Gizli gerçekler bu romana sığdırıldı
Abone olEdebiyatımızın yıldızı parlayan kalemlerinden Ferhat Ünlü, son romanı M.A.T'ta ilginç bir siyasi öyküyü okurla yüzleştiriyor. Ünlü'ye göre bu romanda gizli gerçekler var.
"Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı" ya da kısa adıyla M.A.T. korkuyla yönetilen "Kader Gemisi"nde geçiyor. Gemideki gizli teşkilat ise kendine has yöntemlerle münasebetsizleri bir bir ayıklıyor. Yoksa bu size tanıdık mı geldi?
- Daha önce "Katil kim?" ve "Cinayeti neden işledi?" sorusundan yola çıkan iki polisiye romanınız yayınlandı. "Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı" ise polisiyenin sınırlarının dışına çıkan bir roman. "Polisiye"den vazgeçmek üzere misiniz?
Haşa! (Gülüyor.) Eğer polisiyeden kastınız gerilim unsuru ise, bütün romanlarda gerilim unsuru vardır. Her şeyi olduğu gibi polisiye romanı da ithal ettiğimiz Batı'da genel olarak "mystery literature", yani gizem edebiyatı diyorlar bu türe. Romanda "gibi" kelimesinin yerli yerinde kullanımı nasıl gerekliyse gizem de gereklidir. Zaten her hikâyenin bir sonu vardır. Son da gizem demek, çünkü henüz bilinmiyor. Gelelim önceki romanlara... Evet, "Buzdan Gözyaşı" ve "Bir Gölgenin İntikamı", "Katil kim ya da bir cinayet neden işlenir?" sorularının cevabını arayan polisiye romanlardı. "Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı"nda ise bir geminin ve geminin temsil ettiği toplumun hikâyesi var. Anlattığınız hikâyeye uygun tür hangisiyse bunu tercih edersiniz. M.A.T. bir polisiye roman olamazdı zaten.
- Peki "M.A.T." ne romanı? Kitabınız, bu haftadan itibaren rafta göründüğü anda okura ne düşündürecek sizce?
Bir yazarın romanı hakkında konuşması sakıncalıdır. Yazdıklarınızla fazla yüz göz oluyorsunuz, tarafsız olamama riski altındasınız. Bununla birlikte her yazarın eseri hakkında konuşma gibi zor zaptedilir bir şehveti vardır. Poe, "Raven" adlı şiirini "Yazmanın Felsefesi" adlı makalesinde kritik eder. Eco da "Bir yazar romanı hakkında konuşmamalıdır" der, ama "Gülün Adı" üzerine etraflı bir inceleme yazısı yazmaktan da geri durmaz. Ama bunu ben yaparsam haddi aşmış olurum.
- Etraflı bir incelemeye gerek yok, tek cümle söyleyin yeter...
O halde, "Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı" hızlı okunan, ama alt metni nedeniyle okuru düşünmeye zorlayacak, biraz müstehzi, siyasi göndermelerle dolu ve edebi olma ilkesini ihmal etmeyen bir macera romanı diyelim.
"YAZAR OKURUNU
KURNAZCA UYANDIRMALI"
- Sadece göndermeler değil romanın kurgusu da okurun "uyanık" kalmasını gerektiriyor. "Ya anlaşılmazsa..." kaygısıyla kaleminizin tutukluk yaptığı oldu mu?
Okuru uyuyan bir dev gibi düşünün, onu sinirlendirmeden uyandırmanız gerekiyor. Edebiyat ürünü sıradan bir ürün değildir. Bir romanı piyasa araştırması yapıp yazamazsınız, yazmamalısınız. Yazarın kendi hedeflediği kurguyu edebi bir bazda oluşturması esastır. Kuralları bozmadan arkadaşınızı bir oyunu oynamaya ikna etmek gibi düşünün bunu. Arkadaşınıza torpil geçmek için oyunun kurallarını değiştiremezsiniz. Zihnini zorlamak istemeyen kişi zaten oturup roman okumasın. Zihnini zorlamadan yapacağı başka şeyler var: Pop müzik dinlemek, televizyon izlemek gibi...
