Engin Ardıç'ın erotik itirafları
Abone olAkşam'dan Şebnem İyinam ile bir söyleşi yapan Engin Ardıç, bugüne kadar sır gibi sakladığı bir gerçeği açıkladı. Meğer Ardıç, uzun bir zaman erotik yazılar yazmış.
Basın tarihinin en ilginç kitaplarından birinin sahibidir Engin
Ardıç. Doğru Söyleyeni Dokuz Köyden... 1988 baskı tarihli bu kitabı
her hatırladığımda bende tuhaf bir ürperti yaratır, eşi benzeri
yoktur çünkü. Sadece baş taraftaki kısa, ama çok sarsıcı bölümün
dili için, rahatlıkla gizli kamera dili diyebilirim. Basın tarihi
içinde erken bir çıkış... O kitabın ardından defalarca kitap
yayımlamış olmasına rağmen, bu ilk kitabın biricikliği, Engin
Ardıç'ın kendini tekrarlayıp, kendi kendini imha etmeyecek kadar
zeki bir adam olduğunu da düşündürmüştür hep bana. Ekran dışında,
bu benim onu ilk görüşüm. Kırılgan bir adam olduğundan hiç şüpheniz
olmasın. Belki de bu yüzden hayatla sevgi-nefret ilişkisi içinde.
İnsancıl, göründüğünden iddiasız ve 'yaşayan' bir adam. Üstelik
kalemi var.
Engin Bey, farkında mısınız, kimse size karşı kayıtsız
değil, herkesin kafasında bir Engin Ardıç var. Siz de kayıtsız
değilsiniz, ama dışardan bakılınca, sizde genel olarak 'her şeyi'
küçümseme havası seziliyor. İstisnalarınız neler?
'İmaj hiçbir şeydir, susuzluk her şey' var ya, benim durumum tam
tersi. Üzülüyorum tabii, daha iyi anılmak isterdim, demek ki
becerememişim. Bizim insanımız o kadar iki yüzlü ki, sabahtan
akşama kadar küfür eder, sizi ederken görünce 'Aaa' yapar.
Türkiye'de insana birtakım etiketler yapıştırılır ve o etiket
çıkmaz. Sevdiğim, beğendiğim pek çok şey yazdım, ama onlar akılda
kalmaz nedense. Televizyonda bir-iki kere eşek, hayvan mı dedim,
hayatımın sonuna kadar din ve ahlak sohbetleri yapsam, ekranda
çıkıp Kur'an da okusam, 'Küfürbaz adam' etiketi üzerimden
çıkmayacak mesela. İmaj öyle, ben değilim. Sosyal demokratlar eşek
lafını duydular mı irkiliyorlar mesela. İyi aile çocuklarının hiç
şansı yok halbuki bu ülkede. Nasıl başedecekler? Mesela Tayyip
Erdoğan'la. En az onun kadar Kasımpaşalı, en az onun kadar imam,
onun kadar futbolcu olacaksın icabında.
Cem Uzan'ı nasıl bilirsiniz?
Birçok hasleti ve çok hatası olan bir adamdır. Yüzüne
söyleyemediğim şeyleri arkasından konuşmak istemem; zor
durumdayken...
Neden söylemediniz?
Çünkü dinlemez, çocuksudur. O tarihte bana 'Parti kuruyorum, ne
dersin?' demiş olsaydı, 'Kurma, böyle saçma bir parti olmaz'
derdim. 2001 yılı Şeker Bayramı'nda, ayıptır söylemesi Paris'te,
beraber son yemeğimizde bana 'Yahu ben bu memleketten sıkıldım,
Fransa'ya yerleşeceğim, bir şato alacağım, şarapçılık yapacağım'
demişti.
Siz nasıl karşılık verdiniz?
'Çok iyi fikir, şatonun bahçesinde bir müştemilat, bahçıvan
kulübesi gibi bir yer var mı, ben de orada yatar kalkarım' dedim.
