Gülenin başkan adayı
Abone olFethullah Gülen gönlünden geçen cumhurbaşkanı adayını yazısında tarif etti!
Başkanlık Kimin Hakkı?
Soru: Tasavvufla alâkalı kitaplarda, insanı en çok tesir altına
alan kötü huylardan birinin riyâset tutkusu olduğu ifade ediliyor.
Bu tehlikeli istek belli seviyedeki idarecilerle mi alâkalıdır
yoksa herkes için mi söz konusudur? İdarî bir vazife ile karşı
karşıya kalma durumunda düşünce istikameti nasıl olmalıdır?
Cevap: “Riyâset” kelimesi, bir işin idaresini üstlenmek, önde
bulunmak, başkanlık yapmak, reis olmak ve başı tutmak gibi manaları
ihtiva etmektedir. Aslında riyâset denilince, genellikle devlet
başkanlığı, başbakanlık, bakanlık, valilik, kaymakamlık gibi
idarecilikler akla gelmektedir. Fakat, dünden bugüne Hak dostları,
tanınan, bilinen ve herkes tarafından anılan ünlü, namlı ve makbul
bir insan olmayı da riyâset çerçevesinde değerlendiregelmişlerdir.
Değerlendirmiş ve baş olma sevdasını Allah dostları için çok büyük
bir tehlike olarak görmüşlerdir. Hatta, önde olma ve başı tutma
isteğini “riyâset şehveti” olarak ifade etmiş ve onu diğer beşerî
zaaflardan daha helak edici bulmuşlardır. Bundan dolayıdır ki,
selef-i salihîn arasında “Evliyânın kalbinden en son çıkan kötü huy
riyâset tutkusudur!” sözü pek meşhur olmuştur.
Tanınan, bilinen ve sözü dinlenen bir insan olma isteği, hemen
herkeste az-çok bulunur. Fakat bazıları mülâhaza ufuklarını daha
önemli meselelerle donatır, nazarlarını daha kıymetli hedeflere
bağlar, sürekli daha yükseklere bakar ve bu sayede o hissi baskı
altına alırlar. Evet, şayet insan meâlîye müştaksa, zihnini yüce
fikirlerle aydınlatmış ve gönlünü ulvî hakikatlerle mamur
kılabilmişse, bu âlemin geçici lezzetlerine değil de ahiretin ebedî
güzelliklerine meftun olmuşsa, onun için dünyevî makam ve mansıplar
çok önemsiz kalır. Mesela, Hakk'a kulluğu en büyük pâye kabul eden,
Allah'ın rızasını kazanmayı yegâne hedef olarak belirleyen ve o
hedefe ulaşmanın biricik yolunun da i'lâ-yı kelimetullah olduğuna
inanan, dolayısıyla rıza-yı ilâhîyi tahsil istikametinde i'lâ-yı
kelimetullaha ve nâm-ı celîl-i Muhammedîyi bütün cihana duyurmaya
kilitlenen bir kul, kendisine riyasetlerin en büyüğü bile teklif
edilse, asla dönüp bakmaz, ona kat'iyen meyletmez ve yürüdüğü yolu
değiştirmeyi hiç düşünmez. Ne var ki, böyle bir istiğnâ ve ferâgât
ancak ehl-i iman için söz konusudur. Dünya tâliplerine gelince,
onların hemen hepsi, en küçük bir makam için hayatını feda edecek
kadar şöhretperestlik hissiyle dopdoludur.
Gerçi, idarecilik de toplum hayatı açısından zarurîdir; bazı
kimselerin önde bulunmaları, insanları hayra sevketmeleri, beşerî
münasebetleri düzenleyip halkın nizam ve intizamını sağlamaları
lazımdır. Tabiî ki, bir köy muhtarsız, bir kasaba kaymakamsız, bir
il valisiz ve bir devlet başkansız olmaz. Bu açıdan, en küçük bir
topluluğu idare etmekten dünya devletler muvazenesini sağlamaya
kadar her sahada reislerin, başkanların, idarecilerin olması
şarttır. Şu kadar var ki, bu zarureti kabul etme ve işi ehline
vererek onun gereğini yerine getirme başka bir meseledir, insanın
kendisini bazı mevkilere ehil görmesi ve onu elde etmek için yanıp
tutuşması çok daha başka bir meseledir. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu
aleyhi vesellem) Efendimiz “Şu emirlik (idarecilik) hususunda
insanların en hayırlıları, idareci olmazdan evvel idareciliği pek
fena gören ve onu hiç arzu etmeyen kimselerdir.” buyurmuştur. Bu
itibarla, insan riyâseti bir zaruret olarak kabul etse bile, şahsı
adına onu hiç istememeli, bu konuda çok hakperest davranarak
meseleyi emin ellere teslim etme gayreti içinde bulunmalıdır.
