Fehmi Koru, iki günce “Tayyip Bey’i Anlamak”
isimli bir yazı kaleme aldı.
Yazısında özetle; “Başbakan, evlatlarının iyiliğini
isteyen bir baba gibi bazen kızıyor, sinirleniyor, iyilikleri için
özel hayatlarına müdahale etmek istiyor. Baba hissiyatıyla
davranıyor.” tespitinde bulundu.
Ah! Ne geldiyse başımıza şu “baba” gibi lider
anlayışından gelmedi mi?
Hayatımız, baba gibi kontrol eden, bizim adımıza her şeyimize
karar veren, sorgusuz sualsiz teslim olduğumuz liderler geçidiyle
doldu.
Binlerce yıllık “mutlak monarşi” geleneğinin
getirisiyle, devlet erkine karşı “saygı duymak ile
kul olmayı” birbirine karıştırarak, özgürlüğümüzü
kaybettik.
İktidara gelen liderler de, monarşinin bu genini üzerlerinden
atamadı.
Tabi cumhuriyet ve devrimler de tepeden inmeci
“halka rağmen” payesiyle uygulanınca,
“tepeden inme” kültürü siyaset arenamızda
“doğal bir seleksiyon” halini aldı.
Bu nedenle, bizler yetkilerle donattığımız devlet görevlilerinin
önünde el pençe olmayı, eğilip bükülmeyi marifet sandık.
Devlet “yap” dedi yaptık,
“git” dedi gittik.
Oysa onların sadece yetkiyi bizden bir süreliğine almış
“emanetçiler” olduklarını unuttuk. Gözümüzde
büyüttük de büyüttük... Yıllarca kaymakamın önünde saygıdan
konuşamadık, küçük bir meramımızı bile cesaretle anlatamadık.
Belediye başkanı köyümüze gelince “Kral Faysal”
geliyormuş gibi telaşa kapıldık. Ağalardan korktuk, şeyhlere
sığındık.
İşte hep bu “baba” tarzı, otoriter, padişah
kalıntısı lider tipleri ve korkularımız yüzünden!
İnsan olduğumuzu, bir “birey” olduğumuzu
unuttuk!
Doğrumu yanlış mı bilmeden, hep başkaları tarafından yönetildik
ve yönlendirildik.
1500’lü yılların en önemli siyasal düşünürlerinden olan La
Boetie, “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” adlı
eserinde, siyasal egemene karşı "insanların nasıl olup da
itaat ettikleri, üstelik itaat etmekle kalmayıp boyun eğmeyi, hatta
kulluk etmeyi arzuladıkları" olgusunu tartışır.
“İnsan, neden kendi elleriyle yetkilerini devrettiği bir
güç tarafından ezilsin ki…” sorusunu sorar.
Ve istemediği sürece, kimsenin onu “kul” olarak
göremeyeceği tezini savunur.
Boetie’nin dediği gibi; bizler toplum olarak, devlet
yetkililerine bu şekilde davranma cesaretini verdik. Kendi
isteğimizle “gönüllü kulluk” yapar olduk.
İstedikleri gibi yönettiler bizi. Rant sahibi oldular,
zenginleştiler, kendi taraftarlarını güçlendirdiler, rakiplerini
ezdiler.
Vatandaş ise bu hikâyede “tüm bu çileye göğüs germesi
beklenen ve lider suntasının dediklerini onaylayan”
karakter rolünde oynadı.
İşte sırf Türkiye’deki mevcut bu anlayış yüzünden
“milletvekili çocuğu, bakan akrabası, belediye başkanının
yaveri” gibi imtiyazlar ortaya çıktı.
Hakları kullanmak bakımından, “Lider”in
yakınları ile sıradan vatandaş olmak arasında bir uçurum oluştu. Ee
nede olsa onlar liderin yakınları! İmtiyazlı sınıf!
Yabancı bir ülke parlamentosunun vekilini ya da belediye
başkanını gördüğümüzde ise, sahip oldukları mütevaziliğe
şaşırdık.
Çünkü sivil denetim mekanizmalarının çalıştığı bir sistemde, o
göreve hizmet etmek için gelmiş liderlerin, halkla iletişimleri de
bizim her zaman gördüğümüz ülkemizdeki örneklerinden oldukça
farklıdır.
Halk, “baba şefkati” aramaz onlarda. Sadece
görevini yapmasını isterler.
Yani liderdeki baba vurgusu arttıkça, toplumsal
“demokrasi” algısı azalır.
Tek bir karar alıcı, tek bir yönlendirici olur.
Bu yüzden Fehmi Koru, Başbakan’ı ülkemizde kırılması gereken bir
argümanla savunmamalıydı.