Faruk Bildirici ile roman gibi söyleşi
Abone olİnternet Haber Ankara Temsilcisi Nesrin Yanık Çorakbaş, açtığı 'Hayatım Roman olur' köşesiyle, Hürriyet'te hikaye yağmasanı sağlayan Faruk Bildirici ile konuştu.
Oysa o, bugüne kadar hep tanınmış kişilerin hayatını kaleme
almıştı. “Gizli Kulaklar Ülkesi, Maskeli Leydi, Üniforma Slogan
Biber, Kuzum Bülent, Siluetini Sevdiğimin Türkiyesi, Anıtkabir
Racon Zambak, Hanedanın Son Prensi” gibi Türkiye’nin belki de en
çok konuşulan ve satan biyografi kitaplarına imza atmıştı. Şimdiyse
önünde, sıradan insanların sıra dışı yaşamları vardı. Yıllarca
çalışsa da, bunca konu zenginliğine ulaşamazdı. Ayrıca
gazetecilerin, medyatik isimler dışındaki ‘insanı’ ele alması da
şarttı. Ne mutlu ki, o hem gazeteci hem de bir yazardı. Ve iyi
bildiği işi yapmaya başladı. Faruk Bildirici bu toprakların
insanlarını yazdı…
Hürriyet’teki yazı dizinizde, sıradan insanların sıradan
olmayan hikayelerini anlatıyorsunuz. Bu yazı dizisi umduğunuz gibi
gidiyor mu?
Benim açımdan umduğum gibi gidiyor. Çünkü benim temel amaçlarımdan
birisi, içinde yaşadığım ama tanımadığım bir dünyayla tanışmaktı ve
o dünyayla tanışıyorum. Biz gazeteciler olarak bu ülkede yaşıyoruz,
ama bu ülkenin küçük bir bölümünde yaşıyoruz. Bu ülkenin bütün
hücrelerine nüfuz edemediğimizi düşünüyorum. Ben şimdi, nüfuz
edemediğimiz yerlere nüfuz edip, oralarda yaşayan insanların
hikayelerine ulaşmaya çalışıyorum. Çünkü biz gazeteciler, bazı
insanlarla ve olaylarla ancak medyatik olduklarında
ilgilenebiliyoruz. Şimdi ben, objektiflerin önüne düşmeyen
insanların hikayelerinin peşine düştüm.
Türk basınında belirgin bir tiraj kaybı yaşandığı
biliniyor. ‘Anlatsam Roman Olur’ yazı dizisinin sizin
formasyonunuzun biraz uzağında kaldığını görerek soruyorum, bu
tiraj kaygılı bir çalışma mı?
Ben bu işe traj düşünerek girmedim, traj benim sorunum değil çünkü.
Buradaki yöneten insanları sorunu. Ben de yöneten insanlardan
değilim. Benim temel sorunum, gazeteci olarak bu insanlara ulaşmak
ve bu insanlara dair bir şeyler yapmaktı. Ben az önce söylediğim
gibi, ‘gazetecilik belirli kesimlere sıkışıp kaldı, bunun dışına
nasıl çıkabiliriz, ulaşamadığımız yerlere, insanlara nasıl
ulaşabiliriz’ noktasından yola çıktım.
Bu çalışma sizin için de farklı bir deneyim olduğunu
söyleyebilir miyiz?
Muhakkak öyle, ama bir yazı serüvenin devamı olarak düşünmekte
fayda olduğuna inanıyorum ben. Birincisi; gazetelerin ve
gazeteciliğin giderek belirli bir yere sıkıştığını ve bunun dışına
açılması gerektiğini düşünüyorum. İkincisi; bazı hayatları, bazı
insanları yeterince gazete sayfalarına aktaramadığımızı
düşünüyorum. Üçüncüsü; dünyada olduğu gibi Türkiye’de de
gazeteciliğin insan odaklı gazetecilik haline gelmesi gerektiğine
inanıyorum.
Kamerayı şöhretli insanların üzerinden çekip sokağa
çeviriyorsunuz, öyle mi?