İmametin Kureyş'e Ait Oluşu
İstidradî ifade edecek olursak; Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer
başta olmak üzere bazı sahabe efendilerimiz, halifenin, Mekke'deki
topluluğun ceddi kabul edilen Kureyş kabilesinden seçilmesini
istemiş ve bu konuda ısrarcı davranmışlardı ama onların bu talebi
kat'iyen kendi şahıslarıyla alakalı değildi. Kureyş üzerindeki
ısrarları hem “İmamet Kureyş'tedir” hadis-i şerifine bağlı bir
mülahazaydı, hem de Kureyş'in bilinen, kabul edilen ve güvenilen
bir kavim olmasından dolayıydı. Mekkeliler, ticaret için yazın
kuzey tarafına, Şam'a gidiyor; kışın da güneye doğru, Yemen'e
kervanlar düzenliyorlardı. O koca coğrafyada hemen her kabile ile
münasebetler tesis ediyorlardı. Kâbe'ye hizmet ettikleri için de
diğer Araplar onlara hususî saygı duyuyorlardı. Fil hadisesinden
sonra bu güven ve saygı daha da artmıştı. Bunlar ufukları açık
insanlardı; güzel konuşma kabiliyetlerini ve şiire olan
istidatlarını vicahî kültürle iyice beslemiş ve birer entellektüel
haline gelmişlerdi. Dolayısıyla, Şam, Yemen ve Kahire halkları
başta olmak üzere bölgedeki herkes Kureyş'i iyi tanıyor ve onları
kabule açık duruyordu. Daha çok çiftçilikle iştigal eden ve
ziyadesiyle içe dönük yaşayan Ensar ise, diğer topluluklarla çok
fazla münasebete geçmemişlerdi ve Mekkelilere nazaran çok az
tanınıyorlardı.
İşte, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer (radiyallahu anhüma),
meseleyi Peygamber Efendimiz'in irşadı istikametinde Kureyş'in bu
üstünlüğü zaviyesinden ele almışlardı. İslam'ı temsil etme
meselesinde Kureyş'in itibar ve kredisini de değerlendirmeyi
düşünmüş; insanların tabiatını da hesaba katarak Kureyş'in şan u
şöhretini bu hususta kullanma ileri görüşlülüğünü
sergilemişlerdi.
Aslında, onlar, Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) Efendimiz'in
“Size idareci olarak tayin edilen insan saçları kıvırcık, üzüm gibi
siyahî bir köle dahi olsa, dinleyin ve itaat edin.” dediğini
biliyorlardı. Tarihî gelenekleri itibariyle Kureyşli bir efendi
için, siyahî bir köleye itaat mümkün olmasa bile, Efendimiz
üstünlük iddiası gibi bütün Cahiliye adetlerini ortadan kaldırmak
için gelmişti. Ayrıca, O'nun bu ifadeleri, “İmam mutlaka Kureyş'ten
mi olacak, yoksa Habeşli bir köle de imam olabilir mi?” meselesine
de cevap teşkil ediyordu. Demek ki, Habeşli bir köle de halife
olabilirdi. Ne var ki, o zamanki şartlar ve konjonktür,
-müslümanlar mutlaka kendisine biat edecek olsalar bile- Habeşli
bir kölenin ya da Ensar'dan birinin bölgede hüsn-ü kabul ile
karşılanmasına müsait değildi. Bunu herkes sezemese de Hulefâ-yı
Raşidîn efendilerimiz, o engin ufuklarıyla meseleye yaklaşmış ve
halifenin Kureyş'ten seçilmesi hususunda ısrar etmişlerdi. Bu
itibarla da, onların bu talebi şahısları adına değil umum ümmetin
maslahatı hesabına bir talepti.
