Erdoğan Özal'a mı benziyor Menderes'e mi?
Abone olMarmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölüm Başkanı Prof. Dr. Cengiz Anık ile 30 mart 2014 Yerel seçimleri hakkında konuştuk.
NESRİN YILMAZ
İNTERNETHABER.COM-ANKARA
Hemen her mitinginde Menders dönemini örnek gösteren Başbakan Erdoğan'lı AK Parti dönemi aslında Menderes dönemiyle mi yoksa ANAP dönemiyle mi daha benzer?
ANAP nerede hata yaptı, AK Parti nelere dikkat etmeli?
Miting alanlarında siyasilerin birbirlerine karşı kullandıkları bu keskin dil ülkeyi nereye götürecek?
Seçmen ortaya çıkan ses kayıtlarından
ya da kasetlerden ne kadar etkileniyor?
Aslında bu bir yerel seçim mi, seçmen 30 Mart'ta neyi oylayacak?
Bütün bu soruların yanıtlarını Prf. Dr. Cengiz Anık sizler için
cevapladı...
Başbakan'ın miting meydanlarında sürekli Menderes'i örnek vermesini
"Başbakan, bir tür ruh çağırıyor. Umut ediliyor olmalı
ki, Rahmetli Menderes’in ruhu siyasal arenaya inecek ve AK Parti’ye
seçim meydanlarında himmette bulunacak." diye açıklayan
Cengiz Anık, AK Parti ile ANAP'ın konjonktürel
olarak daha benzer olduğunu söyledi.
Liderlerin seçim meydanlarında kullandığı sert dilin kendilerine
bir faydası olmayacağını söyleyen Anık, Başbakan'ın Fethullah
Gülen'i muhatap olarak görüp cevap vermesinin doğru olmadığını
söyleyerek, "muhatap alınmayı hak etmiyor"
dedi.
Ortaya çıkan ses kayıtlarının seçmeni çok fazla etkilemediğini
belirten Cengiz Anık, AK Parti'nin oy oranının yüzde 40'ın üzerinde
olabileceğini CHP'nin ise yüzde 30'u geçemeyeceğini söyleyerek bu
süreçte en "karlı" çıkan partinin BDP olduğunu şu sözlerle dile
getirdi:
"Bence, BDP ve onun genç eş başkanı bırakıyor. İlk defa BDP
bir siyasi parti gibi olmanın keyfini sürüyor."
İşte Prf. Dr. Cengiz Anık ile
yaptığımız 30 Mart seçimlerine dair en kapsamlı
röportaj...
-Neden Başbakan sürekli Menderes dönemini örnek gösteriyor
meydanlarda? Size göre, AK Parti dönemi, Demokrat Parti dönemine
mi, yoksa ANAP dönemine mi daha çok benziyor?
BAŞBAKAN RUH ÇAĞIRIYOR
Sayın Başbakanımız, Demokrat Parti dönemini örnek göstermekle aslında, biraz tuhaf bir benzetme olacak ama, bir tür ruh çağırıyor. Umut ediliyor olmalı ki, Rahmetli Menderes’in ruhu siyasal arenaya inecek ve AK Parti’ye seçim meydanlarında himmette bulunacak.
DEMOKRASİYİ İĞFAL ETME PAHASINA MENDERS'İ KATLETTİLER
Yani, ülkemizin demokrasisini iğfal etme pahasına, Sayın Menderes, sivil ve askeri bir cunta tarafından katledilmişti. Menderes hepimizin yüreğinde bizim demokrasi şehidimizdir. Dolayısıyla, Türk demokrasi tarihinde bir ikonadır. Şayet bugün, seçmene şunu inandırabilirseniz; “benim de siyaseten katlime fetva vermiş bir cunta var. Beni bir tek siz kurtarabilirsiniz. Beni desteğinizden mahrum bırakmayın ki, beni infaz etmeye cesaret edemesinler”, seçmenin size daha fazla teveccüh göstereceğini umut edebilirsiniz.