Benim diğer kitaplarımda araştırmalar ve biyografiler var. Bunlar
ünlü insanların biyografileri. Bunu bir Fransız yazar da söylüyor;
biz aslında ünlü insanları yazarken, onların da ne kadar sıradan
olduklarını yazıyoruz. Onların da zaman zaman hamburger
yediklerini, onların da giyindiklerini, onların da uyuduklarını,
içtiklerini yazıyoruz. Peki ünlü olmayan insanlar, sıradan denilen
insanlar nasıl yaşıyorlar, ben aslında bu sorunun cevabını
arıyorum. Çünkü hepsinin sıra dışı yaşanmış hikayeleri var ama biz
onları bilmiyoruz. Yani orantılarsak, ünlü insanlarda
sıradanlıkları, sıradan insanlarda sıra dışılıkları yazıyoruz.
Yani, tamamen ters bir mekanizma söz konusu. Benim şu an da
yaptığım şey bu ve artık dünyada yazın yaşamında biyografilerde
özellikle, sadece ünlü insanlar yazılmıyor. Ünlü insanları yazarak
çağımızı, çevremizi, yaşadığımız ülkedeki insanları anlatmak mümkün
değil. Ben sadece çok içinde olduğumuz, bildiğimizi sandığımız
dünyanın görünmeyen yüzlerini anlatmaya çalışıyorum. Bunu anlamak
zor olabilir. Belki ‘Hürriyet tiraj kaygısı içinde, Bildirici daha
popüler bir iş yapmak istiyor’ zannedilebilir. Ben kendi adıma,
bunun yazı serüvenimin bir devamı olduğuna inanıyorum. Bana öyle
hayatlar geliyor ki, şu an elimde klasörler dolusu hayatlar var. Bu
bir çok yazarın aylarca, yıllarca çalışsa da elde edemeyeceği kadar
büyük bir veri tabanı.
Gazetedeki yaşanmış hikayeler çok okuyucu çekiyor. Bu ilgi
sizi mutlu ediyor mu?
Herkes kendi içinde bir şeyler yaşıyor ve biz bunları duymuyoruz.
Yolda yürüyen bir insanın içinde, çok ciddi depremler yaşanıyor
olabilir. Biz bunu asla fark etmiyoruz. Ben sadece bu insanlara; o
içlerindeki depremleri ya da mutlulukları, yaşadıkları her şeyi
insanlara duyurmaları için yeni bir kanal açtım. İşte yaptığım
bu.
Bu yazı dizisi fikri gazeteden mi geldi yoksa sizden
mi?
Fikir benden geldi, tamamen benim fikrim.
Hikayelerde bir fotoroman tadı var. Ama siz fotoğraf yerine
yazı diliyle anlatıyorsunuz, doğru mu?
Ben onu istiyorum zaten. Eleştirel bakan insanlardan da bir ricam
var. Bir süre daha beklemeleri. Çünkü ben şunu hedefliyorum; eğer
Almanya’ya insan kaçıran birini bir kere yazmışsam, çok çok özel
bir şey gelmedikçe bu konuyu bir daha yazmayacağım. Yani hiçbir
hikaye birbirinin tekrarı olmayacak. Hepsi farklı alanlardan,
farklı konulardan, farklı kişiliklerden olacak. Bir süre sonra,
insanlar o sayfayı her açtıklarında Türkiye’nin farklı bir
köşesinden, farklı bir yaşanmışlık görecekler. Ve bunlar yan yana
konulduğunda, çok farklı bir Türkiye fotoğrafı oluşturacak. Ben
insanlardan onu beklemelerini rica ediyorum.
Okuduklarınız bir kurgu romana götürecek mi
sizi?
Bunu gerçekten bilmiyorum. Gazetecilerin özlemleri, hep kitap
yazmaktır. Kitap yazanların özlemi de, hep roman yazmaktır. Çünkü o
onun zirvesidir. Ama şimdiden onu söylemek çok zor. Benim yazı
serüvenime bakıldığında; evet haber yazarak başladım bu işe. Sonra
kitaplara dönüştü, şimdi bu tarz bir çalışmayla devam ediyor, ama
nereye gideceğini söylemek zor. Ben sadece, yazmak istiyorum. Evet
bu kadar basit. Çetin Altan’ın yıllar önce yazmakla ilgili bir
tanımlamasını okumuştum; “yazmak şehvettir” diyordu. Ben o zamanlar
galiba gençtim, bu sözün anlamını çok doğru bir şekilde
kavrayamamıştım. Şimdi baktığımda Çetin Altan’ın çok doğru bir şey
söylediğini derinden fark ediyorum ve ben de onu söylüyorum; yazmak
benim için şehvet. Bu kadar önemli benim için.
Bugüne kadar pek çok siyasetçinin portresini yazdınız.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hayatını yazmak sizi cezbediyor
mu?