Riyâset, Hak İddia Etmeyenindir!..
Evet, Allah Rasûlü'nün bu vefalı dostları hiçbir zaman emirliği
düşünmemiş ve riyâset sevdasına asla düşmemişlerdi. Öyle ki, İbn-i
Sa'd ve İbn Esîr gibi müelliflerin naklettiklerine göre, Ebû Bekir
efendimiz, halife seçildikten üç gün sonra kürsüye çıkmış ve “Ey
insanlar! Hilafeti kabul edişim, sizi yönetmeye aşırı istekli
olmamdan değildi; bozgunculuktan ve ihtilaflardan korkmuştum. Şimdi
ise, işi size bırakıyorum, istediğinizi başınıza getirebilirsiniz!”
diye hitap etmişti. İnsanlar hep bir ağızdan “Biz sana biat ettik,
seni bırakmayız!” deseler de, Hazreti Sıddık daha sonra da birkaç
defa minbere çıkıp bu görevi kabul etmediğini bildirmiş; yerine
başka birisini seçmelerini istemiş ve ısrarlar sonrasında vazifeyi
mecburen üstlenmişti. Zaten, sadâkat burcunun kahramanı olan o
zattan, başka türlü bir davranış da beklenemezdi. Zira o, Rasûl-ü
Ekrem efendimizin riyâset konusundaki îkazlarını pek iyi
biliyordu.
Nitekim, Ebû Zerr (radıyallahu anh) “Yâ Rasûlallah! Beni bir göreve
tayin etmez misin?” diyerek idarecilik isteyince, Sevgili
Peygamberimiz, mübarek ellerini onun omuzuna koyarak şöyle
buyurmuştu: “Ebû Zerr! Sen zayıfsın, bu vazifeyi kaldıramazsın.
Oysa, vazife bir emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylık
sebebidir.”
Bir başka defasında, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)
Abdurrahman b. Semüre'ye (radıyallahu anh) hitaben, “Ey
Abdurrahman! Baş olmayı isteme; eğer isteğin üzerine o görev sana
verilirse, onunla başbaşa bırakılırsın. Şâyet sen istemeden sana
verilirse, o işte ilâhî yardım görürsün.” demişti.
Cevdet Paşa'nın, “Kısas-ı Enbiyâ”da temas ettiği üzere, riyâset
mevzuundaki bu nebevî uyarıları duyup dinleyen Hazret-i Ebû Bekir
(Allah'ın rıza ve rıdvanı onun üzerine olsun), onları Hazreti
Ali'ye de hatırlatmış ve mevzuyla alakalı şu ölçüyü dile
getirmişti: “Vazife onundur ki, o ‘benim değildir' der. Onun
değildir ki, o, vazifeye ehil olduğunu iddia eder.”
Makam Hırsının Akıbeti
Ebû Musa -radiyallahu anh- da idarecilik vazifesi talep eden bir
insana Rasûlullah Aleyhisselâm'ın şu cevabı verdiğini rivayet
etmiştir: “Allah'a yemin olsun ki, biz bu işe onu tâlep eden veya
ona hırs gösteren bir kimseyi tayin etmeyiz.”
Evet, riyâset, onu isteyip delicesine peşinden koşan kimselere
verilmez. Çünkü, riyâset talep eden kimsede hırs var demektir. Hırs
ise, istediğini elde etmek için insanı bazı hakikatleri feda etmeye
sevkedebilir. Onun için, siyasette bir yere yükselme, bir mevkî
ihraz etme ve bir makam sahibi olma gibi tutkular, insanları çok
defa bazı hakikatleri görmekten alıkoyar. Çünkü, yükselme sevdalısı
kimseler, sürekli daha üst bir rütbeyi ya da makamı düşünür ve o
anki kredilerini hep yarınları hesabına harcarlar; o sermayeyi
sadece hakkı tutup kaldırma adına kullanamazlar. Kullanmak
isteseler bile bir yerde durmak zorunda kalırlar; zira, bir
taraftan vazifenin hakkını vermeye çalışsalar da, diğer taraftan da
sürekli ferdî ikballeri için yatırım yapma hususunda kendilerini
mecbur hissederler. Kalemin bir yanıyla hak ve hakikate hizmet
yolunda bazı şeyler çizseler de, diğer yanıyla da şahsî
istikballerini garanti altına alabileceğini zannettikleri
hususlarla alakalı imzalar atarlar. Dolayısıyla, tam bir hizmet
insanı olduklarını söyleseler de, bu takıntıları sebebiyle hep
yarım bir insan olarak yollarına devam etmeye mahkumdurlar.
