Göktürk sol'u tarikata benzetti
Abone ol68 kuşağının önemli isimlerinden Gülay Göktürk gençlik yıllarını açık yüreklilikle İrem Barutçu'ya anlattı. Göktürk'ün açıklamaları bir dönemin zihniyet yapısına ışık tuttu
68 kuşağının önemli isimlerinden Gülay Göktürk, bir döneme ışık
tuttu. Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapan
Göktürk, acısıyla tatlısıyla, hüzünüyle kederiyle, günahıyla
sevabıyla ve herşeyden önemlisi dışarıdan bakışla bir döneme ışık
tuttu: Söyleşi: İrem Barutçu Kaynak: www.tercumangazete.com
Bugünlerin 'liberal' isimlerinden birisiniz... Ancak yıllar boyu
proleterya diktatörlüğü kurma idealiyle sol hareket içinde aktif
rol aldınız. Öncelikle, kendinizi 'komünist' olarak nasıl
tanımladınız? O dönem, Türkiye'nin meselelerine kafa yoran, sıkıntı
çeken insanlar için acı duyan insanların doğal olarak sola
yöneldikleri bir dönemdir. Ben de 16-17 yaşlarımda sol fikirlerle
tanıştım. TİP kurulduğunda lise öğrencisiydim ve kendimi doğal
üyesi gibi bilirdim. Lise bittikten sonra, bir burs kazanarak bir
yıllığına ABD'ye gittim. Benim ABD'ye gittiğim yıl, ABD'de
anti-Vietnam gösterilerin ayyuka çıktığı, dünya çapında da Amerikan
aleyhtarlığının güçlü olduğu bir dönemdi. Vietnam sebebiyle, bugün
Irak dolayısıyla doğan havaya benzer bir hava vardı ve ben, o hava
içinde ABD'de bir yıl geçirdim. Döndüğümde fikirlerim daha da
netleşmişti. Dünyadaki bütün kötülüklerin müsebbibi olarak
Amerika'yı görmeye başlamıştım. Türkiye'ye dönmemin ardından ODTÜ
İdari Bilimler Fakültesi'ne öğrenci olarak kayıt yaptırdım ve
iki-üç gün sonra Sosyalist Fikir Klübü'ne üye oldum... * O dönemde,
ODTÜ SFK'da proleterya diktatörlüğünü kurma idealini paylaştığınız
arkadaşlarınız kimlerdi? Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan
bizim klüpten arkadaşlarımızdı. Hüseyin aynı zamanda, İdari
Bilimler Fakültesi'nden de bölüm arkadaşımdı. Yine Ertuğrul Kürkçü
ile aynı okuldaydık. Mahir Çayan Siyasal'dandı. Deniz Gezmiş ise
İstanbul'daydı. O nedenle Deniz ile çok temasımız olmadı. Ulaş
(Bardakçı), devamlı evimize gidip gelen, çok samimi olduğumuz bir
arkadaştı ve çok da şeker bir çocuktu... * "Profesyonel militanlık"
nasıl oluyor, anlatır mısınız? Okulda okuyor, fakat bir yandan da
öğrenci hareketlerine aktif bir militan olarak katılıyordum. Fakat
işin bir noktasında bir tercih yapmak durumunda kaldım. Şöyle ki,
ben, devrimin temel kitlelerin eseri olacağını söylüyordum.