ANAP VE AK PARTİ DÖNEMİ BİRBİRİNE DAHA FAZLA DENK DÜŞER
Bu mağduriyet söyleminin seçmen nezdinde her zaman bir karşılığı vardır. Ama bu eşleştirme; AK Parti ile Demokrat Parti’yi, Sayın Menderes ile Sayın Erdoğan’ı siyaseten de, sosyolojik olarak da yan yana getirmez.
Rahmetli Özal ile Sayın Erdoğan tam olarak denk düşmese de, ANAP ile AK Parti, konjonktürel bakımdan birbirine daha fazla denk düşmektedir. Hem siyasal söylem hem de siyasal işlev açısından böyledir ama Erdoğan ve AK Parti, Özal ve ANAP’tan kıyas kabil etmez düzeyde daha fazla şanslıdır.
Özal’ın “orta direk” söylemi, asırlık rüyamız olan “milli burjuva” özlemini yansıtıyordu. Buna göre bir ticari burjuvazi var olacak, bu sayede öncelikle ticari kapitalizm aracılığı ile ekonomik teraküm gerçekleştirilecek, arkasından siyasal temerküzle siyasal güç tahkim edilip gerekli olan siyasal kurumlar ihdas edilecek, gereksiz görülenler ortadan kaldırılacak ve nihayet, kendiliğinden oluşan demografik birikim, belirli bir sosyo kültürel kodifikasyona gayri ihtiyari maruz kalacak.
ÖZAL'IN PARADİGMASI ŞUYDU:
“Milli burjuvazi” ya da “muasır medeniyet” dediğimiz proje esasında bu söylediğimizden ibaret bir hedeftir: Cumhuriyet tarihinde ilk defa, “orta direk” söylemiyle Özal kendisini ekonomik açıdan bu hedefe adamıştı. Ayrıca “dört eğilim” söylemi, siyasal katılıkların buharlaşması gerektiğine yönelik bir telkindi. Görünürde, “farklı düşensek de bir arada olabilir, aynı hedefe kilitlenebiliriz” telkiniydi ama aslında, “hepimiz biriz, bizim dışımızda kimse yok, olmasına gerek de yok” anlamına gelecek, bize özgü bir siyasal totalitarizmdi."
PROJE MÜKEMMELDİ AMA...
Proje mükemmeldi, teori harikaydı ama kör olası olgu ve toplumsal gerçekliğimiz bu hevesleri onaylamadı. Vatandaş olarak bu projenin bizde karşılığı pek olmadı. Elbette belirli bir mesafe alındı ama ne ekonomik olarak milli burjuva hedefine yaklaşıldı ne siyaseten kalıplaşmış bürokratik mekanizmalar yumuşatılabildi ne de sosyo kültürel değer dünyaları, incir gibi erginleşiverdi.
Dolayısıyla Özal dönemi, bizim iki yüzyıllık garplılaşma serüvenimizin sancılı bir prematür doğumu idi.
PARALAR AKTIKÇA TARİKATLAR EKONOMİK OLARAK HIZLA PALAZLANDILAR
Birincisi, ittihat terakki tarzı devletçi icraatların, hemen hemen her kesimde işkencelerinin izleri vardı. Adeta bir yanardağ gibi bu hınç birikmişti.
İkincisi ve asıl en önemlisi şuydu: “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikincini ister, onun gözünü toprak doyurur” mealindeki dini telkinlerin bir ürünü olan, İSLAMİ İNFAK KURUMU; orijinal hali ile, ekonomik terakümü engelleyen bir mekanizma idi. Fakat zaman içinde pek çok cemaat ve hatta camia için bu telkin, kapital biriktirme aracı haline dönüştü. Küçük küçük (ayni veya nakdi yardım, bağış, zekat, fitre, sadaka v.s.) oranlardaki dini hibeler, bir havuzda toplandığında ciddi rakamlara ulaştı. Özellikle 80’lerden sonra büyük kentlerde üniversite okumaya gelen çocuklarının akibetinden kaygı duyan mütedeyyin aileler, bu havuzlara tasarruflarından daha fazla hibeler akıtmaya başladılar. Paralar aktıkça bazı tarikatlar ekonomik olarak hızla palazlandı."
