Hrant Dink Türk düşmanı mı?

Abone ol

Bir yazı hayatını değiştirdi Hrant Dink'in. O şimdi "Türklüğe hakaretten" mahkum! Dink, Yargıtay'dan gelecek kararı bekliyor. Kötü bir sonuç onu bizden koparacak.

Nuriye Akman, bu hafta "olay adam" Hrant Dink'i konuşturdu. O'nun Türklüğe hakeret edip etmediğini, hislerini, bundan sonra ne yapacağını ve halkın kendisine nasıl davrandığını sordu Nuriye Akman... Ve ortaya çarpıcı bir röportaj çıktı:

Röportaj : Nuriye Akman
Kaynak:

Hrant Dink'i sadece altı bin tirajlı Agos Gazetesi'nin genel yayın yönetmeni ve bir aydın olarak değil özü sözü bir, çilesini güzel taşıyan bir insan olarak da tanıyor ve takdir ediyorum.

Türk fobisinden beslenen, sertlik yanlısı soydaşlarıyla, empatiden nasibini almamış, Ermeni kelimesine sözlükteki bütün negatif anlamları yükleyen Türkler arasında her zaman bir sağduyu alanı yaratmaya çalıştı ve bu yüzden başına gelmedik kalmadı. Mahkûm olduğu yazının ruhunu anlayabilmek için birazcık idrak sahibi olmak yeterdi. Türklüğe hakareti aklının ucundan bile geçirmediği gibi yaşamı boyunca ideolojilerin örttüğü insanlığımızı ortaya çıkarmaya çalışan Dink'e "Sakın pes etme. Senin yerin bizim yanımız." demek için yaptım bu söyleşiyi...

Mahkûm olduğun satırları yazının bütününü okuduğum zaman şöyle anlıyorum:

Ey “Türk” nefretiyle zehirlenen diaspora Ermenileri. Bu Türk düşmanlığından kendinizi kurtarın. Enerjinizi Türklerle uğraşmak yerine Ermenistan’a akıtın artık. Siz de sağlık bulun, biz de.

Evet aynen böyle diyorum.

Cümleniz şöyle: “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur.” Burada bir Türkçe hatası, ifade bozukluğu var mı acaba?

Bilseydim bu kadar patırtı kopacağını, “Türk’ten boşalacak o zehirli kan” yerine, “Türk’ün Ermeni kimliğinden dışlanmasıyla boşalacak o zehirli kan” derdim. Benim burada şanssızlığım şu: Birbirinin peşi sıra gelen makalelerim var. Bu cümle yedinci makalenin son cümlesiydi. Fakat sayfa sekreterim yer kalmadığı için bu cümleyi kesiyor ve ertesi hafta sekizinci makalenin ilk cümlesi olarak koyuyor.

Yedinci makaleniz Türk’ten kurtulmak başlığını taşıyordu.

Evet. Ermenistan’ın diaspora ile ilişkilerini anlatıyorum. Diyorum ki; Ermeni kimliğinin Türk’ten kurtulmasının yolu gayet basit. Türk ile uğraşmamak, bunun yerine Ermenistan ile uğraşmak. Bunun devamında da o cümleyi ediyorum. Bir cümle düşüklüğü ya da fazlalığı üzerinden insana bu yapılmaz. Sonuçta siz bunu nasıl sordunuz, hakim de bunu bana sorabilirdi. Derdi ki, arkadaş, yazının bütününe baktığın zaman burada bir hata var gibi...

Ama tabii ben anladığım için sordum bunu.

Hakimler okuduklarını anlamazlar mı yani? Sadece bu cümleyi alıp, ‘Hrant Dink böyle dedi’ diye mahkûmiyet verilmesi bana yapılan bir kötülüktür. O cümleyi okuyan; ‘helal, verilsin bu ceza’ der yani. Tabii Yargıtay’a gideceğiz. Öte yandan bu ülkede yaşamak için çok nedenimiz olduğunu bir kere daha görüyorum. Türkiye’nin hatta dünyanın her tarafından hiç tanımadığım insanlardan mesajlar geliyor. Bu bırakıp gitme meselesine çok üzülmüşler.

