Hasan Cemal sessizliğini bozdu!
Abone olHasan Cemal Cumhuriyet Gazetesi’ndeki ‘iç savaş'ın perde arkasını yazdı. Cemal'in yeni kitabı basın tarihinin pek bilinmeyen birçok noktasına ışık tutuyor.
Türkiye medyasının bir dönemler en çalkantılı gazetesi
Cumhuriyet’teki ‘iç savaş’ dönemi. Bu yakıştırmayı yapan ben
değilim, Hasan Cemal’in bizzat kendisi. Gazeteci olmayabilirsiniz
ama bu kitabı bir iktidar savaşı olarak algıladığınızda, elinizden
bırakamayacaksınız. Okur olarak ekstradan da, o dönem Türkiyesi’nin
fotoğrafını görmüş olacaksınız. Şimdi yaşadığımız tartışmaların o
zamanlar nasıl şekillenmeye başladığını kaynağından öğreneceksiniz.
Az buz değil, bugün iki kutup haline gelen Türkiye’deki
cumhuriyetçiler-demokratlar fikir ayrılığının başlangıç noktası. Bu
kitapta ayrıntılı olarak da gazeteci milletinin düşünme şeklini,
hayata bakışını, nasıl yaşadığını, bir gazetenin nasıl zaman zaman
bir tımarhane ya da yatılı okul yatakhanesine benzeyebildiğini,
gazetecilerin birbirlerinin gözünü nasıl oyabildiğini hayretle
keşfedeceksiniz. Sinematografik bir kitap. Gazetenin patronu Nadir
Nadi konuşurken dizine vurduğu bambu sopayla gözünüzde canlanacak,
eşi Berin Nadi’nin alaylı kahkahası kulaklarınızda çınlayacak,
neredeyse 60 yıldır gazetede çalışan emektar odacı Hasan Efendi
yaşanan bütün o iç savaşın sessiz tanığı olacak. Kitabın bir başka
tayin edici özelliği ise bir genel yayın müdürünün gazetesini,
yaşadığı dönemi, son derece içeriden -kafasının içi kadar içerden-
anlatması. Cumhuriyet’in 11 yıl genel yayın yönetmenliğini yapan
Hasan Cemal’in deyişiyle, ‘Bu kitabı namuslu yazdım ama kendi açımı
anlattım. Okuyacaklarınız benim Cumhuriyet’im, bir başkası farklı
anlatabilir.’ Kitabın başrol oyuncuları, anlayacağınız üzere Hasan
Cemal ve arkadaşları ile İlhan Selçuk-Uğur Mumcu ve arkadaşları.
Ellerinde tuttukları vazoyu (Cumhuriyet Gazetesi) çekiştiriyorlar,
çekiştiriyorlar ve sonunda yere düşürüp kırıyorlar. 600 sayfalık
kitabı bir giriş yazısında özetleyebilecekhalim yok, bir zahmet
okuyacaksınız. Ama şu konuda garanti veriyorum, kolay okuyacaksınız
ve küçük dilinizi yutacaksınız...
Söyleşi: Ayşe Arman
Kaynak:
Siz ne yazdınız: Yaşantı, anı, roman...
- Bu kitap aslında hepsinin karışımı. Bir taraftan bir gazeteyi ve
gazeteci milletini anlatıyorum, diğer taraftan da Cumhuriyet
Gazetesi’ndeki ‘iç savaş’ı...
Hiç kurgu var mı kitapta?
- Hayıııır. Her şey, birebir salt gerçek. ‘Kimse Kızmasın Kendim
Yazdım’ kitabının devamı sayılabilir. Orada kendi kendimle
hesaplaşırken müthiş samimiydim, burada da aynı şekilde. Yani ne
biliyorsam, ne düşünüyorsam olduğu gibi yazdım.
Kendi menfaatleriniz için, bir başkasının menfaatleri için, ülkenin
menfaatleri için bazı şeyleri gizlediğiniz ya da üstünü örttüğünüz
oldu mu?