O SICAK PARA ŞOK ETKİSİ YARATTI
Bu arada Demokrat Parti döneminde başlayan, bazı cemaatler için takdir edilen siyasal ulufelerin 1980’lerden sonra alabildiğine kabardığını unutmayalım. En son şunu biliyoruz. 28 Şubat postmodern darbesinden hemen önce, satılığa çıkartılan bir demir çelik fabrikasını satın almak için, bir camiaymış gibi işadamlarını örgütleyen yarı cemaat özelliğini haiz bir derneğin, dudak uçuklatan miktarda bir sıcak parayı ortaya koyması, Türkiye’de şok etkisi yarattı ve 28 Şubat darbesinin zaruret haline gelmesine neden oldu. Hiç kuşkusuz ki 28 Şubat, bu ekonomik birikimi talan etmeyi başaramadı. Zira ticari kapitalizmin varlığının kayıt dışılığa muhtaç olduğu gerçeğine tosladı. Sözünü ettiğimiz ekonomik birikim kayıt dışıydı. Kimse, bir yerlerde, kayıt dışında biriktirilmiş paraları bulamadı; Kombassan, Yimpaş gibi birkaç örnek görmezden gelinirse. İşte tam olarak bu ekonomik birikim, AK Parti’nin sağladığı güven ortamında ekonomiye aktı ve bugün anlayabiliyoruz ki, ülke ekonomik açıdan iflas bayrağını çektiği 2000’lerin başında, AK parti ile birlikte birden bire zirveye doğru tırmanışa geçti.
İLK DEFA TÜRK SİYASİ TARİHİNSE YÜZDE 80'LERİ BULAN TASFİYE
AK parti için çok uygun konjonktürleri var etmiş olan üçüncü etkenler siyasal alanla ilgili ve pek çok çeşidi var. Bir kere insanların ideolojik katılıkları gerçekten de buharlaştı. Özgürlükler ve insan hakları hiç olmadığı kadar yüceltildi. Geleneksel medyanın yeni medya tarafından neredeyse ikame edilmesi, yeni ve küresel bir birey yarattı. Artık kimse birilerinin telkinlerine sadakat göstermek zorunda değildi. Üstelik bu yeni lümpen bağımlılıklar, nefisleri çokça okşayan bir şımarıklıkla ödüllendiriliyordu. Kuşkusuz ki, Türkiye için en önemli aşama, 28 Şubat Darbesi ile kaybedilmiş olanların, herkesin ama istisnasız her kesimin yüreğine kor bir alev olarak düşmesi, en azında iç kıyıcı bir sızı olarak damlamış olmasıdır. Türkiye artık yeni bir darbeye asla ve asla tahammül edemezdi ve ne pahasına olursa olsun bu ihtimali tümüyle ortadan kaldıracak bir siyasal organizasyon, gene ne pahasına olursa olsun iş başına gelmeliydi. İşte, AK Partiyi, o kadar kısa sürede, bu denli muazzam bir makama oturtan kamusal duyarlılığın arkasındaki en önemli muharrik güç budur. Nitekim Cumhuriyet tarihinde ilk defa, Türkiye yüzde 80’leri bulan bir siyasi tasfiyeye tanıklık etti.
PARA VE KAZANCIN DİNİ, İMANI, MİLLETİ KALMAMIŞTIR
Gözlerden kaçan diğer bir dördüncü faktör sosyo kültürel değer
dünyası ile ilgilidir. Para kazanma ve ticari işbirlikleri
için şart koşulan; milli, ideolojik ve en önemlisi de dini
hassasiyetler, 2000’li yıllardan sonra tümüyle ortadan
kalkmıştır. Para ve kazancın dini, imanı, milleti
kalmamıştır. Ortada kazanılacak para varsa, en başta dini inançlar
olmak üzere geriye kalan her şey teferruat haline gelmiştir. 500
yıldır her zaman, burjuva, bir toplumdaki en dindar kesim olmuştur.
