Fatih Müslüman da sen nesin?

Bu ülkede sözde aydın diye geçinen öyle tipler var ki kendi hayallerini topluma enjekte etmek için yalan tüccarı olmuşlar!..

Osman DİYADİN o.diyadin@hotmail.com

Bu ülkenin bazı sözde aydınlarının, sözde profesörlerinin zırvaladıklarını görünce, ‘Allah sizi ıslah etsin’ dememek mümkün olmuyor…

Fatih Müslüman değilmiş!
Hadi oradan !
Yok!
Mevlana da değil…
Üstüne Yunus da değil…
Mimar Sinan’ı hiç sorma!
Yavuz’u da!
Biliyorum bunlara göre hiçbir Türk büyüğü Müslüman değil!
Çünkü çok zorlarına gidiyor!
İşte Celal Şengör...
“Fatih Sultan Mehmet Müslüman değildi” demiş!
Bakın tarihçi yazar değilim!
Ama Allah’a şükür okuma yazmamız var!
Tarihimizi, atalarımızı önemli kaynaklardan okuyup hayırla, şükranla, minnetle ve rahmetle anarak bugünlere geldik…
O nedenle bu zırva adamlar tarafından beyinleri yıkanmak ve karıştırılmak istenen gençlere önemli kaynaklar aracılığıyla Fatih’in bazı anılarını anlatmanın bir Müslüman Türk evladı olarak görevimiz olduğunu düşünüyorum.
Çünkü küçük bir azınlık olanlar ne yazık ki seslerini sırça köşklerinden büyük çoğunluğa karşı çıkarmalarına kolaylık sağlanmasını hazmetmek mümkün değil..

Sevgili Salih Ünal'ın çok anlamlı bir benzetmesi vardı;

Embesil akademik istila!...

Fatih Sultan Mehmet kimdir?

***

Fâtih, ilmî seviye ve rûhî derinliğinin neticesinde ulu bir padişah, büyük bir cengaver, aynı zamanda engin gönüllü bir derviş ve hassas rikkat-i kalbiyye sahibi bir şair olarak tarihteki yerini almıştır.
Hünkâr’ın rûhî derinliğini aksettiren şu iki beytinde.

O’nun i’lâ-yıkelîmetullâh davasında sadece ve sadece Allah’ın nebileri ile velilerine isnad ettiği görülmektedir:

İmtisal-i “cahidüfillah” olup dur niyyetüm

Din-i İslam’ın mücerredgayretüdürgayretüm…

….

Enbiya vü evliyaya isnadım var benim.

Lutf-i hakk’tandırhemanümmid-i feth u nusretüm.

Fâtih Sultan Mehmed Han Ashab-ı Kirâm zamanından beri devam edegelen ve İstanbul’un fethini hedef alan ulvî bir heyecan şeraresi halindeki hamlelerin sonuncusunun başkumandanlığını yapıyordu.
Yaratılışındaki istidatlar almış olduğu maddi ve kalbi eğitimle birleşerek. Onu “feth-i mübine”e çoktan hazırlanmış bulunuyordu Çocukluğundan beri elinde kâğıt-kalem, daima fetih projeleriyle meşgul olmuştu. Vird halinde:
“Ya Bizans bizi alır, veya biz Bizans’ı alırız!” diyordu.

Fahr-i kâinât’ın 900 sene evvelki mücadelesini geçekleştirerek, O’nun müjdesindeki iltifatlara nail olmak için asker, kumandan, sultan, âlim ve evliyanın gönülleri, heyecan ve istiğrâk çağlayanı haline gelmiş bulunuyordu.

