Uzun süredir aynı şeyi düşünüyorum.
Gazeteciliğin de, yayıncılığın da, ne tadı kaldı, ne tuzu.
Yavan, sıradan, heyecansız, nefessiz bir iş olup çıktı.
Ne amacı belli, ne misyonu, ne de ilkeleri.
Hani nerede haber atlatma heyecanı, kötü adamları yakalama
hevesi, yapılamayanı yapma; sorulamayanı sorma iddiası?
Nerede o insanı kahraman gibi hissettiren gazetecilik onuru?
Aşkla sevdiğim bu mesleğe karşı en ufak bir istek
duymuyorum artık.
Bitmez tükenmez hırslarıyla, ayak oyunlarıyla, içi boş
kahramanlarıyla, artık iyice cıvıklaşan rekabet koşullarıyla,
adımın yanında yer almasına dayanamıyorum.
Medyaya ilişkin her türlü titri, reddediyorum.
Bu nedenle beş bölümünü çektiğim televizyon programını bile
iptal ettim.
Yerel ve Bölgesel Televizyonlar Birliği Başkanlığı’nı ise
bir-iki ay içerisinde devrediyorum.
Arkama bakmadan çıkıyorum bu enkazdan.
Kaçar gibi değil!
Ameliyat masasında kalan hastasına son kez bakan cerrah
gibi!
Aslında yıllar önce fiiliyattan çekilip, mücadelemi sivil toplum
örgütü lideri olarak sürdürmeye karar vermemde, bugünlerin önüne
geçebilme çabası vardı.
Perşembenin gelişi, Çarşamba’dan belliydi çünkü.
Ulusal medyaya söz geçirmek mümkün değildi ama “yerel
medyayı büyütelim; alternatif ses yaratalım, işaret fişekleri
yollayalım belki anlaşılır” diye düşünmüştük. Ama
olmadı.
Yerel medyayı ayakta tuttuk; rehabilite ettik ama büyük
medyanın intiharının önüne geçemedik.
Küçük dağları yarattıklarını sananlar, mutlak
iktidarlarının sonsuza kadar süreceğine inanıyor; mesleğin onurunu,
şerefini, geleceğini koruyacak en ufak bir sorumluluğu
üstlenmiyorlardı.
“Siyaset-Medya-Sermaye üçgeni” denildikçe
utanacaklarına; zevkten dört köşe oluyorlardı.
Patronun keçilerine “kışt” dediği için kalemi kırılan gazeteci
arkadaşları adına kimse kılını bile kıpırdatmıyordu.
Eyyamcılar ordusunun ilkesi, patronun borazanını öttürmekten
ibaretti.
“Kalemini kır ama satma” ilkesi ise,
“iş bitirici gazeteci” kavramıyla yer
değiştirmişti.
Sedat Semavi’nin kurduğu gazetenin yazarları, bakan azarlayarak
iş takibi yapıyorlardı.
Siyasetçiler, “al gülüm; ver gülüm ilişkisinin
konforuna” pek bi alışmışlardı.
Öyle ki;
Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, kalabalık bir
heyet olarak yaptığımız ziyarette aynen şöyle diyordu:
“Biz tarafsız medya falan anlamayız. Eğer bizim
yanımızda değilseniz sizi, karşımızda kabul ederiz!”
Arkadaşlarım ve ben, donup kalmıştık.
Hediye olarak getirdiğimiz çiçek buketini önüne atıp çıkıp
gittik.
Ama durum buydu maalesef!
Medyada kimin eli kimin cebinde belli değildi.
Sipariş haberler yapılıyor, malum kaynaklar kullandıkları
kalemlere oluk oluk enformasyon aktarıyorlardı.
Halk, dehşet içerisinde izlediği bu tablodan nefret ediyor ama
medya dünyası bunu umursamıyordu.
Biz, o dönemde yerel medyadaki arkadaşlarımla birlikte mücadele
veriyor; “Bu mesleğin onuru, bir gün herkesten çok size
lazım olacak” diyorduk ama sözümüzü dinleyen olmadı.
Gazetecilik, yayıncılık kıyımının önüne
geçemedik.
Gözlerimizin önünde katledildi, bitirildi ve gömüldü.
Ülkede ne gerçek gazete kaldı, ne de gerçek
gazeteci.
Şimdi neye, kim için özgürlük isteniyor?
Tutuklamalar, yalnızca insani açıdan yaralıyor
beni.
Gözaltına alınanların evlerinin, yuvalarının tarumar edilmesi,
eşinin, çoluğunun çocuğunun, ailesinin gözünün önünde sürüklenerek
götürülmesine, cezaları kesinleşmediği halde hapsedilmelerine isyan
ediyorum.
Ne yazık ki bu isyanı besleyecek zerre kadar bir mesleki
kaygı hissetmiyorum.
Böylesine kirletilmiş bir sektörde, çamur deryasında, temiz,
bağımsız, bağlantısız bir şeyler kaldığına; inanmıyorum.
Tek bir temennim var:
Vicdani açıdan, cezaları kesinleşmemiş olanların tutuksuz
yargılanması ve sektörün sil baştan yeniden yapılandırılması.
Aksi takdirde kaybımız, yalnızca medyayla sınırlı
kalmaz.