ABD Sultanahmet'i bombalayacaktı
Abone olTürk-Amerikan ilişkilerinin hasar gördüğü ilk olayın Irak'taki Çuval skandalı olduğunu sananlar yanılıyor. Meğer ABD, Sultanahmet'i bombalamaktan son anda vazgeçmiş.
Yakın tarih konusunda fazlasıyla meraksız gençlerimize ve balık
hafızasına sahip kimi yaşlılarımıza soracak olursanız, sizlere, 150
yıllık geçmişe sahip Türk-Amerikan ilişkilerinin ciddi biçimde
hasar gördüğü ilk olayın 4 Temmuz 2003'de Kuzey Irak'ta yaşanan
"çuval skandalı" olduğunu söyleyeceklerdir.
Oysa gerçekler bambaşka; son 40 yıl içinde Amerikalı "kadim
dostlarımız"la en az üç kez çatışmanın eşiğine geldik ve bunlardan
en trajik olanı ise Başkan Nixon'un, Beyaz Saray'daki
danışmanlarının kışkırtmalarına uyarak Sultanahmet Camii'ni
bombalatma kararından son anda dönüşüydü.
Bu fotoğraf, Yeni Şafak grafik servisi tarafından yapılan bir fotomontaj; ancak bu ziyaret ise hayâlî değil. ABD'nin 37'nci Başkanı Richard Nixon, Eylül 1986'da -bir zamanlar bombalatmayı düşündüğü- Sultanahmet Camii'ni gerçekten gezmişti. |
Dolayısıyla, Beyaz Saray ile 150 yıllık ilişkilerimizin tarihçesinde, ilk askerî yardımın bizim tarafımızdan verilmiş olduğu gibi bir sonuç çıkıyor ortaya...
Zaman içinde konjonktür değişip, adım adım güçsüzleşen Osmanlı Devleti yerini tarih sahnesinde taze bir başlangıç yapmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti'ne bırakırken, İngiltere ve Fransa'nın yönettiği Eski Dünya'yı ilk etapta uzaktan izlemekle yetinen ABD de 20'nci yüzyılın başlarıyla birlikte "mahallenin yeni ağabeyi" konumuna erişecekti.
Beyaz Saray, 1923 yılında Anadolu'da kurulan genç cumhuriyeti tanımakta ilk anda pek de öyle istekli görünmedi; nitekim Kongre'nin "Türkiye Cumhuriyeti" adlı bu yeni ülkeyle kurulacak diplomatik ilişkileri onaylaması 1929'u bulacaktı. Ama Türklerin ufalanarak yok edilemeyecek kadar inatçı bir millet olduğu anlaşılınca, Washington da zaman içinde bu reddiyeci tavrından vazgeçecek ve Türkiye 1950'li yılların başlarıyla birlikte -sahip olduğu stratejik SSCB sınırı nedeniyle- ABD'nin en gözde müttefiklerinden birine dönüşecekti.
1948-52 yılları arasında, İkinci Dünya Savaşı'ndan ekonomik zarar gören Avrupa ülkelerine ABD yönetimince dağıtılan ünlü "Marshall Yardımı"ndan -savaşa fiiilen katılmamamıza rağmen- payımıza düşen yaklaşık yarım milyar dolar da taraflar arasında yapılan bu "mantık evliliği"nin bir anlamda yüzüğü oldu. Menderes iktidarının hüküm sürdüğü sonraki on yıl boyunca, iki ülke arasındaki ilişkiler herhangi bir ciddi pürüz yaşanmaksızın kendi rutininde sürüp gitti. Ta ki Türkler girdikleri derin uykudan uyanıp "civar coğrafyalarda tarihî misyonları olan bir devlet" olduklarını yeniden hatırlayana ve Kıbrıs'ta katledilen soydaşlarına müdahaleye hazırlanana kadar...
