için başarılı oluyordu.Onu beklediğimden daha konuşkan
buldum; ama beklemediğim kadar hızlı konuşuyordu. Hemen her soruma
heyecanla cevap verdi. Cevaplarını bana bir lütuf gibi sunmadı,
gerçekten doğaldı, konumunun altını kabaca çizmiyordu, kibardı.
Ancak telaffuz ettiği kelimeleri anlamakta güçlük çektim. Diyaloğa
katılış biçimine, samimiyetine, sabrına hayran oldum; fakat
ifadelerini netleştirmek için dinlerken de, yazarken de epey çaba
sarf ettim. Kendisine kardeşçe bir tavsiyem olacak. “Hocam
biliyorum, yapacak çok işiniz var; ama biraz daha esnek olunuz,
sükunet bulunuz. Lütfen konuşma hızınızı düşürünüz, kelimeleri tane
tane söyleyiniz. Ne anlatırsanız anlatın, bildikleriniz
karşınızdakinin anlayabildiği kadardır,bunu unutmayınız.” Görev
süreniz bitince kendinize nasıl bir meydan okuma alanı açacaksınız?
Şu anki pozisyonuma uygun bir iş bulmam lazım. Dışarıda bir milli
takım olabilir, burada devam edebilirim. Bir kulüp de olabilir.
Yeter ki saygınlığı olsun. Mukavelem bitince Federasyon benimle
çalışmak istiyorsa teklif onlardan gelecek. Benden değil. İngiltere
maçını kaybederseniz 2004’e kadar kalma kararınızı sorgular
mısınız? Hayır. O zamana kadar benim görevime de son verilmesi
doğru ve şık olmaz. Alan alırken iyi düşünsün, kolay bırakmasın,
öbürü de hemen kaçmasın. Nasılsa başka yer iyi para veriyor diye
çamura yatmasın. Haluk Ulusoy’la bir güven problemi yaşadınız.
Durumu katlanılabilir bir hale nasıl getirdiniz? Benden kaynaklanan
bir şey yoktu. Yapılan anlaşmalar neyse maddi ve manevi, hepsine
uydum. Medyaya maaş ödemelerinin eksik olduğunu yansıtan
Federasyon’dan bazı kişiler, sonra tekzip ettiler ve konu kapandı.
Ama ben yıpranmış oldum. Başkan da bunun içerisine sokuldu. Bir
kırgınlık oldu. Sıcaklık kayboldu. Kayba uğrayan benim; ama konuyu
açan da kapatan da onlar. Temmuz 2000’de geldim. 2002’nin
ortalarında bu konu ortaya atıldı. Hâlâ aynı ödeme yapılıyor.
Değişen bir şey yok ki. Bunun arkasındaki oyunu bilmiyorum.
Başkan’ı etkilemiş olabilirler. Başkan’la şu anda ilişkinizin
düzeyi nasıl? Değişen hiçbir şey yok. Ben işimi yapıyorum, o da
işini yapıyor. İlişkiniz sıcak değil belli ki. Sıcak bir ilişkiye
de gerek yok zaten. Ben yine Başkan’ın başarılı olmasını isterim.
Çünkü, büyük bir emek verdi. Hâlâ da gayret ediyor. O başkan, ben
de çalışanım. Bana göre maddi manevi alacaklarım var. Onlara göre
yok. Olabilir. Ben işimi yapıyorum. Paranın miktarı ne? Önemli
değil. Mukavele, ikinci yıl para artırılır diyor. Ondan vazgeçtim.
Buradaki ödemeler iki ay sonra Digitürk’le anlaşma yapıldığı için
aşağıya düşüyor. Ben bir şey demiyorum. Geçen sene diyorlar ki,
“Biz bunu ödemiyoruz, hocanın para sorunu var”. Onlar “Bizim
yaptığımız normal.” diyorlar. Ayrılmam veya tavır koymam gerekiyor.
Bu kavga bir şey kazandırmaz, Türkiye’nin geleceğini zora sokar.
Yüzde kaç azaldı size yapılan ödemeler? Yüzde 40’a yakın. Benim
kızdığım; eksik ödeme işe başladığımdan üç ay sonra ortaya
çıkmasına rağmen, 2002’nin onuncu ayında gazeteye yansıtıp, bunu
sorun gibi gösterip sonra da kapatmaları. O zaman sizin bir dönem
daha devam etme şansınız fazla yok. Onu bilemem. Ben bir sorun
çıkarmıyorum. Özveri yapıyorum. Buna karşın bir sıkıntı doğuyorsa
ben ne yapayım? Ben Türkiye adına hesap yapıyorum. Türkiye bizden
bir başarı bekliyor. Bir buçuk sene bekledim cevap vermek için.