Oysa ki, insanın bir aklı ve bir kalbi vardır; bunlar ne kadar
sâlim olursa olsun, şayet insan bunları böler, bir kısmıyla başka
şeyleri peylemeye kalkarsa, sermayesinin bir parçasını başka
yerlere sarfetmiş ve asıl gayesinden uzaklaşmış olur. Mesela; bir
milletvekili bakan olmak ya da bir bakan başbakanlığa sıçramak
arzusuyla yanıp tutuşuyorsa ve bu yolda bir kısım hırslara
girmişse, tekyeden, zaviyeden hiç çıkmasa, sürekli halvetî yaşasa
ve elinden tesbihini hiç düşürmese de, kalbinin ve aklının bir
kısmını o türlü beklentilerle meşgul ettiğinden dolayı gerçekten
önemli olan meseleleri gerektiği gibi ele alamaz, değerlendiremez.
Her ne kadar “Biz hakka hizmet ediyoruz, Allah için çalışıyoruz”
dese de, ileriye matuf herhangi bir beklentisi olan ve bir üst
makama yürüme gibi bir hedefi bulunan böyle biri, bir kısım
hesaplarını da o istikamette yapıyor ve adımlarını ona göre
atıyordur; artık aklının ve faaliyetlerinin yarısını o işe emanet
etmiştir. Dolayısıyla, o eksik bir adam sayılır ve hayatî bir
meselede emanete ne derece riayet edeceğini sadece Allah bilir.
Bu açıdan da, Ehlullah'a göre, siyasetin içinde bulunanlar arasında
müslümanlığı dörtte dörtlük yaşamayı ancak başta Râşid halifeler
olmak üzere çok az insan başarabilmiştir. Bu denge kahramanları,
riyâsetle beraber kalbî ve ruhî hayatın gereklerini de gözetmiş;
dünyevî işlerde dehayı bütün buudlarıyla temsil ederken ahiret
hayatını nazar-ı itibara almayı da ihmal etmemişlerdir. Aklın
yanında kalbe de değer vermiş; hisle beraber muhâkemeyi de
değerlendirmişlerdir. Bir gözleriyle bu dünyaya bakmışlarsa bile,
diğer gözleriyle de hep ahirete müteveccih yaşamışlardır.
İşte, bu ölçüde istikamet üzere olmak herkese müyesser değildir.
Çünkü, idare ile alâkalı işler kısmen de olsa insanı dağıtır ve
onun kulluğundaki mükemmelliğe dokunur. Riyâset tutkusu, en sağlam
kimseleri bile aşındırır, karakter kırılmalarına sebebiyet verir.
Öyle hırslı bir şekilde baş olma arzusu içinde bulunan kimse,
hırsla üzerinde durulması gerekli olan çok önemli mevzularda
dağınıklığa düşer.
Bu açıdan, akıl, kalb ve his selametiyle kalmanın ve dağılmamanın
tek yolu, idareciliği ve önde bulunmayı vazife şuuruyla ele almaya,
onu mesuliyeti büyük bir emanet olarak görmeye ve riyâset mevzuunda
istekli olmaktan, arzu izhar etmekten uzak durmaya bağlıdır. Ara
sıra, başka mülahazalar buğu buğu gelip zihni ve hayali saracak
olsa, hemen seccadeye koşup “Allah'ım, bağışla beni; boş hülyalara
daldım, özür dilerim. Ben Seninim ve Sana döneceğim. Gerektiğinde
her şeyimi al ama beni Sensiz etme!” diyerek sadece Allah'ın
rızasına talip olmaya, aklı, kalbi ve hissi bütünüyle Cenâb-ı
Hakk'ın hoşnutluğuna tevcih etmeye vâbestedir.