Uysallaştırılamayan bir müttefik: Türkiye
İsmet İnönü, ünlü mektuptan sonra Başkan Johnson'a yaptığı ziyarette... |
Uzun yıllar güllük gülistanlık bir görünüm çizen Türk-Amerikan ilişkileri ilk ciddi darbesini, 27 Mayıs İhtilâli'nden sonra kurulan İnönü kabinesinin Kıbrıs'taki Rum terörü nedeniyle Ada'ya müdahale hazırlığı yapmasıyla aldı. Suikaste kurban giden John F. Kennedy'nin yerine bu göreve henüz atanmış olan yeni başkan Lyndon Johnson, 5 Haziran 1964'de Başbakan İnönü'ye gönderdiği -her türlü diplomatik nezaket sınırını aşan- o ünlü uyarı mektubunda, "Aklınızı başınıza alın" diyordu, "Osmanlı dönemi artık kapandı. Bu dünyanın yeni efendileri bizleriz. Beyaz Saray'a danışmadan, öyle kafanıza göre her istediğinizde oraya buraya saldıramazsınız. Siz Kıbrıs'a çıkarma yaptığınızda NATO içinde bir Türk-Yunan Savaşı çıkar ve örgütü krize sürüklersiniz. Ayrıca, şimdiden haber vereyim, bu müdahalenizden sonra SSCB de size saldırırsa hiçbirimiz yardıma gelmeyiz, ona göre!"
"Johnson Mektubu", Türk kamuoyunda büyük infiale yol açtı ve
İnönü 13 Haziran'da mektuba, "Türk halkının, bu büyük müttefikinin
sergilediği anlayışsız tutum karşısındaki derin hayâl kırıklığını"
dile getiren bir cevap gönderdi. Başbakan, hemen ardından da 21
Haziran'da ABD'ye uçtu ve "büyük birader" ile Beyaz Saray'da bu
konuyu bir kez de yüzyüze görüştü. Tarihteki uzun varoluş serüveni
boyunca başkalarından fırça yemeye hiç alışık olmayan olan Türkiye,
ABD'nin bu yöndeki yaklaşımından da hoşlanmamış ve hoşnutsuzluğunu
açıkça dile getirmişti. ABD yönetimi Türkiye'de giderek yoğunlaşan
anti-Amerikancı tepkiler karşısında üslûbunu belli ölçüde
yumuşatırken, Ankara da olayı daha fazla kangren hâle getirmemek
için Kıbrıs'a müdahale planından o anlık vazgeçmek zorunda
kalıyordu.
Bu kez hem 'Kıbrıs', hem de 'afyon' sorunu...
Güçlükle yatıştırılan Türk-Amerikan ilişkilerinde ikinci büyük
fırtına ise 1970'lerin başlarında koptu. Ocak 1969'da görev
başlayan Başkan Richard Milhous Nixon'u, başta -artık iyice
zıvanadan çıkmış durumdaki- Vietnam Savaşı olmak üzere bir sürü
uluslararası sorun, yanısıra da bir türlü tam anlamıyla hizaya
getirilemeyen Türkler bekliyordu. Üstelik bu kez kriz bir değil,
iki ayrı konu başlığına sahipti: Hem Türk ordusunun Kıbrıs'a
müdahale olasılığı, hem de Türkiye'deki afyon ekimi... ABD çok uzun
bir süredir Türkiye'ye, ülkedeki bütün afyon tarlalarını yok etmesi
için bunaltıcı bir baskı yapıyor, bunun karşılığında ise zarara
uğrayacak olan Türk çiftçilerini sübvanse edeceğini söylüyordu.
Ulusal ilaç endüstrisi için gerekli olan afyon hammaddesi ise
geriye kalacak olan tek bir devlet çiftliğinde kontrollü olarak
üretilecekti.
ABD'nin bu dayatmacı tavrı Türkiye'de kısa sürede hükümet aleyhine
bir iç politika malzemesine dönüştü. Muhalefet, iktidarı "Neyi ekip
neye ekmeyeceğimize de Sam Amca mı karar verecek, nedir bu
teslimiyetçiliğiniz" sözleriyle köşeye sıkıştırırken, bu sırada
binlerce kilometre ötedeki Beyaz Saray'ın oval ovisinde birkaç dış
politika danışmanı da küresel sorunlardan boğulmuş durumdaki
Nixon'a akıllara zarar bir teklifte bulunuyorlardı:
"Sayın Başkan, bu Türkler artık gerçekten de sabrımızı taşırmaya
başladılar, şimdilerde onlara hiçbir konuda söz dinletemiyoruz.