- Katiyen. Tamamen namuslu bir kitap. Tam da bu yüzden
eleştirecekler beni: ‘Bu kadar da özel ayrıntıya inilerek yazılmaz
ki?’ diyecekler. ‘Bir de bu kadar not tutulur mu? Deli mi bu? Art
niyet var bu işte...’
Var mı?
-Kesinlikle yok.
Neyle kıyaslayabiliriz? Sizin yazdığınız kitabın Türkiye’de başka
bir örneği var mı?
- Başka bir örneği var diyemiyorum. Çünkü bizde itiraf geleneği
yok. İtiraf geleneği farklı bir şey. ‘Kardeşim, ben bir zamanlar
böyle böyle düşündüm. Böyle böyle de yaptım. Ama bunlar yanlışmış!’
denmesi başımıza çok sık gelen bir şey değil. Hatta hiç
gelmiyor.
Ayıptır sorması bu kitabı yazmak için neden 13 yıl beklediniz?
- Soğuması lazımdı bir şeylerin. Hemen yazamazdım. 1992’de ayrıldım
Cumhuriyet’ten. Toplam 18 yıl çalıştım. 11 yıl genel yayın
müdürlüğü yaptıktan sonra, vazoyu kırdık. Bir iç savaş yaşandı.
Yıllar yılı çok yakın olduğum arkadaşlarım, bana çok ağır laflar
ettiler. İftira attılar, hatta yalan yazdılar. Bense 13 yıl boyunca
tek bir kelime söylemedim. Buna karşılık, bana edilen küfürler iki
klasörü dolduruyor. Bu kitabı yazarken de o iki klasör karşımda
duruyordu. O küfürlerden sadece 4 cümle aldım: Hikmet
Çetinkaya’dan, Uğur Mumcu’dan, Oktay Akbal’dan ve Ali Sirmen’den
birer cümle. Oysa onlar ‘Ahlaksızlığıyla basın tarihine geçecektir’
demiş insanlardır. Diyeceğim, 13 yıllık suskunluktan sonra,
söyleyeceklerimi 600 sayfalık kitaba sığdırmışım çok mu?
Ama ‘size göre’ anlattınız değil mi, kendi açınızdan...
- Tabii, tabii. Bu benim Cumhuriyet’im. İlhan Selçuk ya da Ali
Sirmen kalkıp kendi Cumhuriyet’lerini yazsa tamamen farklı
olur...
E onlar da kendi açılarını yazarlarsa n’olacak, siz bir tane daha
mı yazacaksınız!
- Yeter! Benim Cumhuriyet’im bitti, söylenecek her şeyi söyledim.
Bir de benim bir huyum var, zorunluluk olmadıkça hiçbir şekilde
cevap vermiyorum. Eleştirenler, bu kitap hakkında demeçler verenler
olacaktır. Ama ben cevap hakkımı kullanacağımı sanmıyorum.
Şimdi yazdınız bitti ya, kendinizi nasıl hissediyorsunuz:
İçinizdekileri dökmüş, rahatlamış gibi mi? Yoksa, ‘Eyvah şimdi
kıyamet kopacak!’ gibi mi? Rahat mısınız, gergin mi?
- Açık yüreklilikle söyleyeyim: Bu benim 7. kitabım. Hiçbirinde bu
kadar tedirginlik hissetmedim. En dipteki duygum bu: Tedirginim.
Yani rahatlamış hissetmiyorum kendimi. Yazarken ajite oldum, şimdi
de gergin ve tedirginim. Ama normal, dile kolay 18 yıl, bütün
kariyerimi ben Cumhuriyet’te inşa ettim ve orayı hakikaten çok
sevdim.
E o zaman acı da duymuş olmanız lazım...
- Evet. Ayşe, karım, tanıktır. Ben tam 13 yıl günlüklerimi açmadım.