Weber ve Sombart bunları yüz yıl kadar önce yazdığı için değil,
daha evvelden beri öyledir. AK Parti, bu dini değerlerin tecessüm
ettiği bir parti olmasından ötürü de çok büyük bir cazibe merkezi
haline gelmiştir. Kuşkusuz ki “ılımlı islam”
profiline en uygun siyasal organizasyon olma özelliklerine de
sahiptir. Bununla birlikte, ekonomik niyetlerle uzlaştırılmış dini
inançların siyasi arenada tebarüz etmesinden de asla ibaret
değildir.
ÇAPULCU, AYYAŞ GİBİ TABİRLER HAYAL
KIRIKLIĞI YARATTI
AK Parti, “dindar adam yolsuzluk, hırsızlık, ahlaksızlık,
yapmaz” diyenlerin, Hatta “dindar adam benim gibi
nefsine mağlup olmaz” diye kendine eziyet edenlerin de
umut bağladığı bir siyasal partidir. Bu yüzden “çapulcu”,
“ayyaş” gibi tabirler, bu denli hayal kırıklığı yarattı.
Çünkü Sayın Erdoğan, İstanbul’un kıyılarına itilmiş
‘getto’lara, hatta “günah
yuva”larına bile ilgi gösteren ilk siyasetçi ünvanını
haizdir ve oradakiler bu lütufkarlığa bir armağan olarak onu hep
desteklemiştir.
TEK FARK ANAP ZAMANINDA KONJONKTÜR UYGUN DEĞİLDİ
Birkaç faktör daha var ama şimdilik bu kadar yeterli. Sonuç olarak bu dört faktör AK Parti mucizesinin arkasındaki muharrik gücü oluşturmuştur. Bu haliyle AK Parti’nin, eşraf oligarşisinin var ettiği bir siyasal organizasyon olan Demokrat parti ile belirgin bir bağını kurmak mümkün değildir. AK Parti’nin çok açık bir biçimde ANAP’la, söylem ve proje bağı vardır. Tek fark şudur: ANAP zamanında konjonktür uygun değildi. Ama AK Parti hemen her şeyi ve böylesine uygun koşulları kendisinin emrine amade buldu. Dolayısıyla, zihinlerdeki taslaklar ile sosyolojik gerçekliklerin bu denli iştahla buluşup kaynaşması, AK Parti’nin başarısını bir mukadderat haline getirmiş oldu.
-Şu an Türk siyasi tarihinde çok farklı bir dönem
yaşıyoruz, bu dönem AK Parti'nin oylarını sizce ne kadar
etkileyecek?
AK PARTİ YÜZDE 40'IN ÜZERİNDE
OLABİLİR
"Görünen o ki, çok ciddi bir etki yaratmayacak. Benim tahminim AK Partinin oyunun yüzde 40’a yakın ya da bir veya iki puan üstünde olması. CHP hiçbir biçimde yüzde 30 barajını aşamayacak ve bana göre yerel seçimden sonra Sayın Kılıçdaroğlu; eğer olacaksa cumhurbaşkanlığı seçiminden önce, siyasal bir kızağa oturtulacaktır. Onu nereye taşır bilemem ama kızak, onu mutlu edecek bir yörüngede görünmüyor. MHP ve Bahçeli bana göre bu seçimde ilk defa oldukça iyi bir performans sergiliyor, belki de cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin hesapları olduğu için ama sanıyorum, Cumhurbaşkanlığı seçimleri onun da bir eşiğe doğru taşınmasına neden oluyor. Bu arada kimse fark etmiyor ama bu seçimlerde zihinlerde en iyi izlenimleri, bence, BDP ve onun genç eş başkanı bırakıyor. İlk defa BDP bir siyasi parti gibi olmanın keyfini sürüyor."