Açarsak, devrimin, işçi- köylü kitleleriyle, aydınların
birleşmesiyle olabileceğini söylüyordum. Peki temel kitlelerle,
sosyalistler nasıl birleşecekti? İşte o noktada, söylediklerimle
tutarlı olabilmeyi istiyorsam, buna uygun bir hayat tarzım olması
gerektiğini düşündüm. O anda, üniversiteyi bitirmek, savunduğum
fikirlerle çelişkiliymiş gibi geldi ve 1970 senesinde okulu
bırakmaya karar verdim. Madem ki devrim, temel kitlelerin eseri
olacaktı, o halde o kitlelere bilinç getirmek için fabrikada
işçilik yapmalıydım. Nitekim,1972 yılında hapse girinceye kadar
çeşitli fabrikalarda işçilik, işçi temsilciliği yaptım. * O dönemde
ODTÜ adıyla özdeşleşmiş çeşitli eylemler vardır. Örneğin Komer'in
arabasının yakılması... Bu eylemlere katıldınız mı? Komer'in
arabası yakıldığında orada değildim. Fakat ODTÜ işgalinde
oradaydım. İşgal, yanılmıyorsam, beş-altı gün sürdü ve biz, geceler
boyu çeşitli görevler aldık. Hatta kafeteryayı işgal etmiştik,
öğrencilere yemek çıkarıyorduk ve ben de bir ara kafeteryada
aşçıbaşı olmuştum... Rektörlüğün işgaline katıldım. Ama vurgulamak
istiyorum, bugün bunları övünerek söylemiyorum!.. Bunlar, doğru
işler değildi!.. Daha sonra, 6. Filo İzmir'e geldiğinde oradaydım,
Elmalı'da toprak işgali yapıldı, oradaydım. Devrimci hareketin,
aşağı yukarı önemli bütün eylemlerine katıldım. Zaten yapı olarak
da, teoripratik birliğini kendi hayatımda sürekli uygulamak isteyen
bir insanım... * İyi bir devrimci nasıl olunuyordu? Kız militanlar
a-seksüel olmaya çok dikkat ederdi. Makyaj yapmamak, mini etek
giymemek gibi hoş karşılanmayan bazı şeylerin yanı sıra, genel
olarak cinsiyetinizi hatırlatacak her şeyden de kaçınmanız
gerekirdi. Büyük ölçüde komünal bir yaşam sürüyorduk. İhtiyacımız
kadar alıyorduk. Ben, daha sonraki dönemde de iki-iki buçuk yıl
süreyle Aydınlık'ta çalıştım. Zaten gazeteciliğe de orada başladım.
Aydınlık'ta çalıştığım o dönem de, çok küçük paralarla boğaz
tokluğuna çalıştığım bir süreçtir. Hayatımızda et yemenin bile lüks
olduğu şartlarında yaşadık!.. Gecekondu semtlerinde oturdum.
Tuttuğum evlerden bir tanesi bir bakkal dükkânıydı. İçinde tuvaleti
yoktu, elektriği yoktu, suyu yoktu. Bakın, 1975'den bahsediyorum!..
Tek başıma bir bakkal dükkânında oturuyor ve o sırada bir fabrikada
çalışıyordum. İşte yaşam tarzı buydu!.. * O yıllarda ilk eşinizden
de boşanmış olduğunuz göz önüne alındığında yalnız yaşayan bir
hanım için güç bir yaşam olsa gerek!.. Ev sahiplerim kol kanat
geriyorlardı bana... Sanayi Mahallesi'nde bir gecekonduydu bu...
74-75-76 yıllarında, Göztepe'de, Sanayi Mahallesi'nde ve
Çeliktepe'de oturdum. O sırada da Philips fabrikasında
çalışıyordum. Ailem Mecidiyeköy'de oturuyordu ve onların evine
gider banyo yapardım. O tek odada, lüks lambasıyla, alttan musluklu
bir bidonla ve ev sahibinin tuvaletine giderek yaşıyordum ve
fabrikada işçilik yapıyordum. Sabah da altıda kalkıp, Sanayi
Mahallesi'nin girişinde Aydınlık, İşçi Köylü gazetesi satıyordum.
"FABRİKADAKİ ADIM FADİME İDİ" * Fabrikada çalışırken kimliğinizi
açıkça ortaya koyabiliyor muydunuz? Hayır. 12 Mart dönemi olduğu
için, biz Aydınlıkçılar tutuklanabilirdik... Üstelik, kendi
kimliğimi kullandığım taktirde benim üniversite terk olduğum ve
niyetim ortaya çıkacaktı. Neydi niyetim?.. İşçilere propaganda
yapmak!.. Aslında kötü bir niyetim yoktu ama o günün koşullarıyla
düşünürsek, Gülay adıyla işe girmem solcu kimliğimi ortaya
çıkaracaktı. Onun için Fadime takma ismini kullandım ve orta terk
olduğumu söyledim. * Peki gerçek bir işçi olabildiniz mi? Tabiki
zorlanıyorsunuz ama her halde yapabildim ki kimse benim orta terk
olmadığımı düşünmedi. "Bu kız işçiye benzemiyor" diye şüphelenen de
olmadı. İşçiler de beni çok sevdiler. Ama ne oluyordu?.. Ben,
akıllı, bilinçli bir işçi oluyordum. Aksu İplik Fabrikası
korkunçtu. Ağırlıklı olarak 13-14 yaşlarında göçmen kızlar
çalışıyordu ve 12 saat ayakta çalışılırdı. Orada, hakikaten fabrika
işçiliğinin ne kadar korkunç bir şey olduğunu anladım!.. * O döneme
ilişkin, 'unutamadıklarınız' var mı? Bir keresinde yorgun ve
uykusuz bir şekilde gece nöbetine gittim. 22-23 yaşlarındayım...