Daha önce cevap verseydim enerjim bitecekti. Yorum yapmadan işime
devam ediyorum. Buna rağmen kamuoyunda başka türlü gösterilmemden
rahatsız oldum. Ülkenin insanı, benimle başkanı etle tırnak gibi
görüyor. Ve öyleydik. Bunun ayrılmasından yana değilim. Yarın
Federasyon veya Başkan beni istemezse saygı duyarım, işimi kapatır
giderim. Haluk Bey, Dünya Kupası dönüşünde yaptığınız basın
toplantısında onu iki cümlede geçiştirdiğiniz için sizi nankörlükle
suçladı mı? Böyle bir laf bana söylenmiyor; ama kamuoyunda bu
işleniyor. Onu veya beni istemeyenler, bazen onu kullanarak, bazen
beni kullanarak yıkmaya çalışıyorlar. O da buna çok güzel göğüs
geriyor. İnandığını yapan bir kişi. Başarıyı ben sahiplenmişim gibi
gösterdiler ki, tarzım hiç değil. Kaldı ki buranın patronu Başkan.
Biz görevliyiz. Başkan’ı yıpratmak isteyenler benim üzerime
geldiler. Arkasından yönetim tarafından olay paraya çevrildi. Bunun
miktarı ne Allah aşkına? Onlar gazeteye bir rakam veriyorlar; ama o
miktar değil. Ben ne alıyorum, söyleyin dedim yönetime, bir buçuk
aydır yazıyı vermiyorlar bana. Burada tek kaybeden benim. Düşüncemi
Başkan’a da söyledim. “Ben size gelip de bana ayrıca para verin mi
dedim? Hayır. Ne anlaştık sizinle? On’a. Ne veriyorsunuz?, Beş.
Niye o zaman şikayet ediyorsunuz? Gördüğüm başkanların en
iyilerinden bir tanesi Haluk Ulusoy. Genç olması itibarıyla çok
savaşçı. Zaafı şu; çevresi onu çok etkiliyor. Olumsuz kararlar
alabiliyor. Bazı kesimlerin sizi Milli Takım antrenörlüğüne layık
görmemelerinin sınıfsal bir açıklaması var mı? Çok sebebi olabilir.
Benim üslup olarak mesafeli olmam bunlardan biridir. Ben
ilişkilerimle iş bulan, ilişkilerimi kullanmayı seven biri değilim.
Bazı gazetecilerle ilişkiniz varsa, size bakış farklı olabiliyor.
Onlarla oturup kalkmadığınız için mi onca ağır eleştiriyi yaptılar?
Evet. En yakın dediğiniz, size düşüncenizden dolayı sahip çıkan
adam, bir süre sonra o tarafa geçebiliyor. Kendi şartları
itibarıyla buna ihtiyaç duyuyor. İster öyle yazsın, ister ben
yalnız kalayım. Ben düşüncemde zengin olmak istiyorum. Taşradan
gelmeniz, onların İstanbullu oluşu da bir etken mi? Onlar ne
İstanbullu, ne Türk olarak öndeler. Ama çalışmamı engellemeye
çalışıyorlar. Sırf işler kötü gitsin diye gayret ettiler. Beni
aşağılamak için kullanıyor geldiğim yeri. Ben evrenselim,
Türkiye’yi temsil ediyorum. Ama adam benim bölgemi aşağılarsa, ben
onu sahiplenmek mecburiyetindeyim. İki tip insan var: Bir,
yıkanlar. İki, yapanlar. Yapanların işi zordur. Düzeyli olacağız,
düzenli olacağız, çok çalışacak, planlayacak, üretecek ve başarıyı
yakalayacağız. Ama yıkanlar öyle değil. Yıkılacak, kaos olacak,
ondan faydalanacak. Çünkü iş kötü gittiğinde “Ben demedim mi?”
diyecek. “Bununla olmaz” diyor. Bakıyor ki oluyor. Bu sefer
olmaması için yazılar yazıyor, kampı karıştırıp oyuncunun kafasını
bozuyor. İşler iyi gidiyor, “oldu ama o yapmadı” diyor bu sefer.
Kıskançlık da var mı? Hayır çıkarcılık var. Medyadakilerin
bazıları, emeklerinden daha fazla para kazanıyorlar. Düzgün
çalışanlar ses getirmiyor. Kavga, gürültü, saldırı ses getiriyor.
Akıl değil, duygu kullanılıyor. Kamuoyu kan görmeye alıştırılıyor.
Böyle yapınca o yayın kuruluşundan aldığı para artıyor. Transfer
yapanlara dikkat edin, bu üslubu göreceksiniz. Ama bazıları da otuz
yıldır aynı köşede duruyorlar. Bir tane var ondan. O da köşesinde
durmuyor, gazeteyi yönetiyor. Herkes onun etkisi altında. Sizin de
düşmanlarınızı dostunuz yapmaya hiç çabanız yok. Hayır. Fazla yok.
