Genelkurmay başkanları da ağlar!
Abone olParmağı zilde olan polis diğer arkadaşlarının gözlerine bakarken yaptığı işten utandığını gizlemeye ihtiyaç duymadı
Parmağı zilde olan polis diğer
arkadaşlarının gözlerine bakarken yaptığı işten utandığını
gizlemeye ihtiyaç duymadı:
“Sabahın köründe de olmaz ki be arkadaş!”
“Emir böyle” dedi kendisine yakın duranı. Sonra da yaptıklarını onayladığı düşünülmesin diye, “seksen yaşında bir adamı almak için saatin dokuz olmasını bekleyebilirdik tabii” diye ekledi.
“Tamam ama gel de bunu amirime anlat!” dedi az arkada duran sivil.
Zili çalanın karşısındaki resmi
giyimli de bir şey söyleyecek gibi ağzını açtıktan sonra
vazgeçti.
* * *
“Paşam” dedi yaşı oldukça ilerlemiş kadın; “zil mi çaldı ne?”
“Sabahın köründe hayırdır inşallah” dedi seksenlik delikanlı. Uyanmışlar ama henüz yataktan çıkmamışlardı. Hava sadece dışarıda değil, evin içinde de soğuktu. Kaloriferler gece yarısı söndürülüp sabahın erken saatlerinde yeniden yanıyordu ama henüz değil.
Odaları da henüz aydınlanmamıştı çünkü güneş henüz yüzünü butluların arkasından bile olsa göstermemişti. Eli hemen başucundaki gece lâmbasının düğmesine gitti. Az sonra odanın içi pek aydınlanmasa da birbirlerini görüyorlardı.
Bu arada dış kapının zili de ısrarla çalınmaya devam ediyordu.
“Korumalardır” dedi Paşa’nın eşi.
“Korumalar bu kadar uzun uzun çalmaz” diye eşinin tahmininin yanlış olduğunu ima etti Paşa…
Kapıya doğru telaşsız ama seri adımlarla yürüdü.
Küçük ekranı açıp baktı. Korumalarının yanında ikisi resmi polis, diğer ikisi ise sivil giyimli dört kişiyi görünce ense kökünden kuyruk sokumuna kadar sıcak cıva dökülmüş gibi oldu. Cezaevinde yatmakta olan eski çalışma arkadaşlarından bir emekli generalin savcılığa verdiği söylenen dilekçe geldi hemen aklına. Yüz kasları gayri ihtiyari gerildi. Belli ki savcılık o dilekçeyi ciddiye almış kendisini de ifadeye çağırıyordu. Ama bu saatte mi?..
Kapıyı gülümseyerek açtı. Ses tonuna yumuşak ama güçlü bir ifade yükledi:
“Hayırdır çocuklar; sabahın bu saatinde?”
Az önce zili çalan resmi giyimli olanı ellerini göbeğinin üzerinde kavuşturarak, “hayırdır paşam” dedi saygılı bir ses tonuyla. “Sayın cumhuriyet savcım bir konuda bilginize başvuracak da onun için yani…”
“Tahmin ettim…”
Bunu söyledikten sonra hemen arkadan gelen eşinin ayak seslerini duyup başını yarım çevirerek seslendi:
“Hanım yok bir şey merak etme. Misafirlerimiz yabancı değil, bizim çocuklarımız.”
Sonra bakışlarını yeniden konuklarına döndürdü:
“Evde de arama yapacak mısınız?”
“Yok paşam” dedi en uzakta duran sivil giyimlisi. “Öyle şey olur mu? Sadece sizinle birlikte gelmememiz istendi o kadar”.
“Peki tamam; o halde giyinip geleyim”.
Korumalarına döndü,” çocuklar” dedi şefkatli bir ses tonuyla, “siz arkadaşlarınızla içeri girip biraz sohbet edin ben hemen giyinip geleyim”.
Arkasını döndü salona doğru yine telaşsız ama seri adımlarla yürüdü.
* * *
Yıllarca devlete hizmet etmiş, askeri mektepte başlayan meslek hayatını TSK’nın zirvesine çıkıp bütün ordunun komutanı olarak noktalamıştı.
