Eski DEP'liden Özkök'e zor öneri
Abone olEski DEP Milletvekili Sedat Yurttaş, Özkök'ün "Türkler ve Kürtler birlikte yaşamak zorunda mı?" sorusuna cevap verdi.
İNTERNETHABER.COM- Terör eylemlerinin arttığı şu
günlerde Ertuğrul Özkök'ün " Türklerle Kürtler birlikte yaşamak
zorunda mıyız?" sorusu yeni bir tartışmanın fitilini ateşledi.
Kimileri bu soru için Özkök'e kızarken kimileri de bu konunun
tartışılabileceğini söyledi.
Bir yanda her gün gelen şehit haberleri diğer yanda çözülmeyi
bekleyen Kürt sorunu... İnternethaber, eski DEP Milletvekili
Sedat Yurttaş ile Türkiye'nin gündemindeki terör ve Kürt sorununu
konuştu. Ertuğrul Özkök'ün yazısıyla ilgili çarpıcı açıklamalarda
bulunan Yurttaş " Özkök samimiyse önce Hürriyet'in logosundaki
Türkiye Türklerindir sloganını kaldırarak işe başlamalı" dedi.
Ertuğrul ÖZKÖK’ün 6 Temmuz 2010 tarihli “Birlikte yaşamak zorunda
mıyız“ yazısı ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Ertuğrul ÖZKÖK’ün “son 5-6 yıldır düşünerek” yazdığı
ve “80 yıllık ezberi” bozduğunu söylediği yazının, “samimi
düşünceleri olması şartıyla”, oldukça önemli.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve kimi Yargıtay
kararlarında sınırları çizildiği gibi, “sözcükler incitici,
rahatsız edici, hatta şoke edici dahi olsa” “eğer şiddet içermiyor,
şiddet çağrısı da yapmıyorsa” pekala dile
getirilebilmelidir. Bu anlamda Ertuğrul ÖZKÖK, gerçekten de samimi
ise, bunu kendi içindeki bir aydınlanma, kendini aşma olarak
değerlendirmek gerekir.
Ancak, bir; şimdiye kadar ki yazıları ve tutumuna baktığımda son
yazısı, diğerleri ile tutarlı durmuyor. İki; zamanlaması da yazıya
“kışkırtıcı” bir nitelik kazandırıyor. Nitekim ÖZKÖK’ten bir gün
sonra yazan Güneri Civaoğlu, ÖZKÖK’ün “gırtlak 9 boğum” diyerek
“Ege”den başlayarak dalga dalga insanlarımızın içlerinden
püsküren “lavları” Hürriyet’teki köşesine döktü.”
demektedir.
Gerçi yazının ilham kaynağı Orhan Bursalı’nın, yazdıklarını
okuyamadım ama sanırım geçmiş dönemlerde, “vur kurtul” yerine sanki
“ver kurtul” ikame edilmek isteniyor. Sonuçta ÖZKÖK’ün
yazısının örtülü bir saldırganlık içerip içermediğinin ispatı,
kendisine düşüyor.
Ya samimiyse?
Eğer samimiyse, ÖZKÖK işe Hürriyet’in logosundaki “Türkiye
Türklerindir” sloganını kaldırmak hiç zaman yitirmeden harekete
geçmekle başlamalı. Eğer samimiyse, Anayasanın başlangıç
ve ilk dört maddesi başta olmak üzere, eğitim düzenleyen 42 ve
vatandaşlığı düzenleyen 66. maddelerinin değiştirilmesinin
mücadelesini, yasanın dar sınırlarına bağlı kalmadan, elbette
korkmadan, hatta tıpkı İsa gibi, çarmıha gerilip
ölümsüzleşmeyi göze alacak bie şekilde çaba
harcamalıdır.
Yani samimiyet, sadece romantik ve de cesur cümlelerle gerçeklik
kazanmıyor. Samimiyet, gerçek anlamda demokrat, özgürlükçü ve
diğergam olmayı gerektiriyor.
Kimbilir! Belki de, İstanbul sermayesinin bir bölümünün,
TÜSİAD’ın, Sedat ALOĞLU’nun yüreklice ifadelerine destek çıkan bir
duruşun ifadesidir. Bunu da bekleyip görmek gerekir.
DÜNYADA BÖLÜNMELERİN ÖRNEKLERİ VAR
Bölünme tartışmalarına nasıl bakıyorsunuz?
Özellikle de şiddetin bu kadar arttığı bir dönemde, PKK saldırıları
devam ederken, bölünme tartışmaları ne kadar
doğru?
Öncelikle serinkanlı bakılmasında yarar buluyorum. Dünyada,
evet, bölünmenin de başarılı örnekleri var. Çek/Slovakya gibi.
hemen bölünmenin eşiğinde birlikte yaşama kararı çıkan
Kanada-Quebec gibi. 1992’lerde ilk gittiğim sırada “ulusal
baskı” değerlendirmeleri ile şaşkınlığa düştüğüm Belçika’da
Volanlar ile Flamanların oluşturdukları konfederasyon gibi. Buradan
çıkardığım sonuç. Kesin olarak açıkça ve korkusuzca
tartışabilmeliyiz.
Bir anımı aktarmamda yarar var sanırım. 1992 yılı ortalarında,
Ankara’da Bakan Yıldırım AKTUNA’nın düzenlediği Politik Psikolojik
Merkezi toplantılarına HEP (Halkın Emek Partisi) adına milletvekili
olarak katıldım. Toplantıya siyasi partilerin temsilcileri ve bazı
üniversitelerden akademisyenlerin yanı sıra, Genelkurmay’dan 7 ve
MİT’en de 3 kişi katılmıştı. Gerçi ilk gün öğleden sonra,
parlamentoda temsil edilen siyasi parti milletvekilleri
“Ankara’da sevr anlaşması yapılıyor!” gerekçesiyle
terk etmişlerdi ama yine de, MİT adına katılan biri, “gerekçeleri
belirtilmek kaydıyla, bağımsız Kürdistan’ın dahi
savunulabileceğinin” altını çizmişti.