"GEÇMİŞ GEÇMEZMİŞ
DİYEBİLMELİYİZ"
- Kader Gemisi'ni bir "Türkiye karikatürü" gibi algılayabilir miyiz?
Hem karikatür, hem de gerçek bir resim. Romanın iki yönü de birbirine hiç uzak değil, ama aralarında sırat köprüsü gibi zor bir geçit de var. Kader Gemisi, her şeyden önce geçmişi olan, ama yeni bir dünyaya açılmaya çalışan bir gemi olarak Türkiye'ye benziyor. Bizim birey, ülke ve toplum olarak geçmişlerimiz var. Nasıl ki bir birey geçmişini koparıp atamıyorsa, sözgelimi bir yakınının ölümünün tahripkâr izlerini silemiyorsa, ülkeler ve toplumlar da geçmişin iyi ve kötü yönlerini silemezler. Yaşadığımız her şey ardımızda bir iz bırakır. Her defasında geriye dönüp baktığımızda kabul etmek istemesek de "Geçmiş geçmezmiş" diyebilmeliyiz. Bunu itiraf etmeyi başardıktan sonra geçmişimize, tarihimize soğukkanlı ve nesnel yaklaşabiliriz. Kader Gemisi, geçmişiyle yanlış ilişki kuran bir gemi ve rotası da yanlış. Yani ileriye, geleceğe de yanlış gidiyor. Bizler çok güçlü bir devlet geleneği olan, bir dönem dünyaya hakim olmuş bir medeniyetin mensuplarının torunlarıyız. Bu yüzden fazla heyecanlıyız. Diğer taraftan şu anki yetersizliklerimizin de farkındayız. Bu da bizi biraz kompleksli hale getiriyor. Romanda bunların yeri var.
- "Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı" George Orwell'ın "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"ünü hatırlatıyor. Kader Gemisi'nin kuralları, saf bir ırk yaratma çabası ve münasebetsizleri tespit eden casuslar var romanda...
Orwell önemlidir tabii. "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" de kanımca onun en iyi romanı. "Seksen Dört" bir korku tahayyülüdür, ama çok gerçekçidir ve insanın içini karartır. M.A.T. ise biraz alaycı bir roman. İktidarın olduğu her yerde bireyin canını sıkan bir şeyler olur. İktidar, bireyin varlığına karşı bir şeydir çünkü. Ama topluma, dolayısıyla bireye hizmet etme yükümlülüğü onu meşru ve sevimli hale getirir. Fakat Kader Gemisi'nin iktidarı, gücün gerektirdiği ahlaka ihanet ediyor. Yani hem güçlü, hem de zalim. İktidar sahipleri ile yönetilenlerin ilişkilerindeki bütün paradoks işte bu açmazdan kaynaklanıyor. İktidar biz Türkler'in kullanmakta kontrolsüz davrandığı iki şeyden biri. Diğeri de tüketim maalesef.
"HAYIR DİYEN OKUR İÇİN
ÜÇ FARKLI FİNAL YAZDIM"
- "Kızın huyunu bozan bütün bu münasebetsizlerdir" diyor Yakup Kadri. Sizin romanınızda sistemin huyunu bozan "münasebetsizler" kimler peki?
Münasebetsiz olmak için bir kere memnuniyetsiz olmanız lazım. Birinin size "münasebetsiz" demesi için bir şeye karşı koymanız, onu reddetmeniz gerekiyor. Roman sanatı başlı başına münasebetsiz bir sanattır zaten. Romanın özünde çatışma ve reddetme var çünkü. Bütün roman kahramanları da biraz münasebetsizdir. Tefeciyi öldüren Raskolnikov da, Cizvit prensiplerini sorgulayan Dedalus da, ağalara savaş açan İnce Memed de, "bürokrasi ve küçük burjuvazi"yle alay eden, intiharı seçen Selim Işık ve Hikmet Benol da münasebetsizdir. Benim romanımda münasebetsiz olanlar yönetilenler. Bazı şeyleri sorgulamaya başladıkları vakit münasebetsiz oluyorlar. Romanda da bunları tespit eden bir teşkilat var, tespit etmekle de kalmıyor, faşizan bir tavırla ayıklıyor da...