Neler görmüştü neler o süreçte…
12 Mart 1971’de muhtıra verildiğinde genç bir kurmay binbaşıydı.
12 Eylül 1980’de ise kıdemli kurmay albay.
Bütün o süreçlerde demokrasiyi yıkmak için bir girişimde bulunduğunu hatırlamıyordu.
Komutanlarından aldığı emirlere uymuş ama silahlı bir kalkışmada rol almamıştı.
Az sonra ifade vereceği dosyanın adını bir MGK toplantısının yapıldığı tarih olan “28 Şubat” tan aldığını biliyordu.
Kimilerine ve bilhassa da bu dönemin siyasal iktidarına ve destek veren medyaya göre askeri bir darbe gerçekleştirilmişti o gün. Oysa Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında yapılan toplantıda eğitim başta olmak üzere şeriat tehlikesi ve terörle mücadele konusunda ortak kararlar alınmış dönemin başbakanı ve ilgili bakanları da alınan kararların altına imzalarını koymuşlardı.
Ama sonradan medyaya öyle bir yansıtılmıştı ki o toplantı, sanki hükümete muhtıra verilmişti.
Bunları düşünürken elbise odasına geldiğini fark etmemişti bile. Dolabı açtı, en son genelkurmay başkanı olduğu dönemde giydiği haki renkli üniformaya takıldı gözleri. Sağ elinin işaret parmağını iki gözüne birden götürüp birikmiş birkaç parça gözyaşını sildi. Gözlerinden yaş geldiğinin farkında bile değildi. Zaten son zamanlarda çok sulu gözlü mü olmuştu ne?.. Yabancı biri de görse korktuğunu sanacaktı.
Hanımının yanına yaklaştığını görünce gülümsedi.
“Seni ve evlâtlarımızı utandıracak hiçbir şey yapmadım sevgili hanımefendiciğim” dedi.
“Biliyorum, senden eminim” diye karşılık verdi karısı.
Koyu renk elbiselerden birini aldı. Başını yeniden karısına çevirdi.
“O dönemde yaptığım açıklamaların hepsi hem genelkurmayın ve hem de medyanın arşivlerinde duruyor. Herhangi bir askeri kalkışma yönünde bir emir verip plan ve programlar hazırlatmadığımdan da eminim. Hatta BÇG diye ordu içinde kurulmuş bir illegal yapının varlığını da basından öğrendiğimi en iyi sen biliyorsun”.
Sonra da gayri ihtiyari sağ eliyle boşluğu dövüp gülümsedi;
“kim inanır ki bana?.. Hele Bir paşanın benim de bildiğimi iddia eden suç duyurusundan sonra!”.
“Ben inanıyorum ya yetmez mi Paşam”…
Elbiseleri hemen yanı başındaki berjerin üzerine bırakıp karısına sarıldı.
“Senin inanman bana yeter” dedikten sonra devam etti. “Ordusunu bana emanet etmiş bu millet benim korkak olduğumu asla düşünmemeli Hanım. Eğer millette korktuğum kanaati hâsıl olursa benden çok kendilerine kızarlar, kendilerine olan güvenleri kaybolur. Gece ve hatta sonraki geceler de dönmeyebilirim; kendini buna göre hazırla…”
“Sana yakışan neyse aynen öyle davranacağımdan emin olabilirsin”.
Daha fazla duygusallığı kaldıramayacaklarını ikisi de biliyorlardı ve fazla uzatmadılar.
Paşa giyinmek için karısından müsaade istedi. Hanımefendisi de salona doğru yürüdü…
Az sonra kapıda kısa bir vedalaşma oldu:
“Allah’a emanet ol hanım!”.
“Sen de!”…
Ve dört polisin arasında otomobile bindirilip savcılığa götürüldü…
* * *
Savcılıkta alınan ifadesinden sonra yine polislerin eşliğinde mahkemeye götürüldü.
Savcı, tutuklanmasını istemişti.