TEK AMAÇ, ERDOĞAN'IN CUMHURBAŞKANI OLAMAYACAĞINI GÖSTERMEKTİ
Bütün bu tahminlerin içinde kesin olan bir şey var: 30
Mart yerel seçimleri kimlerin belediye başkanı seçildiğini
kayıtlara sadece resmi olarak geçirecektir. Gerçek anlamıyla bu
seçim, Sayın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını garantilemesini değil,
Cumhurbaşkanı olma ihtimalinin nasıl ortadan kaldırıldığını
göstermesi bakımından tartışılacaktır. Galiba amaç da
buydu: Kendi çevresinde de, dışarıda yer alanlar da, Sayın
Erdoğan’ı nasıl cumhurbaşkanı yapmayacaklarını bu sayede
deneyimleyecekler.
ACABA CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ YAPILMASA
NE OLURDU?
Yani bu seçim, AK Parti ve diğer partiler arasında değil,
kim neresinden bakarsa baksın, bu seçim; Recep Tayyip Erdoğan ile
onu hazzetmeyen içerideki gizli muhalifler ile dışarıdaki
hasımların oluşturduğu koalisyon arasında yapılan bir seçimdir.
Amaç ise Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Acaba diyorum, bir
mucize olsa da Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılmasa ve bütün
hesaplar suya düşse neler olurdu?
-1989 seçimlerinde hezimete uğrayan ANAP nerede hata yapmıştı, bu dönemi onunla kıyaslayabilir miyiz? Benzerlikleri neler, farklılıkları neler?
ANAP SİYASİ ÖMRÜNÜ TAMAMLAMIŞTI
Bana, o dönemlerle bu dönemler arasında bir ilinti yokmuş gibi geliyor. O dönemlerde ANAP siyasi ömrünü tamamlamıştı. Bu dönemin özelliği, siyasi partilerin ömrü veya işlevi ya da becerileri yahut da hataları, kusurları ile ilgili değil. Bugünün siyasal arenasında seçmen, AK Parti ile diğer alternatif siyasi oluşumlar arasında bir tercihe zorlanmıyor. Cumhuriyet tarihinde ilk defa ,saf tutma konusunda seçmenin kafası karışık. Kim ne derse desin şu anda ne AK Parti’nin alternatifi bir siyasi parti var ne de onun Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eline su dökebilecek bir siyasi lider var. Dolayısıyla o dönemlerde siyaset yapan siyasi liderlerle siyasal organizasyonları bugünküler ile kıyaslamak asla mümkün değildir.
-Erdoğan'ın dili gittikçe sertleşiyor, bunu bilerek mi yapıyor, bu bir seçim stratejisi mi? Bir iletişimci olarak meydanlarda bu kadar sert bir dil kullanılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
"HOCA" BAŞBAKAN TARAFINDAN BU KADAR CİDDİYE ALINMAYI HAK ETMİYOR
Evet. Feci bir siyasal dil kullanılıyor. Cumhurbaşkanı adayı olarak kendini tasarlayan bir liderin bundan daha vahim bir hatası olamaz. Bir kere, ne olursa olsun, bir “hoca”nın bu denli siyasete malzeme yapılması yanlış. O bir siyasi rakip değil. Ayrıca Türkiye’de olup bitenlerin hepsini tasarlayacak kadar güçlü bir gerçek ve tüzel kişilik de değil. Bu işte belki taşeron anlamı taşıyacak görevler tevdi edilmiş olabilir ama, onu bu kadar siyasete malzeme yapıp büyütmenin ve yüceltmenin çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu kadar ciddiye alınmayı hak etmiyor zira.
-Siyaseten faydası olur mu?
Hayır. Nasıl ki “hoca”nın bir siyasi partiye
göstereceği husumetin seçmen nezdindeki nicel karşılığı yüzde 3
bile değilse, onu karşına dikip hedef haline getirmenin sağlayacağı
siyasal getirinin nicel karşılığı da yüzde 1 (bir) bile
olmayacaktır.
-Kılıçdaroğlu da çok sert, yani herkes çok sert bir dille yükleniyor rakibine, nasıl değerlendirmek lazım?