Hizmet Erlerinin Riyâsetle İmtihanı
Diğer taraftan, sözlerimin başında da ifade ettiğim gibi, riyâset
dediğimiz mesele sadece cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bakanlık ya
da herhangi bir seviyedeki resmî idarecilikle sınırlı değildir.
Önde olma ve başı tutma isteği, bazen “abilik” unvanı altında da
kendini hissettirir; kimi zaman “kıdem” itibariyle önde gelme ve
turnikeye önce girmiş olma ambalajıyla da insanı esir edebilir;
bazen de bir yönetim kurulunda söz sahibi olma ya da onun başında
bulunma isteği şeklinde gönüllere girebilir. İşte, bu türlü
duygular da, insanın ruh dünyasında tesir icrâ eder; kalbe
yerleştiği ölçüde de onu bütün bütün baskı altına alır. Hep sözünün
dinlenmesini arzu eden ve baş olmayı isteyen bir insan, iman ve
Kur'an hizmeti dairesinde de olsa, bazı hakları çiğneyebilir, bir
kısım hakikatları gözardı edebilir, kimi haklara karşı
saygısızlıkta bulunabilir ve kendi haksızlıklarını hak gibi
görebilir.
Bu itibarla, insan riyâsetin en küçüğüne bile asla tâlip olmamalı;
şayet, başkaları tarafından öyle bir vazifeyle görevlendirilirse, o
zaman da kerhen kabul edip emanet olarak ele aldığı o işin hakkını
vermeye çalışmalıdır. İstemeye istemeye o işin altına girerken
kendisini liyakatli görüp vazife tahmil edenlere, “Ben bu işin ehli
değilim, ama ille de benim yapmamı istiyorsanız, bu vazifeyi kerhen
üstleneceğim. Fakat, rica ederim, her zaman benim yanımda bulunun;
yanlışlarımı hemen düzeltin. Bir kıblenümâ gibi bana doğruyu
gösterin. Ne olur, kıblemi ve mihrabımı korumama yardımcı olun;
beni tutun, destekleyin ve devrilip gitmeme müsade etmeyin!”
diyecek kadar mert olmalı ve öyle bir vazifeye razı olmayı şarta
bağlamalıdır.
Haddizatında, insan böyle bir meselede kararı kendi tercihine değil
de onun durumunu daha objektif değerlendiren ve meselelere daha
bütüncül bir nazarla bakan kimselerin tayinine havale etmelidir.
Kendisinin ne yapıp ne yapamayacağını dostlarının, büyüklerinin ya
da âlî bir heyetin takdirine bırakmalı ve her türlü istihdama hazır
olmalıdır. Aynı zamanda, onun belli bir vazifeyi götürebileceğine
inanan ve onu istihdam eden insanların hüsn-ü zan edip yanılmış
olabileceklerini de daha baştan kabullenmelidir. Evet, bir heyetin
yanılma ihtimali ferdî kararlardaki yanılma nisbetine göre daha
azdır; fakat, icmada da küçük çapta dahi olsa yanılma payı vardır.
Dolayısıyla, kendisine bir iş teklif edilen insan, o takdirde
bulunan kimselere hitaben “Hakkımda hüsn-ü zan edip beni bu
vazifeye getirdiniz; ama şayet bu işi götüremediğimi görürseniz,
vazife değişikliğini işaret etmekte lütfen gecikmeyin; ne olur beni
kırmamayı değil, sadece hakkın hatırını gözetin; beni bu vazifeden
almanız icap ederse sakın çekinmeyin. Nasıl ki bu işin altına sizin
tayininiz, yönlendirmeniz ve iş'ârınızla girdim; aynen öyle de,
küçük bir işaretinizle hemen ayrılabilir ve emaneti daha ehil
birine tevdî edebilirim.” diyebilmelidir.
İşte, böyle bir düşünce hakperestliğin ifadesidir. Bu mevzuda
gösterilen alınganlıklar ise, hep bencillikten kaynaklanır.