Bundan bir yıl önce bu kitabı yazmaya karar verdiğimde açtım. Ve
hemen geri kapattım. Sanki o günlüklerden birtakım hortlaklar
çıkmış, dans ediyordu. 6 ay tekrar elimi süremedim. Kolay olmadı
yani. Pek çok karışık duygu yaşadım.
Peki en en en dipte başka bir duygu var mıydı, intikam gibi? 13 yıl
beklemeniz, bana ‘İntikam şarabı soğuk içilir’ özdeyişini
hatırlattı...
- Hayır hayır intikam yok. Bu kitapta en ağır eleştirdiğim insan,
İlhan Selçuk. O benim bildiğim İlhan Selçuk’tan daha başka biri
olmuştu. Ben bu İlhan Selçuk’u tanıyamıyordum...
Sizce bu kitaba nasıl tepki gösterecek?
- Bilmiyorum. Benim tanıdığım İlhan Selçuk bu gibi şeyleri
görmezlikten gelir ve yok sayar. Yine öyle davranabilir diye
düşünüyorum. Ama belli de olmaz...
Neden o günlükleri tuttunuz? İşin içinde bir hesap-kitap var mıydı:
‘İleride ben Cumhuriyet’in kitabını yazarım!’ gibi...
- Yazmak için not aldığım kesin. İlk kitabımı yazmaya da Kenan
Evren’le çıktığım bir gezide karar verdim. 82 yılıydı, ben
Cumhuriyet’in genel yayın müdürüydüm, Evren de darbenin lideri ve
cumhurbaşkanı. Beni uçağın önüne çağırdı, karşısına dikti, ‘Bak,
dünkü gazetede kasıtlı olarak şunu şunu yapmışsın. Bu olur mu
söyle!’ dedi, bir çocuk gibi azarladı. Tepki versem, bir telefonla
gazeteyi kapatacak. İşte o an 12 Eylül günlüğünü tutmaya karar
verdim. Tank Sesiyle Uyanmak ve Demokrasi Korkusu o günlüklerden
çıkmıştır. Bu son kitapta da, Cumhuriyet’in yayın yönetmeniyken
tuttuğum günlükten yararlandım. Hatta kitabın bazı yerlerinde
günlüğe dönüyorum.
Benim bildiğim genç kızlarla hamileler günlük tutar...
- Bir de gazeteciler! Batı’da, özellikle de Amerika’da,
gazeteciliğe adım atanlara şöyle nasihat ederler: ‘Mutlaka günlük
tut.’ Ben çok faydasını gördüm, bütün genç meslektaşlarıma tavsiye
ederim.
Siz kendinizi ‘aşmış’ hissettiğiniz için mi bu kitabı yazdınız?
- Estağfurullah. Ama doğrusunu isterseniz şu var: Bazı şeyleri bir
noktada söylemek tecrübe ve cesaret gerektiriyor. Mesela
Türkiye’nin birtakım tabuları var, askeri eleştirmek bizim basında
hálá zor iştir. Ya da son dönemde Orhan Pamuk’a sahip çıkmak. Buna
benzer tabular Cumhuriyet’te de vardı. İlhan Selçuk’a ‘Sen
demokrasi cephesinde değilsin artık. Senin bu görüşlerin, askere
davetiye çıkarman falan, faşizmi çağrıştırıyor!’ demek kolay
olmuyor. Çok tepki alıyorsun. Ben Cumhuriyet’te vazonun kırılmasına
yol açan gelişmelerde ‘Çekiliyorum’ diyebilirdim, ama kendime
yediremedim. ‘Madem böyle düşünüyorsunuz, ben de kavga edeceğim’
dedim. Bunu söylediğim vakit, Murat Belge ‘Ya sen ne yaptığını
biliyor musun’ dedi, ‘Şu andan itibaren 30 bin yeminli düşmanın
oldu!’ İnsan iddiası uğruna bazen bunları da göze alıyor...