İtirazının zayıflık olarak algılanacağını düşünüp “hayırlısı olsun bakalım” demişti sadece…
Hâkime ifade vermek için beklerken o günler ve askeri mektepte geçen günlerini hatırladı.
“Hafıza” denen mucizenin en hızlı bilgisayar işlemcisinden bile daha çabuk iş gördüğünü düşündü.
Cezaevinin küflü duvarları geldi geçti gözlerinin önünden.
Kendisi görev yaptığı sürece ne yaptıysa doğru yaptığına inanıyordu ama kendisi gibi devletin bir memuru olan savcı öyle düşünmemiş, “suçlusun, tutuklu yargılanman gerekir” diye düşünmüştü.
“Tutuklu yargılanmak”…
Bir yasadışı örgüt mensubu, bir ırz tasallutçusu, bir hırsız, bir dolandırıcı gibi, “kaçar bu adam ha!” korkusu ve kuşkusuyla; bu milletin ordusuna hükmetmiş bir orgeneral hem de seksen yaşından sonra nereye kaçacaktı ki?..
Ama Savcı öyle demiyor, “seni hınzır paşa seni!.. Şimdi ben senin tutuksuz yargılanmanı istersem sen kim bilir nerelere kaçıp gidersin” der gibi bakıyordu yüzüne…
* * *
Hâkim, ifadesini de aldıktan sonra “tutuksuz yargılanmasına” kararı verdiğinde gerekçe olarak “ilerlemiş yaşı”nı göstermesini hazmedemedi…
Bu, “suçlu olduğuna ve tutuklanması gerektiğine inanıyorum ama yaşı çok ileri” demekti…
Ne kadar onur kırıcıydı…
Bir an için hâkimin verdiği karara itiraz etmek, “yaşımın ilerlemiş olduğu gerekçesiyle tutuksuz yargılanmama karar vermeniz benim için cezaevinde yatmaktan daha ağır bir cezadır” demeyi düşündü…
Sonra vazgeçti…
Karısını ve sevenlerini üzmekten başka neye yarayacaktı ki o yapacağı boş kabadayılık?..
Vazgeçti…
Sadece acı acı gülümsedi…
Meslek hayatı boyunca, kendine telkin ettiği o yemin gibi ilkeyi hatırladı…
“Hiçbir şey, hiçbir kişisel tercihim; vatana olan hizmet arzumun önüne geçemeyecektir.”
Geçmemişti de…
O öyle olduğuna inanıyordu…
Başkaları aksini düşünse de…
* * *
Yukarıda okuduğunuz olayın kahramanının Genelkurmay eski başkanlarından emekli orgeneral İsmail Karadayı olduğunu tahmin etmişsinizdir.
Evet…
Ama konuşmalar ve içinden geçenler tamamen hayalimizin ürünü…
Paşa ile görüşmüş değilim…
Sadece olabilecekleri hayal ettim ve yazdım…
Amacım Karadayı Paşa’yı “aklamak” falan da değil…
Ama “suçlamak” hiç değil…
Çünkü kendimden bilirim…
Her yaptığımın, her söylediğimin içinde mutlaka sadece ve sadece “iyi niyetim” vardır…
Bu öykü / haberi yazarken de şunu her olayın en az iki penceresi olduğunu düşünmenizi istedim:
En az iki…
En fazla kaç peki?..
Çok, sayılamayacak kadar çok…
Ben, Karadayı Paşa’nın baksa da, gördüklerini hiçbir zaman açıklamayacağı pencereden bakıp da yazdım…
Amacım;
birilerini (bu kişinin ille de Karadayı Paşa olması şart değil; halen tutuklu olarak yargılanmayı bekleyen diğer 61 kişi de olabilir) suçlarken ne pahasına olursa olsun, o kişiden nefret de etsek mutlaka empati duygumuzu çalıştırmamı gerektiğini hatırlatmaktı…
Orada bir köy varsa uzakta ve yatmasak da kalkmasak da o köy bizim köyümüzse…
Orada “paşa/lar var uzakta; sevsek de sevmesek de onlar da bizim paşamız / paşalarımızdır”.
Unutmayalım…
adnanberkokan@gmail.com