- Romanın sonunda okurları üç farklı final bekliyor. Bu, Türk romanında belki de bir ilk. "Kitap güzeldi, ama sonunu beğenmedim" cümlesini kuran okurlara alternatif yaratmak için mi yaptınız bunu?
Şöyle diyelim biz: Okur benim yazdığım finale "hayır" diyebilir, buna hakkı var. Okurlar da, en az okudukları romanın yazarı kadar bu işin bir parçası olmalıdırlar. Sürecin dışında kalan okur, zorlanmayan okur, yazarını zorlamayan okurun yapabileceği daha kolay şeyler var az önce söylediğim gibi. Bir olayın üç değil, yüz sonu da olabilir. Her okurun kendi kafasında kurduğu sonlar vardır. Üç finalden hangisi kendi tasavvurundaki finale yakınsa onu seçebilir okur. Bir diğer sebep de şuydu: Romandaki üç anlatıcı farklı yerlerinden dahil oluyorlar olaya, her birinin kendine ait bir sonu olmalıydı. Ki zaten, romanın işlemeye çalıştığı şey de bu. Kader bir olayı çok farklı şekillerde sonuçlandırma kudretine sahiptir. Bize seçme özgürlüğü sağlayan irade dediğimiz o şey de kaderin bize sunduğu imkânlarla kuşatılmış. Bu yüzden üç karakter, yani üç irade için üç son hazırladım.
"EDEBİYATÇILAR EKMEĞİNİ
TAŞTAN ÇIKARIR"
- Gazetecilik yapan yazarlardansınız. Gazetecilik mi, romancılık mı daha önemli sizin için?
- Edebiyat, en temel meseleyi sorun eder, onunla hesaplaşır: Hayat... Hayatla uğraşmaktan daha ciddi iş mi var? Fakat ülkemizde bildiğiniz gibi sadece kurmaca yazarlığıyla geçinebilenlerin sayısı çok az. Bu yüzden farkındaysanız romancılar aynı zamanda başka bir işle meşguller ülkemizde. Bu normal bir şey. Yusuf Atılgan kısa bir süre edebiyat hocalığı, uzun süreyle de çiftçilik yaptı. Oğuz Atay bir mühendisti, öğretim üyeliği yaptı, büyük bir romancıdır. Çukurovalı üstadımız Orhan Kemal deyim yerindeyse ekmeğini taştan çıkarmıştır. Günümüzde de gazetecilik, akademisyenlik ve reklamcılık başta olmak üzere bir meslekle uğraşan ve aynı zamanda romancı olan yazarlarımız var. Fakat nedense sadece gazetecilik yapan yazarlar akla geliyor böyle durumlarda.
- "Gazeteci - yazar", "reklamcı - yazar", "akademisyen - yazar" gibi tanımlamaları da kabul etmiyorsunuz o halde?
Kabul etmemek değil de, okuru ilgilendiren bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. Gereksiz buluyorum. Romancılığını ve reklamcılığını yahut gazeteciliğini ayrı ayrı ele almak daha doğru. Roman ilk ortaya çıktığı günden beri gazetecilerin tartışılmaz bir ağırlığı oldu bu sanatta. Bu yüzden gazetecilerin adı çıkmış. Fakat dediğim gibi bu mevzular gazete ya da roman okurunu zerre kadar bağlamıyor. Biz büyütüyoruz bazı şeyleri.
- "Aksiyon"lu bir roman yazmışsınız. Ama çoğu yerde, mesela "Kader, seni inatçı keçi!", "Oysa zaman bekâreti bozulmamış bir fahişedir ancak", "Aciz bir adamın ahlakının değeri yoktur" gibi okurun zihnini zorlayan "tok" eğretilemeler ve düşünceler var. Bir macera romanı mı yazdınız, yoksa "edebiyat" mı yaptınız siz?