“Görülmedim, gözetilmedim, takdir edilmedim, kıymetim bilinmedi...”
şeklindeki mülahazalar nefsin ve enaniyetin hırıltılarıdır. Böyle
bencil kimselere önemli vazifeler yüklemek kat'iyen doğru değildir;
zira, bencillerin isabetli karar vermeleri imkan haricindedir.
Onlar isabetli karar veremezler; çünkü, onların Hak'la
münasebetleri yoktur, varsa da çok zayıftır; vicdanları duru
değildir, his dünyaları bulanıktır. Dolayısıyla, onlar bulundukları
yerde hak ve hakikatin temsilcileri olamaz, sürekli kendi hevâ ve
heveslerini seslendirirler; herhangi bir seviyedeki riyâseti halka
ve hakka hizmet vesilesi yapacaklarına daha yukarılara tırmanmak
için bir basamak olarak kullanırlar.
Yüz Elimiz de Olsa...
Mevzuyla alakalı bir hususa daha değinmek istiyorum: Evet, siyaset
sahnesinde rol almak ve idarecilik yapmak da toplum hayatı
açısından lazımdır; bazı kimselerin devlet idaresinde söz sahibi
olmaları, milletvekilliği, bakanlık, başbakanlık ve
cumhurbaşkanlığı yapmaları içtimaî bir ihtiyaçtır. Fakat, şayet siz
kendinizi iman ve Kur'an hizmetine adadığınızı söylüyorsanız ve
zihninizi, hissinizi, aklınızı, mantığınızı dağıtmadan
garazsız-ivazsız kulluk yapmak istiyorsanız, böyle bir tercihte
bulunduktan sonra artık siyasete ve dünyevî makamlara teveccüh
edemezsiniz. Edemezsiniz, zira, siz şu zamanda en büyük tehlikenin,
kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesi olduğuna inanmışsınız;
bütün himmetinizi kalblerin ıslahına teksif ederek bu tehlikeye
karşı koymaya kendi kendinize söz vermişsiniz. Öyleyse, o resmî
vazifeleri kim yaparsa yapsın, kim hangi makamı temsil ederse
etsin, o konuda kimseyi hafife almaz ve kınamazsınız; herkesin
buradaki niyetine ve amellerine göre ötede mükâfatını alacağına ya
da cezasını çekeceğine inanır ve hükmü Cenâb-ı Ahkemü'l-hâkimîn'e
bırakırsınız. Bununla beraber, siz yürüdüğünüz i'lâ-yı kelimetullah
yolunda rıza-yı ilahîden başka hiçbir şeye evvelen ve bizzat
yönelemez, sizi asıl vazifenizden koparacak hiçbir şeye dilbeste
olamazsınız.
Bu hususa dikkat çeken Nur müellifi, “İki elimiz var; eğer yüz
elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir.” demiştir. Evet, iman ve
Kur'an davasına gönül vermişseniz, yüz tane eliniz de olsa, kendi
vazifenize ancak kifayet edeceğine inanır ve vazifeniz haricinde
herhangi bir garaz taşımayı büyük bir aldanmışlık sayarsınız.
Çünkü, i'la-yı kelimetullah başka hiçbir işi düşünmeye fırsat
vermeyecek kadar büyük ve ağır sorumluluklar yükler insanın
omuzuna. Bu yolda ondan başka şeyler düşünen insan himmetini
dağıtmış olur. Himmetini dağıtan insan da, iki şeyde birden
başarılı olamaz. “Bir koltukta iki karpuz taşınmaz” atasözü bu
hakikati ne de güzel ifade eder!..
Bir Kalbde İki Sevda
Söz gelmişken, affınızı istirham ederek Hazreti İbrahim Edhem'in
oğluyla alakalı menkıbesini bir kere daha zikredeceğim: Rivayetlere
göre, İbrahim Edhem (rahmetullahi aleyh) Belh'in prensiymiş. Bir
gece, yumuşacık yatağına uzanmış yatarken aynı zamanda kendi
kendine mırıldanıyormuş; “Allah'ım beni maiyyetinden mahrum etme;
şu aciz kulunu Firdevs'inle şereflendir. Allah'ım, beni
Peygamberine komşu eyle!..” türünden sözler söyleyerek dua
ediyormuş. O sırada çatıda birinin yürüdüğünü fark etmiş, ayak
sesleri duymuş. Hemen, “Kim var orada, sen kimsin?” diye bağırmış.