Cumhuriyet’i görünce hicap duyuyorum bunun bir numaralı
müsebbibi İlhan Selçuk
O dönemin gazetecileri daha mütevazıymış, şimdiki gazeteciler kendi
fotoğraflarını dana gözü gibi koyuyorlar...
- Bugün hem gazete patronları hem de gazete yöneticileri fazlasıyla
kendilerini seviyorlar!
Bu sizi rahatsız mı ediyor?
- Bir bakıma benim ölçülerime aykırı bunlar.
Kendinizi gereğinden fazla önemsiyor olabilir misiniz?
- Herkes ama istisnasız herkes kendini önemser. Kendi ilkelerini,
koyduğu ölçüleri de önemser. Şimdi tabii bu pencereden bakınca,
benim görsel basında bugün pek çok şeyi eleştirmem doğal, çünkü biz
Cumhuriyet’te ciddi bir gazete yaptık. Ne var ki bana da insanlar,
‘İyi ama sen de az sattın, sadece 130 bin!’ diyebilir. Doğrudur az
sattık, ama etkiliydik. O satışa göre ilan gelirlerimiz de
iyiydi.
Vazo kırılmasaydı, Hasan Cemal-İlhan Selçuk kavgası başlamasaydı ne
olurdu? Cumhuriyet nereye giderdi, nasıl gelişirdi?
- Vazoyu kırmamış olsaydık, Cumhuriyet, bugün hiç olmazsa 160-170
bin satan etkili, bağımsız, sözü dinlenen bir gazete olurdu. AB’yi
savunan ama AB’ye karşı çıkan yazarları da bünyesinde barındıran.
Laikliği çok geniş bir şekilde yerli yerine oturtan ama dindarları
da dışlamayan...
Ne hissediyorsunuz Cumhuriyet Gazetesi görünce...
- Hicap duyuyorum. Bunun da bir numaralı müsebbibi İlhan Selçuk.
Tek adam saltanatını kurdu ve Cumhuriyet’i adeta bir parti haline
getirdi. Kızıl Elma koalisyonunun yayın organı...
Peki Cumhuriyet Gazetesi’ndeki ‘yeni’nin temsilcisi olarak
kendinizi ideolojik olarak yenilmiş hissediyor musunuz?
- Yenilmedim diyecek halim yok. Yenildim tabii. Ama zaman beni
haklı çıkardı, benim fikirlerim Türkiye’de daha üstün geldi.
Cumhuriyet’in savunduğu fikirler ise azınlıkta kaldı ve fena halde
inişte...
İDEOLOJİK ZAPTİYECİLİK VE DÜŞÜNCE POLİSLİĞİ
İlhan Selçuk’la ilgili kitaptaki tariflerim ne yazık ki olumlu
değil: İdeolojik zaptiyecilik yaptığını söylüyorum. Aydınlanma,
Kemalizm ve milliyetçilik anlayışının faşizme kapı açtığını
belirtiyorum. Ve düşünce polisi olduğunu ekliyorum.
İNKAR ETMİYORUM HAFİF BİR KİBRİM VAR
Bize ne faydası var bütün bu okuduklarımızın?
- Gazetecilik nedir, ne değildir, ciddi gazetecilik
nedir ne değildir, bu konularda fikir sahibi olabilirsiniz.
Türkiye’deki demokrasinin halleriyle ilgili de bir sürü şey
öğrenebilirsiniz...
Siz pek sık kullanıyorsunuz bu ‘ciddi gazetecilik’ lafını. Hafif
bir kibir hissediyorum...