Ayakta çalışırken birden yorgunluk bastırdı ve fenalık geçirip
"Şak" diye düştüm. Ustabaşı, "Git yüzünü yıka" dedi. Gittim, yüzümü
yıkadım. Yine ayakta çalışıyordum ve yine düştüm. Nihayet lütfetti
ve oturarak yapılan bir iplik kesme işi vardı, onu bana verdi.
12-13 yaşlarındaki kız çocuklarının ayakta çalıştığı koşullarda
utanıyorsun kendinden... O zaman bağlı olduğum, rapor verdiğim ve
benim üstümde olan arkadaşıma dedim ki, "Bu kızlar Türkçe bile
bilmiyor. Kime, nasıl propaganda yapacağım!.. Şöyle biraz daha iyi,
biraz daha bilinçli bir fabrikaya gitsem!.." Dedi ki, "Burası çok
önemli!.. Madem ki bu kadar geri, sen burada beş sene kimseye
propaganda yapmadan çalışacak, kendini önce işçi olarak
benimseteceksin. Ondan sonra propagandaya başlarsın!" O zaman,
"Eyvah, yandım. Benim ömrüm gitti!.." dedim... Ve 1972 yılında,
militan Gülay Göktürk gözaltına alındı... Gözaltı döneminize
ilişkin 'unutamadıklarınız' var mıdır? Bizi önce Birinci Şube'ye
götürdüler ve orada, bir ay gözaltında kaldık. Ardından Sıkı
Yönetim Mahkemesi'nde tutuklanmak üzere Selimiye'ye götürüldük.
İşte orada mahkemeye çıkacağız, tutuklanacağız ve hapishaneye sevk
edileceğiz. O sırada babam da, Selimiye'de Albay ve Ulaştırma Şube
Başkanı idi. Birinci Şube'de olduğumu ve yakında bir ayımın
dolacağını ve Selimiye'ye götürüleceğimi biliyor. Kötü rastlantı!..
Benim oraya götürüldüğüm gün, babam nöbetçi amiriymiş!.. İki sivil
polis eşliğinde, mahkeme kapısının önünde bekliyorum. Bir baktım,
babam Selimiye'nin geniş koridorlarında, koridorun ortasında
durdu!.. Baktı, beni gördü!.. Ben de onu gördüm. Epeyce bir süre
durduktan sonra başıyla selam verdi. Ben de başımla selam verdim.
Bir süre daha durduktan sonra gitti. Çok acı çektiğini biliyordum
tabiAma orada benim yanıma gelmeyişi, konuşmayışı şunu
gösteriyordu: Orada baba kimliği ile asker kimliği arasında bir
çatışma yaşadı. Belli belirsiz bir baş selamı verip gidişinden,
asıl olarak ordunun evlâdı olduğunu ve o kimliğinin ağır bastığını
anladım. * Albay babanız, tutuklanmanızın ardından cezaevinde
ziyaretinize geldi mi? Ankara'da Dışkapı Cezaevi'nde kalırken, altı
ay kadar ziyaretime gelemedi. Dayanamadı!.. Çünkü gelenlere de çok
kötü muameleler oluyordu. Biz görüşme yaparken, tel arkasında
muhakkak bir asker bekliyor, görüşmecileri dinliyor ve zaman zaman
da kötü davranıyordu. Babam, bir albay olarak, bir erin ya da bir
astsubayın kendisine o şekilde davranmasını göze alamazdı. Nasıl
gelecekti?.. Gelemedi. Yüreği, altı ay bana ziyarete gelmeyi
kaldıramadı. Altı ay sonra sivil elbise ile geldi. Halbuki çok
ender sivil elbise giyerdi. Onu sivil elbise ile görünce, bana,
sanki küçülmüş, ufalmış, zavallılaşmış gibi geldi. Anneme, "Babam
bir daha gelmesin. Ben, daha da kötü oluyorum" dedim. Çok ciddi
çelişkiler yaşadık. * Cezaevinde ne kadar kaldınız? İki buçuk yıl.