Şu an da değil, çünkü şu anda masamın üzeri dolu. Hep şunu
düşünmüşümdür; Türkiye’de çalışan bir gazeteci için konu veya proje
sıkıntısı yoktur. Burası inanılmaz bir cennet. Konudan, röportajdan
bol bir şey yok. Benim de şu anda bir dolu iş çizelgem var. Ondan
sonra düşünebilirim. Ya da başka bir konu olabilir, bilemiyorum
Tayyip Erdoğan’ın hayatından iyi bir roman çıkar mı, böyle
sorayım o zaman?
Sadece Başbakanın değil, bence bütün insanların hayatından roman
çıkar. Önemli olan, nerden nasıl baktığınız ve nasıl yazdığınız.
Bildiğim kadarıyla, başbakan ile ilgili zaten şu ana kadar iki ya
da üç kitap çıktı. Değişik yönlerini anlattılar arkadaşlar. Ama
bence şu var, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaşam serüveni henüz dönüm
noktasına ulaşmadı. Zirvede şu anda. Bunun nereye doğru yol
alacağını, hiçbirimiz bilmiyoruz. Şu anda yazılacak bütün kitaplar
eksik kalabilir.
Demir Maskeli Leydi kitabınızda Tansu Çiller’in irtica
korkularını yazdınız. Çiller bugün siyaset sahnesinde olsaydı, zina
tartışmasında nasıl bir tavır takınırdı?
Onu, siyasette durduğu nokta belirlerdi. Çünkü kitapta da anlatmaya
çalıştım, Tansu hanım da bu ülkedeki siyasi geleneğin bir parçası.
Her zaman, her yerde, aynı düşünceyi, aynı biçimde savunan bir
nesilden gelmiyor. O nedenle, bu konuda ne söyleyeceğini o anki
duruşu, siyasi görüşü belirlerdi
Türk siyasetinde bugüne kadar sizce atlanmış, çok renkli
kişilikler var mı?
Siyasette herkes, her şey renkli. Aslında batıdaki
geleneğin bizde de yaygınlaşması gerekiyor. Bizde de, bütün
siyasetçilerin yaşamının, gelmişinin geçmişinin her şeyinin
didiklenmesi gerekiyor. Her şeyden önce, bu ülkede insanlar o
politikacılara oy veriyorlarsa, bilmek zorundalar. Biz de gazeteci
olarak onlara aracılık etmeliyiz, onlara bilgi sunmalıyız. Ha biz
bilgiyi sunarız, onlar değerlendirir değerlendirmez, bu onların
bileceği bir iş. Bizim misyonumuz bilgi vermekle sınırlı.
Son kitabınız ‘Hanedanın Son Prensi’nde Mesut Yılmaz’ı
anlattınız. Yıllarca Anavatan Partisi’ni takip etmiş bir gazeteci
olarak, şu anki Anap’ı nasıl okuyorsunuz?
Şu an itibariyle bakıldığında, yeniden canlanabilmesi için bir
mucize gerekiyor. Ben şuna inanıyorum; suların her zaman kendi
kanalından akması için bırakmak gerekiyor. Bir siyasi partinin
doğması, yaşaması, on yıllarca sürmesi kolay bir şey değil. Bu da
ancak, köklerinin sağlam olmasına bağlı. Eğer kökleri yeterince
sağlam değilse, derinlere nüfuz edememişse, herhangi bir fırtınada
zarar görmesi, yok olması son derece kolay. 12 Eylül’den sonra
Demirel “12 Eylül partilerinin hepsi yok olacak” demişti. Şimdi
geçmişe baktığımda, evet Demirel gerçekten doğruyu söylemiş. 12
Eylül’de, siyasetin kendi topraklarından beslenmeden kurulan
partiler bugün yoklar.
Özal ve ailesini iyi tanıyorsunuz. O dönem Özal ailesinin
şatafatlı yaşamı, Erdoğan ailesinin yaşantısı ile kıyaslanıyor.
Sizce de var mı böyle bir benzerlik?
Doğrusu böyle bir benzerlik var tabi ki. Ama ANAP iktidarıyla
kıyaslandığında, AKP iktidarı çok daha hızlı ilerliyorlar bence.