- İnkar etmiyorum, bu konuda hafif bir kibrim var. Çünkü biz
Cumhuriyet’te ‘ciddi gazetecilik’ yaptık. Fikir gazeteciği ya da
‘Quality paper’, adına artık sen ne dersen de. Haliyle inandığım
bazı şeyler var: 1. Gazeteyi, gazeteciler yapar. 2. Sadece
gazetecilerden köşe yazarı olur. Başka iş sahiplerinin, gazetede
sürekli köşe sahibi olmalarını sakıncalı buluyorum. 3. Genel yayın
müdürleriyle patronlar arasındaki çizginin çok dikkatli çizilmesi
gerekir. 4. Yazı işleriyle finans ve marketing bölümleri arasındaki
çizginin de öyle. 5. Aynı şekilde haber ve yorum bölümleri
arasındaki çizginin de...
Son olarak şu an yayın yönetmeni olmayı tercih eder miydiniz?
- Deli miyim? Aldous Haxley’in bir lafı var: ‘Gazeteyi yöneten
adam, bana cehennem ateşini bir kova suyla söndürmeye çalışan bir
meleği hatırlatır’ diyor. Oysa, ben şu anda cennetteyim. Müthiş
mutluyum. Önüm kesilmiyor. Kendi gündemimi yaratıyorum. İstersem
Hakkari’den yazıyorum, istersem Brüksel’den. Üstelik gazetecilik
kimliğimi ön plana çıkararak yazıyorum. Daha ne isterim? Belamı
değil herhalde!
GEN. YAY. MÜD. SENDROMU
Bir kere genel yayın yönetmeni oldun mu, hep genel yayın yönetmeni
kalırsın! O koltuktan ayrılsan da öyledir, en azından havan devam
edip gider. Bir virüs gibidir genel yayın yönetmenliği, içinden
kolay çıkmaz. Ondan sonra hep kendi yaptığın gazeteyi beğenirsin.
Başkası ağzıyla kuş tutsa da değişmez bu. Sen yine mutfakta kendi
arkadaşlarınla pişirdiğin gazeteyi beğenir ya da bir zamanlar kendi
yaptıklarını özlersin.
ONUN DÖNEMİNDE KİMLER GELDİ KİMLER GEÇTİ
CUMHURİYET’TE ÇALIŞMIŞ ÜNLÜ GAZETECİLER
Osman Ulagay, Meral Tamer, Hadi Uluengin, Faruk Bildirici, Mine
Kırıkkanat, Yalçın Bayer, Cengiz Çandar
CUMHURİYET’TEN ÇIKAN YAYIN YÖNETMENLERİ
Sedat Ergin, Okay Gönensin, Yalçın Doğan, İsmet Berkan, Umur Talu,
Tuğrul Eryılmaz, Ufuk Güldemir, Kerem Çalışkan, Mehmet Tezkan,
Serdar Turgut, Tayfun Devecioğlu
İŞİNE SON VERDİĞİ GAZETECİLER
Doğan Hızlan, Cengiz Çandar, Yalçın Doğan, Cengiz Turan
36 yıl bu piyasada kalınca hem kavga ediyorsun hem
sevişiyorsun
Birlikte çalıştığınız insanlar hakkında önce şahane şeyler
yazıyorsunuz, sonra birden ‘dan’ diye çakıyorsunuz, olumsuz şeyler
sıralamaya başlıyorsunuz. Yalçın Doğan, Cengiz Çandar, Sedat
Ergin... Size sinir olacaklar!
- Meslek hayatımda 36. yılı doldurdum. Bu kadar uzun süre piyasada
kalınca hem kavga ediyorsun hem sevişiyorsun. Yani böyle gidiyor,
ne yapacaksın. Üstelik bunun adı ‘çakmak’ değil, hakikati yerli
yerine oturtmak. Yalçın mesela, çok iyi arkadaşımdır, ama elinden
gelse Milliyet’in genel yayın müdürüyken, işime son verirdi. Hiç
kuşkum yok bundan. Neden? Çünkü Cumhuriyet’teyken ben onun işine
son vermiştim. Düşmanlığı devam ediyor. Zaten herkesin içinde
söylemişti: ‘Şimdi sıra bende’ diye. Cengiz Çandar hakkında da
şöhreti kaldıramadığını yazmıştım, ki doğrudur. Sedat’a gelince,
Ertuğrul Özkök’ün onu bizden almasını içime hiç sindiremedim,
kendimi ihanete uğramış gibi hissettim. Bu tür pek çok anektod var
kitapta...