1972-73-74 dönemidir bu... Ecevit'in çıkardığı 50. yıl affıyla
çıktım. Aslında, 141-1'den, gizli örgüt üyeliğinden 15 sene hapis
cezası yemiştim. Daha sonra kaldırılan bir maddedir bu... Şu anda
TCK'da olmayan, hiç sayılmayan bir maddeden 15 sene yedim. *
Aydınlık'ın kapatılmasının ardından yine Aydınlık bünyesinde "Yeni
Ufuklar" adı altında dergi çıkardınız. Onun kapatılmasının ardından
ise basında iş aradınız, Güneş, Günaydın, Nokta gibi yayın
organlarında çalıştınız. Nokta döneminde de örgütsel bağlarınızı
kopardınız. Döneklik yaftalamasından çekinmediniz mi? Hayır. Çünkü,
öyle bir günde olmuş bir şey değildi bu!.. Yıllar boyu bu
hesaplaşma, bu muhasebe sürmüştü ve elbette biliyordum ki, eski yol
arkadaşları tarafından şiddetle suçlanacağım, eleştirileceğim.
Benim kendi kendimi ikna etmem, sağlam adımlarla gitmem daha
önemliydi. Hiçbir zaman da, "Liberalizm bunu emreder" demedim,
daima aklıma, sağduyuma güvendim. Kitabi olmamaya,
dogmatikleşmemeye çok dikkat ettim. Bu suçlamaların geleceği
belliydi ama düşündüklerinizden emin olduğunuz zaman, bu çok da
dokunmaz. Gerçekleştirdiğiniz değişimi hazmederek, adım adım
yaparsanız, içselleştirirseniz ve modaya kapılmışçasına bir fikir
dönüşümü yaşamıyorsanız, bu sizin içinize sinmişse, doğruluğundan
eminseniz böyle bir şeyden kolayına korkmazsınız... * Benzer bir
yalnızlaşma sürecini 28 Şubat'ta da yaşadınız. Yine de
yalnızlaşmak, eski dostlar tarafından reddedilmek kolay olmasa
gerek!.. Evet... 80'li yıllarda "Burjuvaziye iltihak etti"
denirken, 90'ların sonunda da "Şeriatçıların yardakçısı oldu,
ihanet etti!" dediler. Birinciler "Sınıfına ihanet etti", diğerleri
ise "Sisteme ihanet etti, cumhuriyete ihanet etti" dediler. Onu da
göğüsledim. Üzülmüyor musunuz?.. Üzülüyorsunuz. En yakın gördüğünüz
kimi dostlarınızın bile selam vermediği durumlarla
karşılaşıyorsunuz. Annenize ve babanıza bile neden onların da
özgürlüğü olması gerektiğini anlatamıyorsunuz. Kemalizmin
nimetlerinden yararlanarak yetişmiş ve büyümüş bir kişi olarak,
sizi o yetiştirenlere, cumhuriyete ihanet ettiğiniz düşünülüyor!
Ama bakın onun da geçici olduğu çıktı ortaya!.. 28 Şubat'ta,
'brifingli demokrasi' günlerinde, yaptıklarımı, yazdıklarımı
"Çıkıntılık" olarak addedenler, şimdi AK Partiye övgüler
düzüyorlar!.. Ben şimdi de övgü düzmüyorum ama o zamanın da gelip
geçtiğini söylüyorum ve o zamandan beri söylediklerimin
doğrulanmasının gururunu yaşıyorum. * Bir yazınızda, hainlikle,
emperyalistlikle, şeriat yardakçılığı ile, Alman ajanı olmakla,
beraber çalıştığınız kadın gazetecileri kötü yola düşüren liberal
mama olmakla suçlandığınızı bizzat kendiniz yazmışsınız. Bütün bu
suçlamalar sizi hiç mi etkilemez? Tabiki üzer ve etkiler.
Geçenlerde ODTÜ SFK'nın 40. yıl yemeğine gittim. Geçmişte aynı evde
yaşadığım arkadaşlarımdan bir tanesi, "Ben senin elini sıkmam" dedi
ve geri döndü. Şimdi üzülmemek mümkün değil. Üzülüyorsunuz ama
benim açımdan da yapacak başka bir şey yok!.. Yaralandığım oluyor.