Bunu öfkeyle, acıyla söylediniz değil mi?

Öfke değil; ama acı çok önemli. İnsanların duygularını küçümsememek lazım. Belki de en önemli silahımız duygularımız. Benim bu koca devletin, bu kocaman gücün karşısında hiçbir silahım yok. Benim bir tek insanlığım, duygularım var. Ben bu lekeyle yaşayamam. Bu lekeyi temizleyemezsem giderim. Ama biliyorum ki; gidişim de benim için ölüm olur.

Bunu leke olarak kabul etmemelisiniz belki de.

Yok, ben ederim. Lütfen hepiniz de edin. Ceza devleti tahkir ve tezyiften verilseydi, sineye çekilebilirdi. Tabii ki ceza verilmemesini isterim, yani bu bir ifade özgürlüğü meselesidir. Ama insan, gerekirse yurttaşı olduğu devletini de eleştirebilir. Eğer o devlet, o bireyin ihtiyaç hissettiği bir anda ona yardım elini uzatmamışsa, bence “nerede bu devlet lafı” bile en büyük tahkir ve tezyif sayılmalıdır. Ama ifade özgürlüğünü ırkçılık konusunda kabul edemem. Hiç kimse beraber yaşadığı insanların etnik kökenini, kimliğini aşağılamak hakkına sahip değildir. Bu en büyük suç olmalı. Ben bunu böyle algılıyorum. Siz bana diyorsunuz ki; böyle algılama.

Hayır, lekelendiğinizi düşünmeyin, ‘bu sizin lekeniz değildir’ demek istiyorum.

Birileri size de bu lekeyi yapıştırırsa, siz de böyle demezsiniz. Benim bir mahallem var. Bakkalım, kasabım var. Adada, balıkçı arkadaşlarım var. Kahvede oturup sohbet ettiğim insanlar var. Şimdi onlar bu gazeteleri okuyorlar, televizyonları izliyorlar. Adam Türklüğü aşağılamak yüzünden altı ay hapse mahkûm olmuş diyecekler. Biliyor musunuz ki; bu benim için ne demek? Ben beraber yaşadığım insanları aşağılamam. Bu şerefsizliktir. Ben ne Türklüğü, ne Ermeniliği aşağılatırım. Cümlenin düşüklüğünü, yüksekliğini, her şeyi bir kenara bırak. Hepimiz insanız. Cümle eksik de olur, fazla da olur. Şu yazının niyetine bakacaksınız. Bu yazının kastına bakar da burada ‘Türkleri aşağılamak’ diye bir şey görürseniz, o zaman hakikaten benim burada yaşamamam gerekir.

Türkiyeli bir Ermeni, Ermenistan’a gitse mutlu mu olur, mutsuz mu?

Kendi adıma konuşayım. Ben Türkiye’de yaşamak isterim. Nereye gidersem gideyim, kökümün burası olduğunu unutamam. Dün bana Müslüman kimliğiyle öne çıkan bir kişi mesaj atmış. Nasıl dualar ediyor, “Gitme, kal. Beraber bu ülkede yaşayalım.” diyor.

Ne cevap yazdınız?

Benim eşim çok dindar. Ama ben dini ritüellerle o kadar haşır neşir değilim. Ona “Dua edin lütfen. Çünkü ben sizin duanıza güveniyorum, inanıyorum. Ben de gitmemek için dua ediyorum. Ama şimdi sizin bu yazınızdan sonra başka bir şey için dua edeceğim. Allah’ım benim gitmemi o kadar çok geciktirsin ki, gitmek zorunda bile kalsam giderken yolda öleyim ve bu toprakta kalayım. Gitmek nasip olmasın, buraya gömüleyim.” diye yazdım. Bu toprak benim, burası benim vatanım. Beni saksıya koyup başka yerde yaşatamazsınız. Saksıda bakımlı makımlı olurum; ama bir bitki olarak yüzüm Türkiye’ye dönük olur.