Çatıdaki adam, “Merak etmeyin efendim; bir zarar verecek değilim,
devemi kaybettim de onu arıyorum!” demiş. İbrahim Edhem, “Be adam,
çatıda deve aranır mı?” deyince, aklını başına getiren şu cevabı
almış: “A be sersem; sen Allah'ın maiyyetini yatakta arıyorsun
ya!.. Peki yatakta Allah aranır mı, uzanmış yatarken Peygamber
aranır mı!”
İşte, bu sözler İbrahim Edhem'e yetmiş. Demek ki, kalbi ölmemiş ve
vicdanı felç olmamış bir insanmış; duyduğu bir iki cümle onu
kendine getirmeye kifayet etmiş. O gün malı-mülkü, makamı-mansıbı
elinin tersiyle itmiş, saltanatı terketmiş ve varıp Mescid-i
Haram'a “cârullah” olmuş.
Aslında, “cârullah” tabiri, büyük bir dil üstadı, edebiyatçı,
kelâmcı ve müfessir olan İmam Zemahşerî'nin (1075 - 1143)
lakabıdır. Zemahşerî, Mekke'de Beytullah'ın yakınında uzun süre
ikamet ettiği için “Allah'ın komşusu” manasına “Cârullah” unvanıyla
meşhur olmuştur. Fakat, İbrahim Edhem de bir cârullahtır; çünkü,
saltanatı arkada bırakıp Kâbe'ye koşmuş, câr-ı Belh olmaktansa,
câr-ı Kâbe olmayı yeğlemiş; cârullah olmayı cârunnâs olmaya tercih
etmiştir.
Hani, Rabiâ Adeviye'ye “Dâr!..” deyip cenneti hatırlatıyorlar da, o
“Câr” diye inliyor; “Komşu var mı orada; Dostumu görebilecek miyim?
Dostu göremeyeceksem Cennet'in ne önemi var!” diyor. Yunus Emre de,
“Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver
onları / Bana seni gerek seni!” diye içini döküyor. Gördüğünüz
gibi, âşıklarda ses hep aynı çıkıyor, kalb hep “Dost, dost” diye
atıyor. İşte aynı mülahaza İbrahim Edhem'i de Kâbe'ye taşımış ve
onu cârullah yapmış.
İbrahim Edhem hazretleri bir gün, “Allahım, Senin uğruna her şeyi
terkettim; burada rahmetinin tecellilerini ötede de Cemâlini
görebilmek için yurdu-yuvayı arkada bıraktım; artık aşkınla beni
parça parça etsen de, şu kalbim Senden başkasına kaymayacaktır.”
mülahazalarıyla dopdolu olduğu bir sırada, metafta (Kâbe'nin
etrafında tavaf yapılan yerde) oğlunu görür. Nasılsa, oğlu da onu
görüp tanımıştır; göz göze gelir ve bir süre bakışırlar. Senelerin
verdiği hasret, ikisini birbirine koşturur. İhtimal, onca sene
ayrılıktan sonra, öyle bir karşılaşma Hazret'in his dünyasına büyük
bir tûfan halinde tesir eder, onun gönlünde bir fırtına meydana
getirir ve Hak dostu az da olsa içinin aktığını hisseder. Oğul
kendini babasının kucağına atınca, o da yılların hicranıyla oğluna
sarılır. Tam sarmaş dolaş olurlar ki, hâtiften bir ses gelir:
“İbrahim, bir kalbde iki sevgi olmaz!” İşte o an İbrahim Edhem'den
bir çığlık kopuverir: “Muhabbetine mani olanı al, Allahım!” Az
sonra da oğlu ayaklarının dibine yığılır kalır.