Yine de, tartışmaların zamanın ruhuna uygun olmadığının
kanaatindeyim. Tartışmalar sanki “gına geldi” cilerin, “ne yapsak
yetmez” cilerin, kısacası Kürtleri hak ve özgürlük sahibi bir halk
olarak görmeyi asla sindiremeyeceklerin, adeta dolaylı bir dille
yeni kıyımlara davetiye çıkarma çabasını içeriyor
gibi.
Şurası da bir gerçek ki, eğer Kürtlerin hak ve özgürlüklerini verme
korkusu olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti şimdiye kadar çoktan
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik şartındaki çekinceleri kaldırdığı
gibi, ona uygun idari yapılanmaya da geçmiş olurdu,
düşücesindeyim.
Sivil Toplum Örgütlerinin çağrılarına ne
diyorsunuz?
Kürtlerin artık çatışmalardan bıktığını, ölüm görmek istemediğini,
şiddeti bir hak arama aracı olmaktan çıkmasını istediğini, hak ve
özgürlüklere giden yol haritasında, siyasal zemini demokratik araç
ve yöntemleri görmek ve kullanmak istediğini, açılımın gerçek
anlamda yürütülmesi isteğini çıkarıyorum.
SORUN FASILLARLA ÇÖZÜLMELİDİR
Peki açılım sizce nasıl devam edecek?
Sanırım açılım, biraz konuya çok az vakıf olanların
zücaciye dükkanına dalması şeklinde oldu. Oysa, kısa bir
süre önce oluşturduğumuz, DİTAM (Dicle Toplumsal Araştırmalar
Merkezi) nden arkadaşımız, Dicle Üniversitesi Öğretim görevlisi
Doç.Dr. Rüstem Erkan’ın belirttiği gibi, “tıpkı AB
sürecinde olduğu gibi sorun fasıllarla çözülmelidir.”
Sözlerinden hareketle ekliyorum.
Kürt sorununda, hemen şimdi “şiddet faslı”nı nasıl sona
erdirebiliriz?
Barış faslını nasıl açabiliriz?
Dil faslında, hangi özgürlükler sağlanabilecek?
Kültür faslının sınırları nereye uzanacak?
Her zaman açık tutulması gereken “Kardeşlik faslı”nda neler
yapılabilir?
Tam da bu sırada Genel Kurmay Başkanı Başbuğ: “Ya
milletvekilinden ayrıl git ya da Anayasa'nın gerekliliklerini
yerine getir" dedi.” Buna ne diyorsunuz?
Başbuğun sözleri, Doğan GÜREŞ’in 2 Mart 1994 sivil darbesi
öncesindeki çıkışı ile aynı karakterde. TBMM Başkanı M.
Ali ŞAHİN’in hemen ardından yaptığı “Bu yüce çatı altında
görev yapan her milletvekili arkadaşımız yapmış olduğu yemine sadık
kalmalı ve bu yemine göre davranmalıdır" sözleri sanki
GÜREŞ-ÇİLLER konseptine dönüş işaretleri taşısa da, Sayın GÜL’ün
hemen “Bunlar tamamen hükümetin bileceği şeyler"
uyarısında bulunması, geçmişte olduğu gibi Genelkurmay Başkanının
ardında saf tutulmayacağını da gösteriyor.
Diğer taraftan, BAŞBUĞ’un hakkında 9 kez ağırlaştırılmış müebbet
hapis cezası istenen Albay Temizöz’e yönelik sözleri, Anayasa madde
138’in yanı sıra Yargı görevi yapanı etkileme başlıklı TCK 277.
maddeye göre 2-4 yıl hapis cezası gerektiren suça konu olurken;
BDP’li Milletvekillerine yönelik sözlerinin siyasi niteliği de,
Askeri Ceza Kanunu m. 148 anlamında üst sınırı 5 yıl olan bir suça
konu oluşturmaktadır.
Abdullah ÖCALAN “Ben karışmam!” diyor, buna ne
diyorsunuz?
Muhatap olarak beni almak durumundasınız demek istediği çok açık.
Görüldüğü gibi, süreç de söyleneni doğrular nitelikte
gelişiyor.
İstanbul’da sivil masum bir kadın, beri yandan aynı aileden
ikinci Kürt genci asker olarak ölüyor? Bu ölümler nasıl son
bulacak?
Sivil masum ölümler başta olmak üzere bütün ölümlere dur diyecek
gür ve ortak bir ses çıkarmalıyız. Duyulsa da duyulmasa da, uyulsa
da uyulmasa da, ilk ve sürekli bir kararlılık içinde yapacağımız
samimi çağrı budur. Tam da bu noktada birlikte yaşamı yeniden
kurmanın her zamankinden çok daha fazla sebebinin olduğunun,
anlaşıldığı kanaatindeyim.
Ayrıca, özellikle Sayın ERDOĞAN’ın ya sıradan bir siyasetçi
ve Başbakan olmakla, ya da büyük devlet adamı olarak tarihsel bir
görevi yerine getirmek, arasında seçim yapmak zorunda kaldığı bir
dönemi yaşamaktayız. İkincisini tercih edecek ise, anlık
ancak çok da zor olan engelleri aşıp Kürt sorununu çözecek idareyi
göstermeyi, yukarıda değindiğimiz “fasıllar” çerçevesinde adım
atmayı şart kılar