Şatafata, bir yandan ticaretle uğraşmaya, bir yandan eleştirilere
kulak tıkamaya ya da eleştirilere sert tepki göstermeye çok daha
hızlı başladılar. Hatırlarsınız, ANAP’ın grafiğinin aşağı doğru
inişi 89’dan itibaren başlamıştı. Burada, böyle giderse biraz daha
hızlı olacak gibi görüyorum ben. Tabi önemli olan, grafik aşağı
doğru inerken liderin bu durumu ne kadar toparlayabileceği. Özal o
yıllarda inişi görmüş, kendisini Cumhurbaşkanlığına taşımış ve
orada yeniden güç toplayıp dönme aşamasına gelmişti. Ciddi bir
siyasi manevraydı orada yaptığı. Bunu Erdoğan’ın da yapmaya
çalışacağı görülüyor ama bunun nasıl, hangi koşullarda
gerçekleşeceğini hep beraber göreceğiz.
Özal ve Erdoğan’ın birbirine en çok benzeyen yönleri
neler?
İkisinin de daha halk adamı olmaları, kendilerine çok
güvenen insanlar olmaları, aristokrat yapılarının olmayışı. İcraat
açısından öyle çok benzediklerini söyleyemem. Bir başka
benzerlikleri de, tek parti iktidarı olmaları. Ama Özal, evet son
sözü kendi söylerdi ama, yavaş yavaş etrafındakilerle konuşarak,
kamuoyundan gelen yankılara bakarak bir fikir oluşturur, ondan
sonra bir şey ortaya atardı. Tayyip Erdoğan’da böyle bir şey
görmüyorum. “Biz yaparız olur” diyorlar, ama sonra olmadığını
görüyorlar.
Biyografilerinizde siyasetçilerin soyağaçlarını da
çıkartıyorsunuz. Son günlerin ‘sebatayist’ tartışmasına katkıda
bulunacak mısınız?
Ben onların köken olarak nereden geldiklerini verdim kitaplarımda.
Mesela, Mesut beyin babaannesinin Beyaz Rus olduğunu anlattım,
doğru. Ama anlatırken, bunları asla farklı bir veriye
dönüştürmüyorum. Ben komplocu bir insan değilim. Tam tersine,
hayatın kendi tesadüfler mekanizmasının, bizim kendi yarattığımız
komplo teorilerinin hiçbirini aratmayacak kadar çarpıcı olduğunu
düşünüyorum. Bir yığın komplo teorileri üretiliyor. O öyledir, bu
dönmedir, ne oluyor Allah aşkına! Yani Türkiye’yi gizli gizli
yönetenler mi var, ne denmek isteniyor? Eğer bu insanların var
olduğu söyleniyorsa, ne yaptıklarının da açıklanması gerekir. Eğer
bir şey yaptıklarını söyleyemiyorsanız, anlamı yok bu tartışmaların
o zaman. Ben burada Rıfat Bali’nin durduğu yerdeyim. Bu ülkenin
vatandaşı olarak herkesin kökenini bilebiliriz, ama ötesinin bizi
ilgilendirmediğini düşünüyorum. Parçaları yan yana getirip bir
takım komplo senaryoları üretmek, insanı sağlıklı bir yere
götürmez..
Doğan Tılıç ile birlikte TV 8 ekranlarında eleştirel bir
medya programı yapıyordunuz. Program neden sona
erdi?
Bitmedi, tatile girdik biz. Ben yazılarımda, kitaplarımda mümkün
olduğu kadar, kavgaya girmeden derdimi anlatmaya çalışırım. O
programda da, gazetecilikle ilgili düşündüklerimizi söylerken,
insanları incitmeden, onları rencide etmeden söylemeye
çalışıyorduk. Bunun için de bir formül bulmuştuk, isimleri
söylemiyorduk. Eleştirdiğimiz kişinin ismini, gazetesini,
televizyonunu söylemeden eleştiriyorduk. Çünkü bizim oradaki temel
amacımız, o insanı aşağılamak, yüzüne vurmak değildi. Bizim temel
amacımız, bu hataların medyada tekrarlanmaması sağlamak, düzeyli
konuşmaktı. ‘Anlatsam Roman Olur’da da, ‘Çuvaldız’da da temel amaç
ne reyting, ne tiraj bunlar değildi. Almet Altan’a, ‘Siz çok satsın
diye mi yazdınız’ diye sorun. Büyük ihtimalle ‘hayır’ diyecektir.
Ama satmasından mutlu mu oldunuz, ‘tabi ki mutlu oldum’ diyecektir.
Bütün yazarlar ve gazeteciler için geçerlidir bu. Siz çok satsın
diye yazmazsınız, ama çok satarsa da sevinirsiniz.
