Gülen'den Egemen Bağış'a sert sözler
Abone olFethullan Gülen'in son sohbeti yine çok konuşulacak. Gülen AK Partili siyasileri kızdıracak göndermeler yaptı.
Fethullah Gülen, hedefindeki eski bakan Egemen Bağış'ı
İslam'ın en büyük düşmanlarından biri olan Ebu Cehil'i anlatarak
eleştirdi.
Herkul.org'ta yayınlanan Gülen'in "Bamteli" sohbetinde Kuran'ın Bakara süresine 'makara' dediği söylenen Egemen Bağış için "Şimdiye kadar oryantalistler bile demediler onu. Hatta Ebu Cehil de demedi" ifadelerini kullandı.
Gülen, "Yalancı ve Yamacılar" başlıklı son sohbetinde Egemen Bağış, Efkan Ala ve 17-25 Aralık operasyonlarıyla ilgili üstü kapalı mesajlar verdi. Bilindiği gibi İçişleri Bakanı Efkan Ala, Mekke'nin fethinden sonra Hz. Muhammed'in gurura kapıldığını söylemekle eleştirilmişti. İşte o açıklamalardan bir bölüm:
YALANCILAR KARŞISINDA YAMACILAR
Günümüzde de bazıları lafz-ı kâfiri telaffuz edince, diğerleri
“Sürç-i lisan oldu!” diyor. Yani -hâşâ- “Peygamber bile gurura
düştü!..” denince biri hemen yamayı yapıştırıyor; “Efendim, sürç-i
lisan ettiler.” Böyle çok rahatlıkla, kâfir olmaya sürç-ü lisan
etti diyen, o da ondan hissesini alır. Her devirde böyle yalancılar
karşısında yamacılar da olmuştur.
HATTA EBU CEHİL DE DEMEDİ
Efendim birisi “makara” diyor kelimât-ı ilahiyeye. Şimdiye kadar
oryantalistler bile demediler onu. Hatta Ebu Cehil de demedi, Utbe
demedi, Şeybe demedi… Hatta Ebu Cehil diyor ki: “Vallahi bu adam
yalan söylemiyor, doğru söylüyor. Fakat ben bunu hazmedemiyorum.
Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, rifâde,
sikâye (hacca gelenleri yedirip içirme vazifesi ve şerefi) bizde
diye övünüp duruyorlar. Bir de ‘peygamber de bizden’ derlerse işte
ben buna dayanamam.”
Şimdi bu süper yalancılık öyle bir şey ki, bir tane yarım-yamalak
yamalı yalanla, yamasız 99 tane yalanı yutturuyorlar.
Diğer taraftan, bir yama yamanıyor ama yalancıya bir cesaret daha
kazandırılıyor; buudlu, derinlikli yalan söyleme cesareti
kazandırılıyor.
Bazen mütevazıâne söylemek de yalana inandırma adına çok önemli bir
argümandır; bu da kullanılıyor. Süper kâfir yalan söylüyor ve o
yalan bir kısım jurnallerde değiştirilerek, haşiyeler düşülerek,
şerhler düşülerek toplumun efkârı ifsat ediliyor, toplum paramparça
hale getirilmeye çalışılıyor.
Bütün bunlar karşısında peygamberane bir azim veya velayetkarane
bir azim lazımdır ki insan sarsılmadan bunları görmezlikten
gelebilsin. Yani bir tarafta, sürekli yalan söyleyenler.. beri
tarafta da o yalanları bazen “sürç-i lisan”la, bazen “maksat-ı
şahaneler şu idi” sözüyle, bazen “Düşünceleri böyle idi, ama onu
tam ifade edemedi, dolayısıyla da tarif etrafını cami, ağyarını
mani olmadı, kusura bakmayın; halkımızın çoğu da böyle sarf nahiv
bilmediğinden bunları bilmeyebilir, yanlış anladılar, öyle demek
istememişti.” diyerek yamayanlar…
DEMEK Kİ İÇLERİNDE OLAN BUYMUŞ
İçlerde olan buymuş demek ki; senelerden beri duygu ve düşünce
adına içlerde, düşünce kuluçkasının altında yatan yumurtalarda
bunlar varmış. Bahane arıyorlarmış bunları ortaya dökmek için.
Hazmedemedikleri, sindiremedikleri, kıskançlıkla kıvranıp
durdukları bir harekete karşı “Ah keşke bir şey olsa da
patlayıversek, patlayıversek de içimizdeki eracifi dışa döküversek;
‘paralel’ desek, ‘çete’ desek, ‘şebeke’ desek…”
“Yahu hiç umurlarında değil, bu adamlar hiç aldırmıyorlar.” Ne
aldıracaksın, numarası drobu uymuyor ki aldırasın. Herkes
karakterinin gereğini sergiler. Kime o meselelerin numarası drobu
uyuyorsa, o onlara çok iyi yakışıyor. İsterse bir endam aynasının
karşısına dikilip baksınlar, nasıl yakışıyor kendilerine.
Fakat bunları bahis mevzuu etmeden, aldırmadan, küsmeden yola devam
etmeli. Yoksa her hırıltı karşısında, her homurdanma karşısında
“Şimdi buna ne yapacağız, buna ne diyeceğiz?” deyip onlara laf
yetiştirmeye kalkarsanız -onlar o türlü lafların profesyonel
temsilcileri- başa çıkamazsınız. Siz bir tane bir şey bulalım
dersiniz, zaten yalan bir lafz-ı kâfirdir, mukabele edemezsiniz,
doğruyla da karşı çıkamazsınız. Çünkü her gün çok farklı
yalanlarla, düzme şeylerle, itibarla oynayıcı şeylerle karşınıza
çıkacaklardır.