'Tabii, ne demek? Odan hazır, ne zaman istersen' filan dedi. Asıl o
tarihte bizim birlikte bir Atatürk filmi projemiz vardı. Yönetmen,
yapımcı ciddi ciddi görüşmelere başladık. Rol için de Anthony
Hopkins düşünülüyordu, ben Ed Harris'te ısrar ediyordum. Düşündüm
ben ve yapımcıya kabul ettirdim. Parayı Uzan koyacak, senaryoyu ben
yazacaktım. Yönetmen de James Ivory olacaktı. Hollywood
standartlarında bir film. Allah, çok sevindim! 300 ile 500 bin
dolar arasında kazanmayı hayal ediyordum. Hayalimde Santa Monica
sahillerinde bir ev alıp, beğendiğim starlara parti veriyor, Uma
Thurman, Michelle Pfeiffer gibi şöhretleri çağırıyor, nasılsa
birinden birinden iş çıkarırım diye espriler yapıyordum! O
hayallerle kalktım geldim Türkiye'ye.
Sonra ne oldu?
Aradan yaz geçti, 2002'nin temmuz ayı. 'Bu akşam Cem Uzan Star
TV'de çok önemli bir açıklama yapacak' dediler. Açtık televizyonu.
Ali Taran'ın müthiş buluşu, beyaz gömlek ve kırmızı kazağıyla çıktı
ekrana ve parti kurduğunu ilan etti. Allah sizi inandırsın 'Hayda,
nereden çıktı bu, hani biz film yapacaktık' diyerek kalakaldım
öylece. Danışmayı bir kenara bırakın, bana hiçbir şekilde 'Ben
böyle bir şey yapıyorum' diyerek haber bile vermedi. Sormuş olsa
söyleyeceğim; berbat bir parti, light MHP. Desteklesen bir tür
tetikçilik, desteklemesen bir başka türlü. Bir yandan gazetesinde
yazıyorsun, 'Ben ne halt edeceğim şimdi?' dedim kendi kendime. Ama
benden bu türden bir destek hiç istemedi. Biliyorum inanılacak gibi
değil, ama ne Cem Uzan, ne de TMSF'nin adamları benden bir şey
istedi. Ne yazmışsam yayınladılar. Öyle komik ki, gözlerim artık 12
puntoyu iyi görmüyor, imla hatası yaptım, onu da yayınladılar.
Satılık kalemler ve tetikçiler hakkında ne düşünüyorsunuz?
İyi şeyler düşünmüyorum, ama varlar. Tetikçiler, kötü yazarlar.
Yazar olarak varolamayacakları için tetikçilikle varolur onlar...
Patronun işlerini kovalamak, patronun saldırmasını uygun gördüğü
adama saldırmak... Evet, böyle arkadaşlar var.
Tarafımızdan bilindiklerini biliyorlar mı?
Herhalde biliyorlar, ama pek üstlerine alınmıyorlar. Belki de
aldırmıyorlar.
Gerçekten, üstlerine alınmayacak kadar 'illüzyon' içinde
olabilirler mi?
Ben onlardan olmadığım için rahatlıkla söyleyebilirim; olabilirler.
Belki parası tatlı geliyordur, belki yapabilecekleri başka şey
olmadığı için öyledir. Yazar olmak için dünya görüşü ve üslup
gerekir. Altında imzanız olmasa bile o yazıyı sizin yazdığınız
anlaşılıyorsa, siz gerçekten yazarsınız demektir.
Akşam'a geçmek nasıl bir duygu?
Ben Star'da gayet rahattım, kral gibiydim bile diyebilirim.
Değişiklik gerekiyordu artık. Sağolsun Serdar [Turgut] hakikaten el
üstünde tuttu beni, bir yazar olarak sanki Dostoyevski yahut
Tolstoy'muşum gibi hissettirdi. Büyük paraya gelmiş değilim. Ayrıca
baktım ki, hiç tahmin etmediğim insanlar Akşam okuyor, bu da güzel
bir şey.
Siz vefalı bir adam mısınız?
Vefa... İstanbul'da bir semt. Vefalı mıyım diye hiç düşünmedim, ama
bugüne kadar kimsenin ekmeğiyle oynamadım, onun içindir ki, benim
ekmeğimle oynayanı asla affetmem. Aynı çatı altında olmak
istemediğim, beni çıldırtan, bana kötülük eden insanlar olmuştur,
hiçbir zaman gidip de 'Bu adamı kovun,' ya da 'Ya o, ya ben'
dememişimdir. Ben burjuva değilim, burjuva olmadığım içindir ki
ekmeğin nasıl kazanıldığını çok iyi bilirim.