Kambersiz düğün olur mu? "Gibi"siz de roman olmaz. Elbette hikâyeyi anlatırken istiareler, teşbihler, hatta mübalağalar ve cinaslara yer verecek, roman kişilerinin zihninden "derin" düşüncelerin akmasını sağlayacaksınız. "Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı", aksiyonlu bir roman evet. Ama haşa, edebiyatı ihmal etme münasebetsizliğinde bulunamazdı. "Edebiyat yapmak"tan ne anladığımız önemli. Bence "gibi" kelimesini ne kadar güçlü ve yerli yerinde kullanıyorsanız o denli iyi edebiyat yapıyorsunuzdur. Kader ve zaman da insanoğlunun sürekli kafa yorup anlamaya çalıştığı şeyler. Zaten edebiyat; ölüm, hayat, aşk, kader gibi bir türlü tanımlayamadığımız, boyutlarına hakim olamadığımız şeylere odaklanmaz mı? Roman kişilerinden biri olan Selçuk Sanrı'nın kaderle bir sorunu var, o yüzden onu "inatçı keçi"ye benzetiyor. Zamanı bekâreti bozulmamış fahişeye benzetmek de mefhumun bilinemezliğinden yola çıkıyor belki de.
- Peki yine romanınızda geçen, "Bir kalemin kâğıdın üzerinde usulca gezinirken mürekkebini boşaltması gibi" benzetmesi de cinsel bir eğretileme mi?
Hayır değil. Bağlamından kopararak ele almamalı bu cümleyi. Oradan sözü edilen boşalma, eksilme anlamında esasında. İnsanın kendi doğurganlığı ya da "yaratma" dediğimiz şey de bir emeğin sonucudur. Eğer bir şey üretiyorsanız başka bir yerinizden eksilir. Kaçınılmaz yasa... Bir kalemin, mürekkebini boşaltması da kendini boşaltması anlamına geliyor. Ben de yazarken bir başka taraftan eksiliyorum.
Söyleşi: Selin ONGUN
Kaynak: Haftalık Dergisi
- Daha önce "Katil kim?" ve "Cinayeti neden işledi?" sorusundan yola çıkan iki polisiye romanınız yayınlandı. "Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı" ise polisiyenin sınırlarının dışına çıkan bir roman. "Polisiye"den vazgeçmek üzere misiniz?
Haşa! (Gülüyor.) Eğer polisiyeden kastınız gerilim unsuru ise, bütün romanlarda gerilim unsuru vardır. Her şeyi olduğu gibi polisiye romanı da ithal ettiğimiz Batı'da genel olarak "mystery literature", yani gizem edebiyatı diyorlar bu türe. Romanda "gibi" kelimesinin yerli yerinde kullanımı nasıl gerekliyse gizem de gereklidir. Zaten her hikâyenin bir sonu vardır. Son da gizem demek, çünkü henüz bilinmiyor. Gelelim önceki romanlara... Evet, "Buzdan Gözyaşı" ve "Bir Gölgenin İntikamı", "Katil kim ya da bir cinayet neden işlenir?" sorularının cevabını arayan polisiye romanlardı. "Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı"nda ise bir geminin ve geminin temsil ettiği toplumun hikâyesi var. Anlattığınız hikâyeye uygun tür hangisiyse bunu tercih edersiniz. M.A.T. bir polisiye roman olamazdı zaten.
- Peki "M.A.T." ne romanı? Kitabınız, bu haftadan itibaren rafta göründüğü anda okura ne düşündürecek sizce?