Üslubumu değiştirmeyeceğim. “İt ürür, kervan yürür” der gibisiniz.
Düşünce belki öyle; ama onu söylemiyorum. Küçükken köpek vardı
bizim köylerimizde, havlardı, korkardım, geçemezdim evin önünden.
Büyüdüm, yine aynı köpekler havlıyor. Baktım hiçbir şey yapmıyor.
Adam çok güzel hikaye anlatıyor. Ama içeriği boş. Biz millet olarak
hikayeyi severiz. Ne anladın? Hiçbir şey. Ama çok güzel anlattı!
Yapılan haksızlığı millet görüyor. Ben ayrıca hakkımı aramak
durumunda değilim. Çünkü onlarla savaşırsam, enerjim boşa gidecek.
Üç dört kişilik bir çete ile mi karşı karşıyasınız? Ben onlara
bakmıyorum. Yetiştiğimiz alan dar ve fakirdi. Ama, hayallerimiz çok
büyüktü. O günden bugüne hep aldığım işi iyi yapmaya çalıştım. Bana
yapılan haksızlıkların hesabını sormadım. İsyan etmedim. O gün,
açken, kimse imkan vermezken, bana sahip çıkmayanlar, bugün iş
iyiyken, bunun da hesabını artık bana soruyorlarsa, bunun ayıbı
benim değil, ülkenin. Düzgün, kaliteli, araştırıcı, planlı,
programlı, iş üreten adamlar istemiyorlar. Diyor ki “Bu anlayış
seni yok edecek”. Halbuki bu düşünce onları yok edecek. Maçlar
öncesinde Fatih Terim benzeri esip gürlemediğiniz, kendi
takımınızın dev, karşınızdakinin cüce olduğunu söylemediğiniz,
kendinize güvenmiyorsunuz gibi bir izlenim yarattığınız için ağır
eleştirilere uğradınız. Ben bilginin, aklın ön planda olmasını
düşünüyorum. Duyguyu bunun üzerine koyabilirsiniz. Eğer duyguyu ön
plana çıkarırsanız, mantık yok olur. Fatih Hoca’nın da insana
bakışının iyi olduğunu düşünüyorum, Mustafa Denizli’nin de.
Tarzlarımız aynı olmayabilir. Gayet normaldir. Ben elimdeki gruba
çağın gereği olarak neyi nasıl öğreteceğimi biliyorum. Daha önce de
belki Fatih Hoca’nın babacan–sert tarzına ihtiyaç vardı. Anlayışlar
değişebiliyor zamanla. Babam beni döverdi, niye top oynuyorsun
diye. Çünkü pantolon eskirdi. Şimdi aileler çocuklarına diyor ki,
futbol oynayın. Dolayısıyla Türkiye’nin dönemlerine iyi bakmak
lazım. Bugün böyle, yarın daha farklı olacak. Hıncal Uluç’a tek bir
sual sormanız gerekse soru ne olurdu? “Ne iş yapıyorsunuz?” diye
sorardım. Erman Toroğlu’na ne sorardınız? Valla onu konuşmak
istemiyorum. “Ben eleştiririm. Çünkü ben bu mesleği yaptım,
kokusunu aldım” diyor. Hıncal’a veya Kazım gibi olanlara demek
istiyor ki, “Siz bunların derdini bilmezsiniz”. İşi bilenin, nasıl
eleştireceğini daha iyi bilmesi gerekir. Kazım Kanat’a nedir
sualiniz? Onu bırak. Bunların babası, piri Hıncal Uluç’tur. Onun
sizinle derdi ne? Şimdi açıklamayayım. Mahkememiz var. Bir buçuk
senedir devam ediyor. Ben futbolcuyken, kampa gelip bana futbolla
ilgili soru sorup, bilgi alan birisiydi. Şu tarafını takdir
ediyorum ama Hıncal Uluç’un. Anlatım tarzı güzel. Kelimeleri düzgün
kullanıyor. Ama hikayesinin içeriğini hiç beğenmiyorum. Medyada
sıkıntı veren bu anlayışı getiren bence o. Kötüyü örnek aldılar
hep. Ama öbürleri aynı üslubu yüzüne gözüne bulaştırdılar, daha
saldırgan oldular. Çünkü kelimeleri kullanamıyorlar. Ayrıca
ilişkileri o kadar güçlü değil. Medya içerisinde biraz daha gücü
fazla Hıncal Uluç’un. Trabzonspor’dan kovulduğumda Kenan Sönmez’in
yanına gittim, Sabah Gazetesi’ne. Kulüple ilgili düşüncemi
anlattım. Haşmet de oradaydı. O zaman sanat yorumcusuydu galiba.