Fatih’in, fetih sırasında cümle evliyanın ruhaniyet ve istiânesindenmüstefîd olduğu tarîhî bir vakıadır.
Fatih, manevî terbiyesinde yetiştiği hocası Akşemseddîn’i çok çok sever, ona pek fazla hürmet ederdi. Sık sık ziyaretine gider, oradan gönlü huzur ve sükun içinde dönerdi.
Akşemseddîn de, ara-sıra Fatih’i ziyarete gelince Fatih, ayağa kalkar, onu haşyetle ayakta karşılardı. Mahmud Paşa, bir gün merak ve hayretle:
“Aziz sultanım, siz hiçbir alime göstermediğiniz hürmet ve tazimi Akşemseddin’e gösteriyorsunuz! Onun yanında size bambaşka bir hal oluyor. Onun diğer alimlerden ne farklı tarafı var?..” diye sordu
Fatih de cevaben:
“Hiçbir zaman ve mekanda ve şahısta görmediğim heybet ve cazibeyi, bu kişide görüyorum. Bu heybet ve muhabbet, gönlümü alt üst ediyor. Beni apayrı alemlere sevk ediyor. Muhabbet ve heybet birbirine zıt iki hâl olduğu halde, ruhumda nasıl birleşiyor?!
Ben de buna hayret ediyorum. Bu hal nedir? Bu hal, neyin nesidir? Anlıyorum ki bu, onun cismani varlığından değil, Hakk’ın mazharı olmasındandır.
Onun huzurunda elim titriyor, dilim dolaşıyor, aciz bir çocuk gibi kalıyorum. Onun gönül penceresinden, ayrı alemler, ayrı nakışlar seyrediyorum. İşte bu halim, onun ruh dünyasının bana olan in’ikasıdır. Aynı zamanda O’nun kendi ruhî derinliğini resmeder” dedi.
Akşemseddîn Hazretleri’ne, fetihten sonra:
“Niçin fethi önceden haber vererek, istikbal hakkında sözler söyledin?” diye sorulunca, O da:

“Kardeşim Hızır -aleyhisselâm-‘dan fethin ne zaman zuhur edeceğini ledünnî ilimden istifade ederek öğrenmiştik!” buyurdu.
Cihangir Hünkâr, fetihten sonra hemen İstanbul’a girmedi. Mübarek gün cumayı bekledi. Alimler, arifler ve paşalarla beraber -hatta sonradan kendisini muhakeme edecek olan kadı Hızır Bey’le de yan yana muhteşem bir merasim ile Edirnekapı’dan şehre girdi.
Fatih, Şehzadebaşı, Bayezîd yolunu takip ederek ilerliyordu. Yol kenarlarında askerler selama durmuştu. Rum kızları ise, genç padişahı çiçek yağmuruna tutuyorlardı.

Bu sırada bir derviş, yolun ortasına çıktı Fatih’e hitaben:“İstanbul’u fethettim diye bu kadar kendine paye alma! Sen İstanbul’u bizim gibi dervişlerin duası ile aldın..” dedi.
Fatih cevaben:
“Doğru söylersin dervîş baba.. Lakin bir harp, dua askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse zafere ulaşır. Duayı bırakanları, ahiret cehennemi bekler. Kılıcı bırakanlara da, çok yazık olur!. Zaferin sırrı, Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘in izini takip etmektir..” der.

Büyük Hünkar, bu suretle kendisinden sonra gelecek nesle de, zaferin mecburî şartının, kılıcın, Kur’an ruhu istikametinde kullanılması ile mümkün olacağını ne güzel ifade eder.

Fatih Hazretleri, velilerin ziyaretlerinden büyük bir huzur bulurdu.

Onların feyz ve berekâtından gönlü feyz ile dolar ve taşardı.
Birgün, zamanın evliyasından Şeyh Ebu’l-Vefa Hazretleri’ni ziyaret etmeyi çok arzuladı. Erkanı ile birlikte tekkenin kapısına kadar gitti. Ne görsün ki, herkese açık olan kapı, maalesef kendisine kapatılmıştı.
Hünkar üzüldü. Rengi soldu. içeride Ebu’l-Vefa Hazretleri de aynı durumda idi. Mürîdan da, edeben bir şey soramıyorlardı. Fakat içlerinden “Bu işin sırrı nedir?” diyerek hayretle hadisenin seyrini merak ediyorlardı. Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan kapı, müjdeli bir hadis-i şerifin tecellisine mazhar olan zata kapatılmıştı. Fatih, mahzun bir şekilde geri döndü.
Bir çağ kapayıp, bir çağ açan, Bizans surlarını yerle bir eden ulu hakan, bir gönül erinin tekkesinin esrarlı kapısını açamadan geri dönmüştü.