Bir yazarın romanı hakkında konuşması sakıncalıdır. Yazdıklarınızla fazla yüz göz oluyorsunuz, tarafsız olamama riski altındasınız. Bununla birlikte her yazarın eseri hakkında konuşma gibi zor zaptedilir bir şehveti vardır. Poe, "Raven" adlı şiirini "Yazmanın Felsefesi" adlı makalesinde kritik eder. Eco da "Bir yazar romanı hakkında konuşmamalıdır" der, ama "Gülün Adı" üzerine etraflı bir inceleme yazısı yazmaktan da geri durmaz. Ama bunu ben yaparsam haddi aşmış olurum.
- Etraflı bir incelemeye gerek yok, tek cümle söyleyin yeter...
O halde, "Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı" hızlı okunan, ama alt metni nedeniyle okuru düşünmeye zorlayacak, biraz müstehzi, siyasi göndermelerle dolu ve edebi olma ilkesini ihmal etmeyen bir macera romanı diyelim.
"YAZAR OKURUNU
KURNAZCA UYANDIRMALI"
- Sadece göndermeler değil romanın kurgusu da okurun "uyanık" kalmasını gerektiriyor. "Ya anlaşılmazsa..." kaygısıyla kaleminizin tutukluk yaptığı oldu mu?
Okuru uyuyan bir dev gibi düşünün, onu sinirlendirmeden uyandırmanız gerekiyor. Edebiyat ürünü sıradan bir ürün değildir. Bir romanı piyasa araştırması yapıp yazamazsınız, yazmamalısınız. Yazarın kendi hedeflediği kurguyu edebi bir bazda oluşturması esastır. Kuralları bozmadan arkadaşınızı bir oyunu oynamaya ikna etmek gibi düşünün bunu. Arkadaşınıza torpil geçmek için oyunun kurallarını değiştiremezsiniz. Zihnini zorlamak istemeyen kişi zaten oturup roman okumasın. Zihnini zorlamadan yapacağı başka şeyler var: Pop müzik dinlemek, televizyon izlemek gibi...
"GEÇMİŞ GEÇMEZMİŞ
DİYEBİLMELİYİZ"
- Kader Gemisi'ni bir "Türkiye karikatürü" gibi algılayabilir miyiz?
Hem karikatür, hem de gerçek bir resim. Romanın iki yönü de birbirine hiç uzak değil, ama aralarında sırat köprüsü gibi zor bir geçit de var. Kader Gemisi, her şeyden önce geçmişi olan, ama yeni bir dünyaya açılmaya çalışan bir gemi olarak Türkiye'ye benziyor. Bizim birey, ülke ve toplum olarak geçmişlerimiz var. Nasıl ki bir birey geçmişini koparıp atamıyorsa, sözgelimi bir yakınının ölümünün tahripkâr izlerini silemiyorsa, ülkeler ve toplumlar da geçmişin iyi ve kötü yönlerini silemezler. Yaşadığımız her şey ardımızda bir iz bırakır. Her defasında geriye dönüp baktığımızda kabul etmek istemesek de "Geçmiş geçmezmiş" diyebilmeliyiz. Bunu itiraf etmeyi başardıktan sonra geçmişimize, tarihimize soğukkanlı ve nesnel yaklaşabiliriz. Kader Gemisi, geçmişiyle yanlış ilişki kuran bir gemi ve rotası da yanlış. Yani ileriye, geleceğe de yanlış gidiyor. Bizler çok güçlü bir devlet geleneği olan, bir dönem dünyaya hakim olmuş bir medeniyetin mensuplarının torunlarıyız. Bu yüzden fazla heyecanlıyız. Diğer taraftan şu anki yetersizliklerimizin de farkındayız. Bu da bizi biraz kompleksli hale getiriyor. Romanda bunların yeri var.
- "Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı" George Orwell'ın "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"ünü hatırlatıyor. Kader Gemisi'nin kuralları, saf bir ırk yaratma çabası ve münasebetsizleri tespit eden casuslar var romanda...