Gazetecilerin A kadrosu, B kadrosu, C kadrosu diye bir şey var
mı?
Az ücret alanlar, çok ücret alanlar, az okumuşlar, çok okumuşlar,
çok lisan bilenler, bilmeyenler, sosyetikler, emekçiler, ırgatlar
ya da kaymağını yiyenler... Böyle ayrımlar var tabii.
Siz hangi kadrodansınız desem, bu sizin sinirinizi bozar mı?
Bozmaz. Nasıl görünüyorum? Ben öyle villa sahibi, ıstakoz
tokuşturanlardan değilim, ama sosyo-ekonomik konum olarak çok şükür
yıllardır geçim sıkıntısı çekmiyorum. Birçok arkadaştan daha iyi
maaş alıyor olabilirim, ama bazı arkadaşlardan da daha az para
aldığım kesin. Ne bileyim, A grubu olduğumu sanmıyorum.
Manikür yaptırıyor musunuz?
Evet, beş-altı senedir yaptırıyorum. Eskiden yaptırmazdım,
yaptıranlara da tepki gösteriyordum. Sonra bayağı hoşuma gitti,
derli toplu oluyor, ama pedikür yaptırmam. Onu sevmiyorum, zaten
gerek de yok. Ne kadar profesyonel biri olsa da bir kadına ayağımı
uzatmak hoşuma gitmiyor. Manikür fena bir şey değilmiş, ama bu
benim metroseksüel bir erkek olduğum anlamına gelir mi bilemem.
Onun için biraz da kırık olmak gerekiyor galiba.
Sizde varolan genel asabi tonun sebebi köylülük
mü?
Bende var mı köylülük?
Hayır, içinizde infial uyandıran şeyi
araştırıyorum...
Lumpenler infial uyandırıyor bende, köylünün bozulmuş hali.
Gecekondu kültürüne mensup, orada yaşayan, ama orada kalmayıp
şehrin diğer taraflarına da bulaşan lumpen proletarya üyeleri. Ne
şehirli, ne de köylü kalabilmiş olan, iki arada bir derede, arabesk
kültürünü üreten ve yaşatan insanlar. Onlar, aydınlarımızın
kafasındaki gibi saz çalıp türkü besteleyen, çorap örüp kilim
dokuyan köylüler değil. Onlar İstanbul'a gelip, Hazine arazilerini
yağmalayıp gecekondu diktikten sonra, bir de üzerine apartman
çıkmaya çalışanlar. İnşaat demirlerinin filizlerini dışarıda
bıraktılar ki, bir kat daha çıkalım, para kazanalım diye. Mafyaya
para verdiler, rant kavgasını başlattılar. Ortaya şehir taklidi bir
şey çıktı. Bizim bazı solcularımız bunlar tarafından
kullanılıyor.
Ne şekilde?
Bunları desteklemek, bunlara prim vermek, bunlara sıcak bakmak
solculuk değil, ahmaklıktır. Ben hoşlanmıyorum lumpenlerden. Çünkü
lumpenler son derece kaypak, son derece tehlikelidirler, arkanı
döndüğün anda hemen seni satarlar. Faşizmin kitle tabanı da
bunlardır zaten. Almanya'da da, İtalya'da da, Türkiye'de de...
Faşizmin dayandığı sosyal tabanı lumpenler oluşturur. Ahmak
solcular da onlarla devrim yapacaklarını sandılar. Bunlarla
sosyalizm yapılmaz, bunlarla faşizm yapılır ancak.
Sosyal adaletsizlik diye bir şey var. Sebebi solcular mı?
Ben onları solcu oldukları için eleştirmiyorum ki, solcu
olmadıkları için eleştiriyorum. Sosyal adaletsizlik her zaman var,
niye çözemiyoruz? Çünkü solcu diye dolaşan birtakım ahmaklar var.