Deneyimli bir gazeteci olarak, genç meslektaşlarınıza ne
gibi öğütler verebilirsiniz?
Gazetecilik, insanların tesadüfen, sadece sınavdaki puanlarıyla
seçilebilecekleri bir alan değil. İnsanların, eğer gerçekten
istiyorlarsa bu mesleğe girmelerini istiyorum. Giriyorlarsa,
donanımlarını iyi yüklenip, ondan sonra yola çıkmalarını tavsiye
ederim. Eğer donanımlarını yüklenmeden yola çıkarlarsa, yolda
hazırlanmak epeyce zordur. Hedeflerinden asla vazgeçmesinler
diyorum. Bir noktaya ulaşmaya karar vermişseniz ve ona
ulaşacağınıza inanıyorsanız; sıkılmadan, yorulmadan, o hedefe doğru
yürümeniz gerek. Gerçekten bıkmaz ve yorulmaz iseniz, sonunda
varırsınız. Mehmet Eroğlu diyor ki, ‘Büyük yetenekler değildir,
sadece büyük kitaplar yazanlar. Büyük disiplinle, büyük ısrarla
çalışan insanlardır. Yani sizin ne kadar yeteneğiniz olursa olsun,
düzenli biçimde çalışmazsanız sonuç alamazsınız. Eroğlu’nun güzel
bir cümlesi daha var, ‘Yazar edepsiz olmalı’ diyor. Yani, yazar her
zaman kendisine biçilen rolü oynayamaz, bu mümkün değil. Yazar,
zaman zaman kendisinden beklenmeyen rolleri de oynayabilir. Bunu
ben de düşünüyorum. Başa dönersek, ‘Anlatsam Roman Olur’ benim için
belki beklenmeyen bir şey olabilir, ama benim için beklenen bir
şeydi. Çünkü önemli olan,benim kendi içinde yaşadığım dönüşüm. Tabi
asıl önemli olan da, bütün resmim tamamlandığında ortaya çıkacak
olan tablo.
Travestilerden, ölü yıkayıcılara…
Ben şu anda, Türkiye’nin bilmediğim bir kentinde arabaların
teyplerini çalan bir çocukla yazışıyorum. Ya da İstanbul
sokaklarında travestilik yapan, evden dayak atıldığı için kaçmış ve
sonra travesti olmuş bir insanla yazışıyorum. İzmir’de, kocasından
dayak yemiş ve daha sonra inanılmaz trajik bir hayat yaşamış bir
kadınla yazışıyorum. Bu örnekleri çoğaltabilirim. Almanya’ya insan
kaçıran bir Türk’le de konuşuyorum, şu anda Amerika’da yaşayan ama
şu anda ölü yıkayan biriyle de konuşuyorum. Bingöl’de köyde
çobanlık yapan bir insanla konuşuyorum. Bu inanılmaz bir konu
zenginliği, benim yıllarca çalışıp elde edemeyeceğim şeyler.
Adnan Menderes’in ticaret örneği…
Başbakanın ticari faaliyetleri konuşulurken, Aydın Menderes
anlatmıştı. Adnan Menderes’in oğullarından biri Amerika’dan
Türkiye’ye dönüyor ve dönemin başbakanı olan babasına gidiyor.
“Baba ben bir şirket kurup ticarete atılmak istiyorum” diyor. Adnan
Menderes’in cevabı şöyle oluyor: “Oğlum o zaman beni alır satarsın,
ticarete girmeni istemiyorum.” Böylece oğlunun ticarete girmesini
engelliyor. Böyle bir başbakan ve bugün böyle bir başbakan…
“Düğünde gelen altınlar açıklanmalıydı!”
Sayın Başbakan, başbakan olmadan önce hakkında dava açılmıştı,
haksız mal varlığı edinme ile ilgili. O davada, tam hatırlamıyorum
ama 600 milyara yakın gibi bir miktarın ilk oğlunun düğününde
geldiğini söylemişti. ‘Allah daha çok versin’ dersin ama, şöyle bir
sorun var. Bu, siyasi nüfuzun altına dönüşmesi değil midir? Bunu da
sormak durumundayız. Mesela başbakan, en son kızının düğününde ne
kadar altın takıldığını açıklamadı. Bence açıklaması gerekirdi.
Eğer demokrasiden, şeffaflıktan söz ediyorsak, bütün bunları halkın
bilmesi gerekir.