Orwell önemlidir tabii. "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" de kanımca onun en iyi romanı. "Seksen Dört" bir korku tahayyülüdür, ama çok gerçekçidir ve insanın içini karartır. M.A.T. ise biraz alaycı bir roman. İktidarın olduğu her yerde bireyin canını sıkan bir şeyler olur. İktidar, bireyin varlığına karşı bir şeydir çünkü. Ama topluma, dolayısıyla bireye hizmet etme yükümlülüğü onu meşru ve sevimli hale getirir. Fakat Kader Gemisi'nin iktidarı, gücün gerektirdiği ahlaka ihanet ediyor. Yani hem güçlü, hem de zalim. İktidar sahipleri ile yönetilenlerin ilişkilerindeki bütün paradoks işte bu açmazdan kaynaklanıyor. İktidar biz Türkler'in kullanmakta kontrolsüz davrandığı iki şeyden biri. Diğeri de tüketim maalesef.
"HAYIR DİYEN OKUR İÇİN
ÜÇ FARKLI FİNAL YAZDIM"
- "Kızın huyunu bozan bütün bu münasebetsizlerdir" diyor Yakup Kadri. Sizin romanınızda sistemin huyunu bozan "münasebetsizler" kimler peki?
Münasebetsiz olmak için bir kere memnuniyetsiz olmanız lazım. Birinin size "münasebetsiz" demesi için bir şeye karşı koymanız, onu reddetmeniz gerekiyor. Roman sanatı başlı başına münasebetsiz bir sanattır zaten. Romanın özünde çatışma ve reddetme var çünkü. Bütün roman kahramanları da biraz münasebetsizdir. Tefeciyi öldüren Raskolnikov da, Cizvit prensiplerini sorgulayan Dedalus da, ağalara savaş açan İnce Memed de, "bürokrasi ve küçük burjuvazi"yle alay eden, intiharı seçen Selim Işık ve Hikmet Benol da münasebetsizdir. Benim romanımda münasebetsiz olanlar yönetilenler. Bazı şeyleri sorgulamaya başladıkları vakit münasebetsiz oluyorlar. Romanda da bunları tespit eden bir teşkilat var, tespit etmekle de kalmıyor, faşizan bir tavırla ayıklıyor da...
- Romanın sonunda okurları üç farklı final bekliyor. Bu, Türk romanında belki de bir ilk. "Kitap güzeldi, ama sonunu beğenmedim" cümlesini kuran okurlara alternatif yaratmak için mi yaptınız bunu?
Şöyle diyelim biz: Okur benim yazdığım finale "hayır" diyebilir, buna hakkı var. Okurlar da, en az okudukları romanın yazarı kadar bu işin bir parçası olmalıdırlar. Sürecin dışında kalan okur, zorlanmayan okur, yazarını zorlamayan okurun yapabileceği daha kolay şeyler var az önce söylediğim gibi. Bir olayın üç değil, yüz sonu da olabilir. Her okurun kendi kafasında kurduğu sonlar vardır. Üç finalden hangisi kendi tasavvurundaki finale yakınsa onu seçebilir okur. Bir diğer sebep de şuydu: Romandaki üç anlatıcı farklı yerlerinden dahil oluyorlar olaya, her birinin kendine ait bir sonu olmalıydı. Ki zaten, romanın işlemeye çalıştığı şey de bu. Kader bir olayı çok farklı şekillerde sonuçlandırma kudretine sahiptir. Bize seçme özgürlüğü sağlayan irade dediğimiz o şey de kaderin bize sunduğu imkânlarla kuşatılmış. Bu yüzden üç karakter, yani üç irade için üç son hazırladım.
"EDEBİYATÇILAR EKMEĞİNİ
TAŞTAN ÇIKARIR"
- Gazetecilik yapan yazarlardansınız. Gazetecilik mi, romancılık mı daha önemli sizin için?