KILIÇDAROĞLU'NUN KESKİN DİLİ ERDOĞAN İÇİN AVANTAJDIR
Sayın Kılıçdaroğlu’nun, bu ülkenin Başbakanı için, ortalama bir vatandaşın bile ağzına yakışmayan ifadeler kullanması çok elimdir. Bakın açık söylüyorum: Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Başbakanı ünvanını taşıyan bir manevi şahsiyeti, Kılıçdaroğlu’nun bu denli tahkir ve tezyif etmesi, Sayın Erdoğan için siyasi bir avantajdır. Bundan hicap duyanlar, mağduriyet duygusuyla Sayın Başbakana siyaseten sahip çıkacaklardır. Üstelik de, ne idüğü belirsiz ve yasa dışı bir dinleme isnat alınarak bu dil kullanıldığından, vicdanlar daha çok kanamaktadır. Zira bizzat CHP de yasa dışı dinlemelerden canı çok yanmıştı. Kamuoyu bunu iyi biliyor.
Meydanların kalabalık olup olmaması seçim sonucunu ne kadar etkiler? Çok kalabalık çok oy mu?
SİYASİ PARTİLER MİTİNGLERDEN VAZGEÇMELİ
Meydanlardaki kalabalık belirleyici bir biçimde siyasi partinin teveccühüne ölçü değildir. Ben bu kalabalıkların belirli bir suskunluk sarmalı yaratılarak, seçmende “ben de kazananın yanında yer alayım” duygusu telkin ettiğine de inanmıyorum.
Esasen, şu feci bir kirlilikten başka bir anlamı olmayan; sokaklardaki bağırış çığırışlardan, her yeri bayraklarla karartmaktan ve en çok da trafiği büyük kentlerde linç eden miting, konvoy ve çirkin gösterilerden bence siyasi partiler bir an evvel vazgeçmeli. Nitekim üç beş eli boş partiliden başka bu tür etkinliklere ilgi gösterene de rastlamadım.
Türk siyasi tarihine baktığımızda, 30 Mart 2014 seçimleri için "özel" diyebilir miyiz?
TÜRKİYE BU SEÇİMDEN SONRA BİR EŞİKTEN GEÇECEK
Evet, hem de çok özel bir seçim, en özeli hatta. Ne kadar farkındayız bilmiyorum ama Türkiye bu seçimden sonra bir eşikten geçecek. Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve tarihimizdeki ilk sivil anayasa dahil, siyasal kurumlarla ilgili çok radikal değişimlere kadar bir süreç başlatabilir. Ya da tersine bazı projeksiyon ve akabindeki organizasyonlarla siyasete nasıl yön verildiğine dair kaygı ve kuşkuları güçlendirebilir. Ama benim tahminim ikisinin ortası. Yani, siyaseten var olan bir nesnel gerçekliğe rağmen bazı tasarıları hayata geçirmek imkansızdır. Aynı şekilde hiçbir zaman siyaset kendi doğal mecrasında işlemez ve her zaman şu veya bu biçimdeki, şu veya bu dozdaki müdahalelere maruz kalır.
-Kasetler üzerinden götürülen algı yönetiminin, seçmenin sandıktaki tercihini etkileyeceğini düşünüyor musunuz? Etkili olması halinde bu seçimlerin meşruiyetini tartışmalı hale getirir mi?
KASETLER SONUÇLARI SANILDIĞI KADAR ETKİLEMEYECEKTİR
Etkileyecektir ama sanıldığı kadar değil. Yani şu kadar ki, şayet AK Parti’ye karşı bir antipatiniz varsa, kasetler sizin bu duygularınızı keskinleştirecektir. Sempatiniz varsa ve yeterince direnç kazanmanızı sağlayacak argümanlara sahipseniz, siyasal kanaatinizde köklü değişiklikler olmayacaktır. Daha doğrusu bu tür algı organizasyonlarının etkilerine biz “katalizör etki” deriz. Varolanı bu tür girişimler güçlendirir, safları sıkılaştırır ama çok köklü tutum değişiklerine neden olmaz. Nitekim, görünen o ki seçim sonuçları bu söylediklerimizi teyit edecek bir nicelik ortaya koyacak. Dolayısıyla, meşruiyet konusu; seçimlerden sonra kıyasıya tartışılacak ve hatta kıyıma mesnet teşkil edecektir.