Ermeniler kendilerini zehirleyen Türk saplantısından nasıl kurtulurlar?

O yazımda belirtiyorum, yine tekrarlayayım. Kurtulmalarının iki yönü var. Türkiye’nin, Türklerin kendilerine yardımcı olması. Nasıl? Biraz tarihe empati yaparak bakmaları. Onların acılarını paylaşacak bir yaklaşım göstermeleri. Bu ihtimal gözükmüyor şimdilik. Ya da ikinci bir yolu var. Ermenilerin kendi kimliklerinin dışına atmaları bu öfkeyi. Onun için de yol gösteriyorum. Kimlik öyle bir şey ki, boşluk tanımaz. Eğer o kimliği oluşturan bir şeyi boşaltırsan yerine bir şeyi doldurmak zorundasın. Diasporanın kimliğini yaşaması o kadar kolay bir şey değil. Dünyanın dört bir yanına savrulmuş bir halktan bahsediyoruz. Bu halk Ermenistan’da herhangi bir toplantı için dünyanın değişik yerlerinden gelip toplandıkları zaman en büyük ıstırabı nasıl yaşıyorlar, biliyor musun? Biri Uruguayca, biri Hintçe, biri Arapça, biri Fransızca, biri İngilizce, biri Türkçe, biri bilmem nece konuşuyor. Kendi aralarında Ermenice konuşamıyorlar. Dolayısıyla bu kimliğin bu durumunu anlayabilmek için biraz empati lazım.

‘Enerjilerini Ermenistan’a aktarsınlar’ diyorsunuz; ama, Ermenistan buna hazır mı?

Ermenistan’ın diaspora bakanlığı kurmasında, dünyanın dört bir yanına yayılmış Ermenilerle kültürel, moral bağlar kurması lazım. Bugün 8 milyona yakın Ermeni nüfusu var dünyada. Bunun sadece 2 buçuk milyonu Ermenistan’da yaşıyor. 5 buçuk milyonu dünyaya dağılmış. Böyle bir Türk devleti olduğunu düşün. 72 milyonun 60 milyonu yurtdışında, 12 milyonu bu ülkede yaşıyor olsa. Bu bir ıstırap olmaz mıydı? Nereden nereye gelinmiş 90 yılda. Eskiden bu halkın hepsi bu topraklarda yaşıyordu. Şimdi dünyanın dört bir yanındalar ve Türkleri 1915’te bıraktıkları gibi ya da varlık vergisinde bıraktıkları gibi, 6-7 Eylül’de bıraktıkları gibi hatırlıyorlar. Onlar için Türk böyle bir kavram: Gaddar, adam olmaz, kötü. Biz Türkiye’deki Ermenilerden farkı bu. Biz Türklerle beraber yaşıyoruz. Onları zehirleyen Türk olgusu, bizim panzehirimiz.

Nitekim çok sayıda akademisyen, yazar, çizer geliyor yanınıza, size destek veriyor...

Bunların varlığı, gelen mesajlar bana panzehir. Bir Müslüman anne telefon açtı bana. ‘Yavrum, sabah namaz vaktinde senin için dua ettim.’ dedi. Karım da dua ediyor benim için. Ermeniler de kilisede dua ediyorlar bunun için. O zaman Allah’ım, Yarabb’im diyorum, bu ne büyüklüktür. Bu ne yüce bir yaşamdır. O zaman şunların yaptıkları o kadar anlamsız geliyor ki bana. Siz ne yapıyorsunuz diyorum. Bizim dünyamız ne, sizin dünyanız ne diyorum.

Ki diaspora, Türkiye Ermenilerine hep rehin gözüyle bakmıştır.

Maalesef, bizler özgür konuşamayız onlara göre. Şimdi bu duruma sevinecekler. ‘Biz söylemiştik’ diyecekler. Bunu yapanların istediği bu mu şimdi?

Gedikpaşa Kilisesi’nin yetimhanesinde, Protestan kültürüyle büyüdünüz. Ama şu anda Ortodoks Ermeni kilisesine bağlısınız değil mi?