Futbolla ilgisi yoktu. Sonra bir baktım beni eleştiriyor. Ula
Haşmet futbolu bilmiyordun ya. Onun da düzgün yanları var. Sanatta,
edebiyatta kendini geliştirmesi, anlatım tarzını güzelleştiriyor.
Benim yaptıklarımı anlatsa, herhalde yüzyıl anlatır. Ama kendisinin
hiç yapmadığı bir şeyi, sanki çok şeyi yapmış gibi anlatıyor.
Neyse, gazetenin politikasında böyle bir saldırganlık anlayışı
vardı. Bir baktım ki Hıncal Uluç, o gazeteyi hegemonyası altına
almış. Çoğu onun kontrolü altında. O tarafına saygı duymak lazım.
Yön verebiliyor. Ama futbolla bir ilgisi yok. Futbolun cazibesinden
yararlanıp, kendi gündemini yaratıyor. Spor medyası da bu tuzağa
düştü. 90 Dakika’yı veya Erman Toroğlu’nun programını izliyor
musunuz? Yok. Bana bir şey vermiyor ki. Kafalarında peşin hüküm
var. Beni yok sayanları ben yok saymıyorum. Çünkü birlikte iş
yapacağız. Bunun da tek çaresi bir araya gelmektir. Üç yıl
çalıştığınız bir yerde, hiç sizinle birlikte olmayan, düşüncenizi
bilmeyen bir adam sizi yorumlarsa kamuoyuna, yanlış yapmış olmaz
mı? “Bir araya gelmemiz lazım.” diyorsunuz; ama bir kere onları
yemeğe davet ettiniz mi? Benim işim değil. Benim basın
toplantılarım, antrenmanlarım var. Herkese açık. Gelebilirlerdi.
Davet de yaptım iki kez spor müdürlerine. Muhabir, yorumcu, kim
varsa alın gelin dedim. Yine gelmediler. Ben şahıs olarak niye
gideceğim ona? Siz bana saldırıyorsunuz. Size gelip konuşacağım! O
zaman benim kişiliğim değişir. Şahsi olarak çağırmanızı beklediler
belki. Kim o ya? Eğer arayıp bana bir şey sormuşsa da
ilgilenmemişsem o zaman haksızlığı ben yapmışımdır. Farklı
düşüncelerin olması gerektiğine inanırım. Ama fikir olmalı içinde.
“Ben seni istemiyorum” diyor. Bu fikir değil ki. Hem beni yok
sayıyorsun hem de beni konuşuyorsun. Filli Boya reklamını nasıl
değerlendiriyorsunuz? Milli Takım’da Filli Boya. Peki Milli
Takım’ın neresinde bunlar? Ama Filli Boya’da varlar. Niye? Milli
Takım başarılı. Hangi katkıları var? İşin içinde hiç yoklar ki.
İşte onun için diyorum ki bir, futbolun tansiyonunu yükseltmek, bir
de kalitesini yükseltmek isteyenler var. Öcal Uluç da Hıncal
Uluç’un tam tersine yazdı. Yazılarının iki tanesinde beni
eleştirdi. Haklıydı kendi açısından. Ben haksız bir yergi kadar,
haksız bir övgü de istemiyorum. 100 tane varsa medyada, bunun 95’i
iyi. 5’i sıkıntı yaratıyor. Şimdi kazançlarına bakalım. Öcal mı,
Hıncal mı daha çok kazanıyor? Hıncal kazanıyor. İşte sıkıntı bu.
Akıl, bilgi, daha Türkiye’de yerini ve hakkını bulmadı. Kaç
milyarlık dava açtınız? Para önemli değil. Toplam 25 mi, 30 mu öyle
bir şey. Biz göreve geldikten sonra, yazın Ümit Davala ile Arif’in
bir mankenle adı geçiyor. Sekiz ay sonra Slovakya maçı var.
Kamptayız, yazı çıkıyor. Niye? Kampta gerginlik olsun, Şenol
gitsin. Eylülde Milli Takım antrenörlerinin toplantısı vardı
İsviçre’de. Orada bizden üç tane sporcu ismi istiyorlar, “Üçü de
size ait olmayacak.” diyorlar. Biz yazıp veriyoruz, üç yabancı
sporcuyu. Marttaki kampta “Nasıl hoca ki, oyunculara güvenmiyor,
listeye ismini koymadı” diye yazıyor bu. Yani oyunculara
güvensizliğimi salacak ki, başarısız olunsun. Sırf ben başarısız
olayım diye, ülkeyi batırmaya çalışan adamlar bunlar ya! Bunları
konuşmaya değmez. O kadar çok işimiz var ki.