Aradan bir zaman geçtikten sonra Hünkar, yine hassas kalbinin derinliklerinden gelen bir heyecan ile Ebu’l-Vefa Hazretleri’ni ziyarete hazırlanıp, erkanı ile tekrar oraya gittiler. Yine aynı manzara, kapı kapalı! Hünkâr’ın dehşeti arttı.
Yaverine:

“Kemal-i edeb ile huzûra gir! Anla bu iş neyin nesi? Bu muamma nedir? Bu ne acep bir haldır?” dedi.

Yaver huzura girdi. Ebu’l-Vefa Hazretleri yavere dedi ki:
“Hünkârımız Fatih’in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Buraya girer de bizim alemimizdeki zevki tadarsa, bir daha ayrılmak istemez ve devletin idaresine dönmez! Lakin bu mülk ve ümmet O’na emanettir. Kendisi kadar liyakatli bir kimse gelip O’nun yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar görür. O da, ben de günahkar oluruz!.

Sonra; ruhu buranın manevî havası ile dolacak, neyi varsa buraya getirip infak edecek.. Dula, yetime, garibe, bîçareye ve bîkese gidecek olan imkanlar, buraya akacak!. Aynı zamanda mürîdânın gönlüne dünya muhabbeti girecek, düzenimiz bozulacak!..

Hünkârımız Efendimiz’e bizler buradan dua ve teveccüh halindeyiz... Gönlümüz, gönlünün içindedir…” buyurdu.
Yaver huzurdan ayrılıp, tekkenin kapısında merakla neticeyi bekleyen Hünkâr’a bu sözleri nakledince, Hünkâr sordu:
“Hazret bu hislerini ifade ederken nasıldı?”

Yaver:

“Hünkârım Ebu l-Vefa Hazretleri, Bu sözleri söylerken, diğer taraftan da gönlü hicran ile yanmış olmalıydı ki, gözlerinden damlalar dökülüyordu dedi.
Fatih, başını önüne eğdi. Ufuklara sığmayan bakışları, derin, mehtaplı bir gece gibi başka bir aleme döndü. Gözleri nemlenerek, bahar dallarında biriken şebnemler gibi yaşlar dökülmeye başladı. Onunla hayat boyu bir daha görüşmek kendisine nasip olmadı.
Vaktaki Fatih’in vefatı haberi gelince, Ebu’l-Vefa Hazretleri saraya gitti. Hünkâr’ın cenaze namazını kıldırdı.


Kısacası O, zahirde de batında da emsalsiz bir sultandı. Milletin hakkında o kadar ince ve merhametli düşünürdü ki, toplumunun sanki maddî ve manevî babası idi.
Bir merhamet abidesi olan Fatih, ümmete sayısız vakıflar tesisi ile devrim insanlık ve adalet sembolü haline getirmişti. Bu vakıfların vakfiyeleri, onun ulvi yüreğinin inceliklerini sergiler.
Bir vakfiyesinin bir bölümü şu şekildedir:

“İnşa ettirdiğim imarethanemde İstanbul fukarası yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehit ailelerine ve yetimlerine ise, kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celp etmeden onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikram edile!..

***

Sevgili okurlar duygulanmamak mümkün mü?

Bu tür aydınlar için  sevgili Salih Ünal'ın çok anlamlı bir benzetmesi var.

Embesil akademik istila!..

Celal Bey!..

Kendi hayal dünyayı topluma enjekte etme!

Fatih Müslüman oğlu Müslüman'da..

Sen nesin Celal bey!..

Çık onu açıkla da bilelim!..

Kyn: Fâtih Sultan Mehmed Han Osman Nuri Topbaş 1996 – Ağustos, Sayı: 126, Sayfa: 032