Siyasete Meyletmeyi Kendi Adıma Döneklik Sayarım
Evet, İbrahim Edhem bir söz vermiştir Rabbine; “Beni parça parça
etsen de, şu kalbim Senden başkasına kaymayacak!” demiştir. O vefa
abidesi, mukarrebîndendir. Mukarrebînin en mümeyyiz vasfı, her an
Allah'ın huzurunda olduklarını idrak etmeleri ve bu yakınlığa göre
bir duruş sergilemeleridir. Onların gözleri rahmet tecellilerinden
başka şey görmez, kalbleri rıza-yı ilahîden başka bir şeyle uzun
süreli meşgul olmaz. Onlar, Cenâb-ı Hak'la münasebetlerine mani
olabilecek ne varsa, hepsini Allah için feda edebilirler. O Hazret
de oğluyla meşgul olmayı bile huzurun edebine muhalif görmüş ve
aldığı bir ikazla “Araya giren perdeyi kaldır Allahım!” niyazında
bulunmuştur.
Bu menkıbeyi hatırlatışımın ve şu sözlerimin manası, tabii ki
“Herkes Allah'a ulaşmak için oğlunu, kızını, eşini-dostunu,
evini-barkını terketmeli!” demek değil.. Fakat, bir ufuktan
bahsediyorum; makam, mansıp, rütbe, pâye, mal, mülk... gibi
dünyalıklar bir yana, Allah'tan alıkoyan her ne olursa olsun ona
karşı kalbin kaymamasının lüzumunu, masivaya gönül bağlamamanın
gereğini anlatmaya çalışıyorum.
Heyhat ki, genel düşüncem bu istikamette olmasına rağmen, bazıları
hâlâ siyaset sahnesinde rol alma, devleti ele geçirme ve idareye
hâkim olma sevdası gibi isnatlarda bulunuyorlar. Oysa, ben
“kullardan bir kul” olarak Allah'ın rızasını kazanmaktan başka her
türlü düşüncenin ve hele fâikiyet (üstünlük) mülahazasına bağlı
olarak idarî, siyasî bir pâye devşirmenin karşısında olduğumu
defalarca ifade ettim. Daha 25 yaşımdayken o fırsatın ayağıma kadar
geldiğini ama onu elimin tersiyle ittiğimi kaç kere söyledim. Değil
parlementerlik, çok küçük bir idarecilik bile istemediğimi
belirttim. Aslında, kanımın delice aktığı o gençlik dönemimde dahî
bu ölçüde bir istiğna sergilemiş olmam, genel karakterimi ortaya
koyma açısından yeterli görülmeliydi.. o tavır ve tutumum neye
tâlip olduğumu, ne istediğimi ve neyin arkasında koştuğumu merak
eden ehl-i vicdana kâfî gelmeliydi. Neylersiniz ki, yüzlerce defa
bu duygumu ikrar etmeme rağmen, bir kesim hâlâ duymazlıktan geliyor
ya da duymak, anlamak istemiyor. Belki de o kesimin literatüründe
rıza-yı ilahî ve ebedî saadet gibi kavramlar bulunmadığından
dolayı, söylediklerimi anlayamıyorlar.
Fakat, onlar anlamasalar da, ben bir kere daha şu mülahazamı
seslendirerek mevzuyu noktalayacağım: Teşvikçisi olduğum
hizmetlerde dünyevî hiçbir hedefim yoktur; Türkiye'yi bütün
zenginliğiyle ve imkanlarıyla getirip bana teslim etseler de, onu,
küçük tahta kulübemdeki hayatıma tercih etmeyi ve makama-mansıba,
mala-mülke temayülde bulunmayı döneklik sayarım. Göz ucuyla da
olsa, dönüp ona bakmayı Rabbime karşı vefasızlık ve davama da
ihanet kabul ederim.
Evet, benim de iki elim var, şayet yüz elim de olsaydı, onları
i'lâ-yı kelimetullahtan başka bir gaye için kullanmayı asla
düşünmezdim. Muhalfarz, öyle bir düşünce bir bulut halinde zihnime
aksa, hemen seccademin başına geçer, tevbe eder ve İbrahim Edhem
gibi “Allahım, ya canımı al ya da Senin muhabbetine perde olan
mülahazaları gönlümden söküp at!” diye dua ederdim.
Kaynak : www.herkul.org