Hasan Cemal, Emine’yle (Uşaklıgil) fingirdiyormuş, doğru
mu?
Bir yıl kadar evimin dışında yaşadım. O zaman Nadir Nadi, Uğur
Mumcu’ya sormuş: ‘Hasan Cemal, Emine’yle (Uşaklıgil)
fingirdiyormuş, doğru mu?’ Böyle bir şey olmadığını Allah’tan Uğur
da biliyor, ‘Yok efendim’ diyor. Nadir Bey de ‘Söyle ona eğer böyle
bir şey yaparsa, onu gazeteden atarım’ diyor. Bu bir renktir.
Yazmasam da olurdu ama bu anektodu kitaba aldım.
KİTAPTAN
Berin Nadi: İlhan’a bak Stalin gibi
yürüyor
15 Ekim 1988. Bebek Camii. Feyyaz Tokar’ın baldızının cenazesi.
İlhan Selçuk, başında bir zamanlar Almanya’da daha çok
komünistlerin giydiği ve ‘solcu simgesi’ sayılan Alman denizci
kasketi. Gümüş rengi saçları siyah kasketin altından gelişigüzel
fırlamış... Gözlerinin altı şiş şiş... Kalabalığı yararak yürüyor.
Berin Hanım beni dürtüyor: ‘İlhan’a bak, Stalin gibi yürüyor!’ Bu
benzetmeyi sık sık yapar İlhan Selçuk için. Berin Hanım’a göre
İlhan Selçuk ‘Moskovacı bir komünist’tir. Bunu bazen pat diye
yüzüne karşı şaka yollu söyler. İlhan Selçuk’tan hoşlandığı
söylenemez.
Uğur Mumcu-İlhan Selçuk arasında Stalin
kavgası
17 Ocak 1990. İlhan Selçuk (...) Stalin’i şu çerçevede
savunmuş:
‘1917’nin ateşinde pişti Stalin, Lenin’den sonra Rusya’da iktidarı
ele geçirdi; yüz halktan oluşan Sovyetler’i örs ve çekiç arasında
dövdü.(...) Kimileri taptı Stalin’e, kimileri kin bağladı; ama
‘komünizmin çarı’ öteki dünyaya göçtüğünde 1917’nin fikirleri,
sosyalizmin ilkeleri, ortalığa saçılıp yayılmıştı.’
17 Şubat 1990. Uğur Mumcu Stalin konusunda İlhan Selçuk’a cevap
veriyor:
‘Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde 786 bin kişi kurşuna
dizilmiş. Stalin ve Hitler... İki kanlı diktatör, ikisi de insan
kasabı...’
Yaşar Kemal: Koca Cumhuriyet’i askerin gazetesi haline
getirdi İlhan Selçuk
19 Ekim 1997. Akşamüstü (Yaşar Kemal’i) görmek için Frankfurter Hof
Oteli’ne gittim. Bir ara Cumhuriyet ile İlhan Selçuk’tan açıldı
konu. Şöyle dedi: ‘Koca Cumhuriyet’i askerin gazetesi haline
getirdi İlhan Selçuk. Bana, benim gazetemde, Cumhuriyet’te ‘vatan
haini’ denmesine sesini çıkarmadı. Yıllar önceydi. Paris’te Abidin
Dino’ya sormuştu, ‘Yaşar Kemal burada hakikaten tanınıyor mu?’
diye.. Bu ne biçim kıskançlık! İlhan’ı ben soktum Cumhuriyet’e. Her
gün onun yazısını Nadir Bey’e getirip okuturdum, ‘Alın bu adamı
Cumhuriyet’e’ derdim. Yoksa nereden okuyacaktı Nadir Bey, İlhan’ın
yazılarını?’