- Edebiyat, en temel meseleyi sorun eder, onunla hesaplaşır: Hayat... Hayatla uğraşmaktan daha ciddi iş mi var? Fakat ülkemizde bildiğiniz gibi sadece kurmaca yazarlığıyla geçinebilenlerin sayısı çok az. Bu yüzden farkındaysanız romancılar aynı zamanda başka bir işle meşguller ülkemizde. Bu normal bir şey. Yusuf Atılgan kısa bir süre edebiyat hocalığı, uzun süreyle de çiftçilik yaptı. Oğuz Atay bir mühendisti, öğretim üyeliği yaptı, büyük bir romancıdır. Çukurovalı üstadımız Orhan Kemal deyim yerindeyse ekmeğini taştan çıkarmıştır. Günümüzde de gazetecilik, akademisyenlik ve reklamcılık başta olmak üzere bir meslekle uğraşan ve aynı zamanda romancı olan yazarlarımız var. Fakat nedense sadece gazetecilik yapan yazarlar akla geliyor böyle durumlarda.
- "Gazeteci - yazar", "reklamcı - yazar", "akademisyen - yazar" gibi tanımlamaları da kabul etmiyorsunuz o halde?
Kabul etmemek değil de, okuru ilgilendiren bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. Gereksiz buluyorum. Romancılığını ve reklamcılığını yahut gazeteciliğini ayrı ayrı ele almak daha doğru. Roman ilk ortaya çıktığı günden beri gazetecilerin tartışılmaz bir ağırlığı oldu bu sanatta. Bu yüzden gazetecilerin adı çıkmış. Fakat dediğim gibi bu mevzular gazete ya da roman okurunu zerre kadar bağlamıyor. Biz büyütüyoruz bazı şeyleri.
- "Aksiyon"lu bir roman yazmışsınız. Ama çoğu yerde, mesela "Kader, seni inatçı keçi!", "Oysa zaman bekâreti bozulmamış bir fahişedir ancak", "Aciz bir adamın ahlakının değeri yoktur" gibi okurun zihnini zorlayan "tok" eğretilemeler ve düşünceler var. Bir macera romanı mı yazdınız, yoksa "edebiyat" mı yaptınız siz?
Kambersiz düğün olur mu? "Gibi"siz de roman olmaz. Elbette hikâyeyi anlatırken istiareler, teşbihler, hatta mübalağalar ve cinaslara yer verecek, roman kişilerinin zihninden "derin" düşüncelerin akmasını sağlayacaksınız. "Münasebetsizleri Ayıklama Teşkilatı", aksiyonlu bir roman evet. Ama haşa, edebiyatı ihmal etme münasebetsizliğinde bulunamazdı. "Edebiyat yapmak"tan ne anladığımız önemli. Bence "gibi" kelimesini ne kadar güçlü ve yerli yerinde kullanıyorsanız o denli iyi edebiyat yapıyorsunuzdur. Kader ve zaman da insanoğlunun sürekli kafa yorup anlamaya çalıştığı şeyler. Zaten edebiyat; ölüm, hayat, aşk, kader gibi bir türlü tanımlayamadığımız, boyutlarına hakim olamadığımız şeylere odaklanmaz mı? Roman kişilerinden biri olan Selçuk Sanrı'nın kaderle bir sorunu var, o yüzden onu "inatçı keçi"ye benzetiyor. Zamanı bekâreti bozulmamış fahişeye benzetmek de mefhumun bilinemezliğinden yola çıkıyor belki de.
- Peki yine romanınızda geçen, "Bir kalemin kâğıdın üzerinde usulca gezinirken mürekkebini boşaltması gibi" benzetmesi de cinsel bir eğretileme mi?
Hayır değil. Bağlamından kopararak ele almamalı bu cümleyi. Oradan sözü edilen boşalma, eksilme anlamında esasında. İnsanın kendi doğurganlığı ya da "yaratma" dediğimiz şey de bir emeğin sonucudur. Eğer bir şey üretiyorsanız başka bir yerinizden eksilir. Kaçınılmaz yasa... Bir kalemin, mürekkebini boşaltması da kendini boşaltması anlamına geliyor. Ben de yazarken bir başka taraftan eksiliyorum.
Söyleşi: Selin ONGUN
Kaynak: Haftalık Dergisi