BİNLER MUKABİLİNDEKİ BİRLERE TALİP OLMALI
Bence enerjimizi, zihin aktivitemizi onlara yoracağımıza.. şimdiye
kadar bire bir insanlarla meşgul oluyorduk; demek ki Allah (celle
celâluhu) bunu az buldu.. sizin enerjiniz, aktiviteniz, iradeniz,
insan olarak yaratılmanız, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enam’a ümmet
olmanız, Kur’ân’a cemaat olmanız adına bu yaptığınız şeyler az!..
Ne böyle bire bir insanlarla meşgul oluyorsunuz? Neden senede biri
bin yapmıyorsunuz? Neden binlere ulaşmıyorsunuz alternatif
yollarını bulup? Neden “Birim ama bine talibim, hatta bazen birim
ama binler mukabilindeki birlere talibim.” Düşüncesiyle hareket
etmiyorsunuz?!.
Biri bin etmediğimizden, bine ulaşma imkânı varken ulaşmadığımızdan
dolayı Allah hırpalıyor. Allah en sevdiği insanları bile
hırpalamıştır. Enbiyayı hırpalamıştır, evliyayı hırpalamıştır,
asfiyayı hırpalamıştır. Bizimki bize göre avamca günahların
karşılığıdır; onlarınki de mukarrabine göre Hak’la aralarındaki
münasebetin keyfiyetine uygun durumu koruma.. harem dairesinde
bulunan insanlara has bir tavır, bir davranış meselesi söz
konusudur.
BİZ BİLEREK BİR KARINCAYA BİLE BSMADIK!...
Sözün özü şudur: Şimdiye kadar nicelerine ne demişlerdir. Size
böyle “paralel“ diyorlar, “sülük” diyorlar, “çete” diyorlar, şimdi
de nasıl yaparız da “örgüt” deriz diye çabalıyorlar.
Biz bilerek bir karıncaya bile basmadık. Ben yirmi senelik
arkadaşımla, benim çadırımın yanından geçen, belki de beni
zehirleme ihtimali olan bir yılanın belini kırdığı için bir ay
konuşmadım. “Neden onun yaşamasının önünü aldın?” Bunu bütün yakın
arkadaşlarım bilir. Biz kimsenin kâkül-ü gülberlerine fiske ucuyla
bile dokunmadık, ilişmedik.
HIRSIZLIĞIN VE YOLSUZLUĞUN SUÇ OLMAKTAN ÇIKTIĞINI
BİLMİYORLARMIŞ
Onlara dokunmalar oldu. Onu da bir espriyle ifade edeyim:
Necdet Hoca hikayesi: Arabasını sürüyormuş. Kırmızı ışığa gelince
durmuş. Arkadan bir polis arabası gelip “küt” diye tampona vurmuş.
Sonra da -hilaf olmasın, yakasına yapıştı mı tehdit mi etti- “Ne
diye durdun?” demiş. Hoca kestirmeden, çok hızlı cevap vermiş: “Ben
kırmızı ışıkta durma yasağının kalktığını bilmiyordum!”
Kanun-nizam bir şey istiyordu onlardan. Mevcut mevzuat diyordu ki:
Sizler hırsızı takip edeceksiniz, değişik spekülasyonlara girenleri
takip edeceksiniz, ihaleye fesat karıştıranları takip edeceksiniz,
bir kısım yabancı servislerin elinde banka numaralarıyla belli olan
dış bankalara para yatıranları takip edeceksiniz, çalıp-çırpan
hırsızları takip edeceksiniz. Bunları diyordu kanun.
Onlar da kanunların kendilerine emrettiği şeyleri yapıyorlardı ve
belli bir dönemde de yaptılar. Mesela; Süleyman Bey cumhurbaşkanı
iken yeğenini içeriye attılar. Süleyman Bey devreye girseydi ki
girebilirdi ama girmedi. Neden? Çünkü hakkın hatırı âlidir; hiçbir
hatıra feda edilmemelidir. Evladın da olsa, eşin de olsa, kızın da
olsa, yakının da olsa, hemfikrin de olsa, haksızlık karşısında,
milletin hukukuna müteallik meseleler mevzuunda o hassasiyet
gösterilmeli; kanun ve nizamın sana tanıdığı haklar/vazifeler
yerine getirilmeli; yoksa sen bunu yapmazsan bir hainsin.
Kanun onlara bu hakkı vermişti. Onu bilmiyorum, belki o vazifeye
intisap ederken de ellerini silahları üzerine koymuşlar; “Namusum,
şerefim, haysiyetim üzerine, kanun ve nizam dairesi dışına
çıkmayacağıma yemin…” demişlerdi. Bu türlü şeylerle elleri kolları
bağlanmıştı. Yemin etmişler, kanun ve nizam var karşılarında. Fakat
bir gün çalma meselesi suç olmaktan çıkmış. İhaleye fesat
karıştırma suç olmaktan çıkmış. Değişik para transferleri suç
olmaktan çıkmış. Bunlar bu tür şeylerdeki yasakların kalktığını
bilmiyorlardı. Ve dolayısıyla da belki ondan dolayı tövbe etmeleri
lazım!..