Akdeniz'deki jetlerimize emir verelim, uyarı mahiyetinde bir
bombardımanla İstanbul'daki Mavi Cami'yi onların başına yıksınlar.
Böylelikle, hem Kıbrıs'ta hem de haşhaş konusunda ne kadar ciddi
olduğumuzu anlayacaklardır!"
"Çuval skandalı"ndan yaklaşık 34 yıl önce gündeme gelen bu "müthiş"
teklif, bereket versin ki Nixon'u yalnızca tebessüm ettirdi ve kısa
bir süre sonra henüz akılları başlarında olan diğer bazı
danışmanların kararlı tutumu sonucunda seçenekler arasından
çıkartıldı. Nitekim, Türkiye de verilecek olan sübvansiyonlar
karşılığında, 29 Ekim 1971'de afyon ekimini yasakladı. Ancak, bu
yasak 1974'e kadar sürecek ve Ankara yönetimi. Kıbrıs Barış
Harekâtı'ndan sonra ABD'den gördüğü dışlama politikasına bir tepki
olarak hem ülkedeki Amerikan tesislerine el koyacak, hem de afyon
ekimini yeniden serbest bırakacaktı. ABD ise bu "isyan"a 5 Şubat
1974-1 Ağustos 1978 tarihleri arasında Türkiye'ye katı bir silah
ambargosu uygulayarak karşılık verdi. Ancak, uygulanan ambargo,
böylesi bir dost kazığı karşısında hazırlıksız yakalanan Türk
ordusunu ilk anda biraz sarsmakla birlikte, sonraki yıllarda bu
yalnızlığın çok önemli yararları da görüldü ve hükûmetler benzeri
durumlarda kendi ayakları üzerinde rahatça durabilmek için savunma
teknolojilerinde giderek daha fazla oranda yerli üretime
yöneldiler. Sonuçta, Aselsan ve TAI gibi çok önemli kuruluşlar
doğdu.
Ve sivil Nixon Türkiye'de...
Amerikan siyaset çevrelerinde, "Başkanlar hiçbir zaman emekli
olamazlar" şeklinde bir deyiş vardır. Eh, beyninde bu denli fazla
sayıda sırrı taşıyan birine sistem de emeklilik şansı tanımaz doğal
olarak. Nitekim, aslında Nixon'a da başkanlığı bırakmak oldukça
yaradı ve istifası sonrasında giderek daha bilge bir kişiliğe
dönüştü. Watergate Skandalı'nın yol açtığı saygı erozyonu ilerleyen
yıllarda uluslararası kamuoyunun belleğinde yavaş yavaş tedavi
edilirken, o da zamanla Amerikan siyaset sahnesindeki "bir
bilen"ler arasına katılacak, katıldığı konferanslar ve yazdığı
kitaplarla genç kuşakları devlet yönetiminin karmaşık yapısı
hakkında aydınlatacaktı. Diğer bir dizi yapıtının yanısıra 1978
yılında kaleme aldığı "The Memoirs of Richard Nixon" (Richard
Nixon'ın Anıları), bu alanda gerçekten de bir ders kitabı
niteliğindeydi. Nixon, 1960 ve 70'ler boyunca ABD-Türkiye
ilişkilerinde yaşanan çalkantılara da ilk kez burada yer verdi.
Sabık Başkan, o kitabında Kıbrıs ve haşhaş ekimi konularında âsi
davranan Türklerin burnunu sürtmek için bir ara danışmanlarının
gazına gelerek ünlü Mavi Cami'yi (Batılıların Sultanahmet'e mavi
çinilerinden dolayı verdikleri isim) 6. Filo'dan havalanacak
jetlerle bombalatmayı düşündüğünü, ancak sonradan bu dehşetengiz
fikrin NATO'nun çökmesine kadar varacak bir uluslararası bunalımı
başlatacağını farkederek derhal vazgeçtiğini açık yüreklilikle
itiraf eder.
