Geçtiğimiz hafta rahatsız olduğum için evden çıkamadım;
hatta bu nedenle yazımı da yollayamadım.
Evde oturunca, doğal olarak bol bol televizyon izledim, kitap,
dergi okudum, az konuştum, çok düşündüm.
İyi de oldu aslında. Hastalık adeta tedavi etti beni. Kafamı
sakinleştirdi.
Bazen olayların kıyısında kalmak; hayata müdahil olmadan
akıp gidenleri gözlemek yararlı oluyor.
Kapsüllendiğiniz ortamdan kurtulup genişliyor,
özgürleşiyorsunuz.
Tam da Galatasaray vukuatının alevlendiği günlerde, Barak
Obama'nın hayatını anlatan bir belgesel izledim.
Bir tarafta kraldan çok kralcı geçinenlerin seçim sathı
mahalline girdikçe artan sevimsiz fotoğrafları; diğer kanalda
Obama'nın seçimlerde kullandığı klip vardı.
Dev uçurumlarla ifade edilebilecek anlayış farkı, bir zap
mesafesi kadar yakındı.
Seçimlerde kullanılan klip, etkileyici bir müzik ve uyuyan çocuk
görüntüleriyle başlıyor.
Sarışın, zenci, Latin, her yaştan bir dolu sevimli yavru, tatlı
tatlı uyuyor.
Fondaki seste şu sözleri duyuyorsunuz:
"Saat gece yarısı üç...
Çocuklarınız yataklarında huzur içinde uyuyorlar...
Mutlular...
Bu arada, dünyanın bir yerinde önemli bir güvenlik sorunu
yaşanıyor.
Ve, Amerikan Başkanı'nın telefonu çalıyor.
O telefona kimin cevap vermesini
istersiniz?"
Özet olarak deniliyor ki; "verdiğiniz her oy
çocuklarınızın geleceğini ilgilendiriyor. Yanlış adamı seçerseniz
onları tehlikeye atarsınız."
Zaten Amerikan seçim kampanyalarında çocukların, hatta
torunların geleceği iyi bir seçim argümanıdır ama nedense bu
söylem, bizde çok fazla kullanılmaz.
İşçisinden, memuruna, çiftçisine; herkes hesaba dahildir ama
çocuklar yoktur.
Oysa çocuk, yarınlarımızdır. Yarınlarımızın
fotoğrafıdır.
Aynı zamanda, uzun vadeli yatırımlardır.
Çocuk, gelecektir.
Geleceği planlamak demektir.
"Geleceği planlamak" ise bizim siyasi geleneğimizde yoktur.
Uzun vadeli planlar, programlar da öyle!
O gün ne gerekiyorsa o yapılır.
Birkaç teşvik, birkaç vergi affı, biraz zamla; Kılıçdaroğlu'nun
yaptığı gibi mangalda kül bırakmayan temelsiz vaatlerle ne kadar oy
kotarılıyor ona bakılır.
Vatandaş da çoğu zaman, milli iradeyi cüzdana tahvil eder.
Cebine ne giriyor, ona bakar.
Sonra ne olur?
Amerikalılar, dünyanın herhangi bir köşesinde meydana gelecek
bir sorunu çözmek üzere Başkan seçerken; biz liderlerimizi küçücük
stadyumlara hapsetmeye çalışırız.
Onlar, "O satıh bütün dünyadır" derken; biz, "hattı müdafaalar
yaratırız".
"Fırat kıyısında bir kuzu kaybolsa hesabı benden sorulur"
anlayışının mirasçıları olarak, insanlık adına dev projelere
odaklanmamız gerekirken; bir kaşık suda kopardığımız fırtınalarla
oyalanırız.
Ha bre kinlenip dururuz.
"Big brother"ın elini ülkemizden çekmediğinden yakınırız.
Senaryolar yazıp, ülkemizi bu senaryolara yönettiğini düşünür,
kızarız.
Ne var ki; kendi yolumuzu çizmeyi, büyük oyununun içinde olmayı;
hatta bu oyunu kurmayı başaramayız.
Oysa yapmamız gereken bu. Ve ülkemizi gerçekten güçlü bir aktör
yapmak için, hepimize iş düşüyor.
Önce beyinlerimizi dezenfekte edip bizi dibe çeken bütün
ağırlıklardan, önyargılardan kurtulmayı, ardından da silkinip
kalkmayı, kendimiz olmayı başarabilir miyiz sizce?