Gazetecilik işlevi gereği güç sahipleri tarafından pek fazla
hazzedilmeyen meslek dalıdır. Tabi bu durum sahici gazetecilik ve
gazeteler açısından böyle yorumlanabilir.
Çünkü güç sahipleri icraatları bakımından ara sıra “çizgi
dışına” çıktıklarında onların yaptıklarını görüp, topluma bu
yönleriyle takdim edecek meslek dalı olarak gazetecilik ön sırada
gelir.
Zaten bu yüzden de demokrasiyi benimsemiş toplumlarda
gazetecilik için “dördüncü kuvvet” deniliyor. Diğer üçü ise
yasama-yürütme-yargı olarak en önde yer alıyor.
Türkiye’de bir zamanlar gazetecilik dezavantajlarına karşın
dördüncü kuvvet olarak işlevini yerine getirebiliyordu. Sonraları
ise kendi önünde yer alan demokrasi üçlüsü yasama-yürütme-yargıyı
bir kenara iterek kendisine özel bir konum elde etti.
1990’lı yıllar bu hazin gelişmenin utanç verici örnekleriyle
doludur.
Gazete sahipleri ile gazeteciler arasındaki ilişkiler
değişti.
Gazeteleri patronlar yapmaya başladı.
Birinci sayfalarda da ağırlıklı olarak patronların özel
sorunları manşetlere çekildi.
Eş zamanlı olarak gazetelerden sendika sökülüp atıldı. Herkesin
hakkını arayan gazeteciler kendi özlük haklarından feragat ettiler.
Sendikalarından ayrıldılar.
Oysa Babıali geleneğinde genel yayın yönetmenleri bile sendikalı
idi. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın kurucuları arasında
Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi de yer alıyordu.
Ayrıca TGS’nin önde gelen yöneticilerinden biri olmayı da ihmal
etmiyordu.
Sendikanın güçlü olduğu dönemlerde gazetelere sadece haber
ilgili bir mecra idi. Gazeteleri de gazeteciler çıkarırdı!
Patronlar yayın politikaları konusunda belirleyici olamazlardı.
Bunun ahlaki nedenleri yanında doğal yapısı da böyle olmasında bir
sakınca arzetmiyordu: Çünkü gazete sahipleri sadece gazete
sahibiydi!
Bankaları, petrol şirketleri, turizm yatırımları, hizmet
sektörleri, madenleri yoktu!
Gazetecilik alanında en fazla gazetecilerin borusu ötebiliyordu.
Güçlerini de örgütlülüklerinden alıyorlardı. Öyle ki, patronlar 212
sayısı iş kolunun oluşumuna karşı direnç gösterip, gazetelerini
yayınlamayınca bütün gazeteciler bir araya gelip gazete basıyorlar,
kendi elleriyle dağıtıyorlardı.
Bütün bunları anımsatmamızın bir gerekçesi var elbette…
Habertürk’ün genel yayın yönetmeni Fatih Altaylı, Bekir
Coşkun’un gazeteden atılmaması için on gün patronuna yalvarmış, onu
ikna etmek için uğraşmış.
Patronun isteği gazete yöneticisine uymuyorsa çıkıp karşısına
diyebilir ki:
-Eğer Bekir Ağabeyi atarsanız; ben, bütün yazarlar ve gazetenin
tüm çalışanları işi bırakıyoruz!
Çok ütopik geliyor değil mi?
Ama bu pekala mümkün… Eskiden yapılabiliyordu.
Birlikten doğan kuvvetin bir başka inandırıcı kanıtı National
Geographic kanaldaki Afrika belgesellerinde var. Tek başlarına
aslanlara yem olan, Bufalo sürüsü aslanların eline düşmüş
küçük mandayı hep birlikte saldırarak kurtarıyorlar.
Gazeteciler bu çağda mandalar kadar cesur olamaz mı?
Şu anda ağır bir mağduriyet yaşayan üst düzey ünlü bir gazeteci
bir özel görüşme sırasında eski muhabir arkadaşına şöyle
demişti:
-Gazeteci örgütlerini güçlendirmemiz lazım dostum. Çünkü
gazeteci örgütleri güçlü olmayınca patronlar çok güçleniyorlar!
Tespit çok doğruydu. Ama söyleyen yanlıştı!
Çünkü TGS gazetelerden sökülürken üst düzey yöneticilerin tümü
patronun yanında, sendikanın karşısında yer almışlardı!
İşte böyle geldik bugünlere…
Genel yayın yönetmeni kendi elleriyle getirdiği yazarını
gazetesinde koruyamaz hale düşüyor.
Yapılacak iş açık değil mi?
Gazeteciler sendikalarına geri dönmeliler.
Her gazetede ilk üye de genel yayın yönetmeni olmalı!
Patronlar o zaman genel yayın yönetmenlerine karşı saygıda kusur
etmemeyi öğrenebilirler!