En yakınlarımdan tepki gördüğüm de çok oldu. Hep azınlıkta olmanın
ve yalnız olmanın zorluklarını yaşıyoruz. Fakat, ben eğer böyle
düşünüyorsam yapacak başka bir şey de bulamıyorum. Yazmayı
bırakabilirim!.. Ama düşünüyorsam, tabiki bunları yazacağım. Bedeli
ağır oluyor fakat zaman içinde doğrulanacağınızı umuyorsunuz. *
Devrimci mücadele içinde, kadın-erkek ilişkilerini bugün nasıl
değerlendiriyorsunuz? Legal dönemde, 66-67 yıllarından 12 Mart
dönemine kadar olan süreçte, devrimci hareket içindeki kız-erkek
ilişkileri daha özgürlükçü ve liberaldir. İnsanlar flört ederlerdi,
evli olmaksızın bir arada yaşamak çok doğal karşılanırdı, 'sevgili'
olmak olağandı. A-seksüel bacı ilişkisine pek rastlanmıyordu. Fakat
devrimci mücadelede, kızların daha çok tali işlerde görev aldığını
da vurgulamak istiyorum. "Kadın işi, erkek işi" ayırımı vardı ama
biz bunu değiştirmenin mücadelesini veriyor; "Biz de aynı
faaliyetlerde bulunuyoruz. Niçin böyle bir statü farkı var"
diyorduk. Ne var ki bu dönemde, durumun oldukça iyi olduğunu
söyleyebilirim... * Peki ya 12 Mart'ın ardından? Öğrenci hareketi
karakteri kaybolup da hareket illegaliteye geçtikten, tecrit
olduktan sonra müthiş bir cins ayrımcılığı olduğunu ve kadını, sol
hareket içinde ikinci sınıf gören mantığın hayli arttığını
söyleyebilirim. Aynı zamanda, kadın erkek ilişkileri konusunda
taassubun da arttığını eklemeliyim. Meselâ şu anda Türkiye'deki en
aşırı dindar fanatiklerde nasıl flört yasaksa, el ele tutuşmak
yasaksa, ikinci dönemde de kız ve erkek militanlar, "Halkın
değerleriyle birleşeceğiz" diyerek neredeyse bu noktalara varmış,
son derece muhafazakarlaşmışlardır. Meselâ bizler, kolsuz
giymezdik. Makyaj yapmazdık. Mayoyla denize girmek asla
düşünülemezdi. Kadın- erkek ilişkilerinde, taassubun hakim olduğu
bir dönem yaşadık. * Evrenin kurallarına ve insanın doğasına aykırı
bir şekilde "a-seksüel bacı" mantığının geliştirilmesi, kadın-erkek
ilişkilerinde aksine bir sağlıksızlık yaratmadı mı? Tabiki
yaratmıştır. Onun da çeşitli yan etkileri ve sapmaları çıkmıştır
ortaya... Fakat, insanlar, o kadar iradeliydi ve kendilerini o
kadar çok konuda gemliyorlardı ki!.. Örnek mi!.. İçinden geldikleri
burjuva hayatında, zamanında sinema düşkünü olan insanlar, sinemaya
gitmiyorsa; içki, açıkça söylenmese de yasaklanmışsa ve içki seven
insanlar, bunu burjuvalık olarak addederek içmiyorsa, klasik müzik
dinlemek, hatta edebiyat okumak bile küçümseniyorsa ve iyi bir
devrimci olmak için nasıl bu konuların hepsinde kendini gemliyorsa,
birçok insan, bunu, bu alanda da yapabildi!.. Bu, aynı zamanda bir
perhiz ideolojisiydi. Düşünün, hayatı güzelleştirmek için, daha
yaşanası bir hayat için yola çıkıyorsunuz, fakat en başta kendi
hayatınızdaki birçok zenginliği reddediyorsunuz!.. İnsanın irade
gücü müthiş bir şey!.. Hele bir de fanatikleşir, dogmatikleşirseniz
ve özgür düşünce yerini inanca bırakırsa, o inancın yapamayacağın
şey yoktur!.. İnsanlar, nice tarikatta ne akıl almaz şeyleri
yapmıyor mu?.. * Bir dönem dahil olduğunuz devrimci hareketi de bir
tür tarikat olarak mı algılıyorsunuz? Modern bir tarikattır. Hiçbir
fark görmüyorum!.. Fanatiklik ve dogmatiklik açısından, özellikle
darbe koşullarında toplumla bütün bağlarını koparmasının ardından
yaşanan hayat, anlayış ve zihniyet açısından, en bağnaz tarikat
ilişkisi kadar bağnazdır!.. * Bunu içinde bulunduğunuz Aydınlık
camiası açısından mı söylüyorsunuz? Yoksa tüm sol hareketi mi ima
ediyorsunuz? Benim gözlemim, sol hareketin o dönemi böyledir...