Evet. Türkiye’deki Ermeniler Osmanlı’nın son ikinci yarısına kadar Ortodoks Ermeniler olarak gelmişlerdir. 17. yüzyıl ortalarından itibaren Batılı misyonerler Anadolu’ya tasallut etti. Herkes bunu Müslümanlara tasallut olarak görür. Hiç ilgisi yok. Doğu’da yaşayan Hıristiyanlara tasalluttur bu. Gelmişlerdir Katolikler, en çok çalıştıkları kesim Doğu kiliseleri olmuştur. Ermeniler, Süryaniler üzerine çalışmışlar. Önemli bir kesimi kendi mezheplerine çevirmişlerdir. Aslında Ermeni trajedisinin başlangıç noktası da bu kendi içindeki bölünmedir. Padişah o zaman hepsine de millet vasfını vermiş, hepsi kendi kiliselerini kurmuşlar. 1915’te Katolikler ve Protestanlar da çok büyük zarar görmüşler; ama nispeten korunabilmişler. Katoliklerden bugüne kalan, 2 bin 500 tane Ermeni Katoliği var. Taş çatlasın 15-20 tane de Ermeni Protestan kalmıştır. Ermeni Protestanların iki kilisesi vardı. Biri Gedikpaşa, biri de Aynalı Çeşme Kilisesi. Gedikpaşa Kilisesi’nin altında yetimhane ve biraz ileride kiliseye bağlı bir okul vardı. İşte o yetimhanede kalır, o okula gider okurduk.

Bu deneyimin sizi duygusal bir insan yaptığı açık. Aynı zamanda çok güçlü bir insan yaptı sanırım.

Yetimhanede büyümüş olmak evet, dediğiniz her şeyi yaptı. Ben bu etkiyi olumlu olarak değerlendiriyorum. Yaşadığım sıkıntıları, ağladığım günleri unutuyorum tabii. Protestan kültürü almanın da bir artısı olduğunu gördüm. Dini ayinlere birey olarak doğrudan katılırdık. Sadece dinsel ritüellerden oluşmuş bir ayin değildi onlar. Bir vaiz çıkardı, İncil’i okur, anlatırdı. Sonra biz sorular sorardık ve dua ederdik. Yani bir diyalog içerisinde geçen bir ayindir bu. Ortodoks kilisesinde ise tamamen din adamlarının, resmi cübbeli kişilerin katıldığı ayinlerde ritüeller daha fazlaydı. Aman ha, bunu söylerken ‘biri iyi, biri kötü’ demiyorum. Bunlar benim kültürümün parçaları. Ben Ortodoks kilisesinde vaftiz olmuş ve evlenmiş bir insanım. Beni bir; konuşmaya, tartışmaya ve diyaloğa alıştırdı Protestan kilisesi. İki; okumaya alıştırdı. İncil’in mezmurlarını ezbere bilirim çocukluğumdan itibaren.

Protestan kilisesi sizi Batı kültürüyle tanıştırmış olmalı...

Doğru. İlahilerimiz vardı, Bach’ın, Hendel’ın, Beethoven’ın, Mozart’ın klasik parçalarına sözler ayarlanmış. Yetimhanedeki kendi kendine yetme kavramı büyük kazanımım oldu. Kendi yemeğimizin servislerini yapardık. Masalarımızı biz dizer, biz temizler, bulaşıkları biz yıkar, yataklarımızı biz yapar, odalarımızı biz toplar, siler, bahçemize biz bakardık. Banyoda birbirimizi yıkardık. Büyükler küçükleri yıkardı. Tuvaletlerimizi kendimiz temizlerdik. Hepimiz 7 ila 12 yaşlar arasındaydık. Yetimhane bana, bıkmadan çalışma ve kol emeği alışkanlığı kazandırdı. Kilise ise kafa emeği verdi, kafaca beni aydınlattı. Ortaokulu bitirdiğimde zımba gibi bir delikanlıydım. Kafası da çalışan, eli ayağı da çalışan bir adam olmuştum.

YARIN: Ölenlerin değil kalanların üzerinden konuşalım

Günün Önemli Haberleri