Gurbet; insanın içinde kalbine dokunmak üzere olan bir kaktüs
gibidir.
Öylece durur ama en ufak bir dokunuşta; onlarca iğnesini aynı
anda yüreğinizde tek bir acı gibi yoğun hissedersiniz.
Bu tarifi olmayan, tarif etmeye kalksanız; yetersiz kalacağınız
bir acıdır.
Tıpkı aşk acısı gibi…
Velhasıl “tarifi imkânsızdır” desek; yeridir.
O yüzden gurbette yaşamak zorunda olanlar; yurtlarına,
doğdukları topraklara geldiklerinde bir başka hissin içinde
yoğrulurlar.
Bize yabancı, bize garip bir histir; bu his.
Bunu onların dışında ancak sevdiklerinden uzak kalanların
anlaması mümkündür.
Bazı gurbetler vardır; kimseye izah edemeyeceğiniz
gerekçelerle; sizi doğduğunuz, sevdiğiniz yerlerden, hatta
sevdiklerinizden uzakta bırakırlar.
Böyle zamanlarda göremediklerinizi gözlerinizi
kapattığınızda gönül gözünüzle görürken, duyamadığınız seslerini de
yalnız gecelerinizde yüreğinizde duyarsınız.
İçinize batan onlarca kaktüsün iğnesinin içinizi acıtan acısıyla
birlikte…
Gurbette yaşayanlar bilirler, hatta hepimizden çok daha iyi
bilirler; memleket sevdasının insanı nasıl sarıp sarmaladığını.
Bizler günlük yaşamlarımızın rüzgârı ile oradan oraya
savrulurken, onlar memleket sevdasının burunlarını sızlatması ile
günlerini, aylarını, yıllarını, en beteri de ömürlerini
tüketirler.
Kâh vatan toprağının bir sınır karakolunda biz rahat uyuyalım
diye uykusuz kalan yürektedir o rüzgâr, kâh okyanus ötesinde…
Hiç fark etmez.
Gurbet gurbettir…
Yani bir bakıma yalnızlığın uçsuzluğundadır gurbette
yaşayan yürekler.
O yüzden de gün olur söylenecekler içte kalırken; iç
çekerek sevenler uğurlanır o yalnız yüreklerden…
Ve gün olur istemsiz akan iki damla gözyaşı ile yalnızlığa
sessizce isyan edilir.
Uzaklarda, çok uzaklarda…