Nixon, başkanlığı döneminde Türkiye'ye hiç gelmedi, bu yüzden
Türkiye'ye ilişkin bütün bilgi ve algıları da doğal olarak teorik
düzlemdeydi. Ancak, Watergate skandalı nedeniyle başkanlığı bırakıp
siyaset sahnesinin önde gelen analistlerinden birine dönüştükten
sonra sivil kimliğiyle ülkemize bir değil ardarda iki kez geldi. Ki
bunlardan özellikle 14 Eylül 1986'da gerçekleşen ilk ziyaret, dünya
siyaset tarihine geçecek ölçüde mânidar anlarla doludur. Bir grup
Amerikalı işadamıyla birlikte gelen ve amacı daha ziyade
danışmanlık yaptığı bazı holdingler için yeni iş olanakları
araştırmak olan Nixon'a, dönemin Özal hükûmeti tarafından verilen
siyasî randevuların yanısıra ilginç bir de turistik gezi programı
hazırlanmıştı. Ve bu programın en hoş bölümü ise hiç kuşkusuz ki
İstanbul'daki "Sultanahmet Camii ziyareti"ydi.
Nixon, Türkiye gezisinin üçüncü gününde İstanbul'da ve bu ünlü
ibadethanedeydi. Cami görevlilerinin nezaketen yaptıkları
"Ayakkabılarınızı çıkarmanıza gerek yok" uyarısına karşın, o belli
ki böyle bir mekâna girişin kuralları konusunda önceden
bilgilendirilmişti. Ayakkabılarını çıkarıp korumalarına teslim
etti, içeride uzun uzadıya dolaşıp caminin tarihçesi ve özellikle
de dünyaca ünlü çinileri hakkında yetkililerden bilgi aldı.
Ziyaretin sonunda basın mensuplarına yaptığı birkaç cümlelik kısa
açıklama ise Amerikan başkanlarının Beyaz Saray'da oturarak -tıpkı
günümüz Irak'ında olduğu gibi- yerel gerçekliklerini ve iç
dinamiklerini zerre kadar bilmedikleri uzak diyarları diledikleri
gibi yönetme çabalarının ne denli boş ve anlamsız olduğunun tarihe
kazınmış bir deklarasyonuydu âdeta. "Bugün burada muhteşem bir
mimarî anıtı gezdim" demişti Nixon cıkışta, "Ve böyle bir eserin
sonsuza dek burada, insanlığın nadide kültür miraslarından biri
olarak yaşayacağını bilmek insanın içine huzur veriyor."
Ertesi gün Türkiye'deki bütün gazeteler eski başkanın bu ibretlik
cami ziyaretine geniş yer ayırarak, onun bu olaydan 15 yıl kadar
önceki saldırganca tutumuna atıfta bulundular.
Nixon, daha sonra 20 Mayıs 1987'de Türkiye'ye bir kez daha geldi.
Artık Türkiye'nin -ABD liderlerinin Latin Amerika'da görmeye
alıştıkları türden- bir "muz cumhuriyeti" olmadığına büyük ölçüde
ikna olmuş gibiydi; bu gezisinde de kendisine yine önemli
işadamları eşlik etti ve danışmanlığını yaptığı gruplar adına bazı
bağlantılar gerçekleştirdi.
ABD'nin 37'nci -ve görevinden istifayla ayrılan yegâne-
cumhurbaşkanı Richard Milhous Nixon, 22 Nisan 1994 tarihinde
geçirdiği bir felç sonucunda 81 yaşında hayata veda etti. Ama Mimar
Sinan'ın çıraklarından Sedefkâr Mehmet Ağa'nın 1617'de ibadete
açılan görkemli eseri Sultanahmet Cami, adını verdiği ünlü meydanda
hâlâ bütün ihtişamıyla yükseliyor ve tarihleri iki yüzyıl ile
sınırlı Amerikalı turistlere "köklü devletler ile gelenekleri"
üzerine önemli ipuçları vermeye devam ediyor.
Ali Murat Güven / Yeni Şafak