Türkiye'de dişe dokunur, ciddi sol yok. Star gazetesinde yüzlerce
insanın tazminatı ödenmiyor. Deniz Baykal denen adam Mustafa
Sarıgül'le uğraşacağına çıksın da 'Emekçilerin tazminatı ödensin
kardeşim' diye iki laf etsin. TKP'de sosyalistim diye geçinenlerden
biri de çıksın, emekçilerin ödenmeyen kıdem tazminatlarına sahip
çıksın. Yok böyle bir şey.
Siz aldınız mı tazminatınızı?
Kıyameti kopardılar hem de aldım diye. Beni faşist, dönek,
sermayeye satılmış, emperyalizmin uşağı, burjuvazinin sözcüsü filan
olarak görmek istiyorlar. Evet, aldım. Almasa mıydım? Ben kimseye
gidip de 'Bu adamların tazminatını vermeyin' mi dedim. Bu onları
rahatlattığı için beni öyle görmeye çalışıyorlar.
Konforu seviyorsunuz değil mi?
İki yüzlülük edecek değilim, severim. Halkımla bütünleşmek için
gidip de Bayrampaşa'da oturamam. Bağdat Caddesi'nde yürüdüğüm zaman
tabii ki Ümraniye'den, Bayrampayşa'dan daha rahat yürüyorum. Etraf
daha güzel, insanlar daha derli toplu, yaşam tarzı parlak. Ama ben
burjuva değil, sizin gibi bir basın işçisi, basın emekçisiyim.
Kökenimi sorarsanız, memur çocuğuyum. Bakmayın bugün rahat şartlara
kavuştum, ama zamanında ben de çok çile çektim, birçok arkadaşım
hala çekiyor. O çileyi çekmeden bir yere gelemezsin zaten. Ya da
tepeden paraşütle indirilirsin, o da zaten, başka görevler içindir.
Ben diyorum ki, 'Kardeşim beni kıskanmayın, çünkü ben sizin
çektiğiniz sıkıntıları biliyorum. Şu anda ben sizden daha iyi bir
yerlerdeysem, birtakım nedenleri vardır. Sizden daha çok okumuş,
lisan bilmiş, daha iyi yazmış olabilirim. Kalemim daha kuvvetli
olabilir. Ama sizi anlıyorum.'
Meslekte ilk yıllarınız nasıl geçti?
Daha önceleri de yazıyordum ama 212 kadrosunu aldığım ilk yer Dünya
gazetesi. Dış Haberler şefi olarak girmiştim. Galatasaray Lisesi,
Boğaziçi Üniversitesi durumları tabii, en alt kadro değil, biraz
ortalardan bir yerdi. Fakat Allah rahmet eylesin Nezih Demirkent
dünyanın en cimri patronlarından biriydi. Ve gene Allah sizi
inandırsın, o zamanlar Maltepe içiyordum, o bir paket sigarayı
yarıya böler, bir gün yarısını, ertesi gün yarısını içerdim.
Neden?
Her gün sigara alacak param yoktu da onun için. Tasarruf için.
Bakırköy'de oturuyordum. İşe gidip gelebilmem için üç yol vardı.
Dolmuş, otobüs, tren. Tren 25, otobüs 50, dolmuş 70 liraydı.
Dolmuşa hiç binemezdim. Esas olarak trenle gidip gelirdim, kendime
hoşluk yapayım diye, lüks olarak çok nadir otobüse binerdim.
Kadroluydum, ama tabii basın kartım iki sene sonra çıktı. Hani
sizin burjuva sandığınız büyük köşe yazarı Engin Ardıç, oralardan
geçip geldi buralara.
O zamanlar maaşınız yetmediğine göre, başka neler yaptınız?
Takma adla, Kemal Tahir üslubuyla erotik hikayeler yazdım mesela...
Bunu ilk size söylüyorum; George, Robert, Richard Johns gibi
birtakım isimlerle erotik yazılar yazarak geçimimi sağlıyordum,
maaş yetmiyordu gerçekten. Fakat kendime de yediremiyorum. Ne
yapayım? Ne yapayım? İşi gırgıra vurayım dedim. Ciddi ciddi
yazarsam büsbütün kendime yediremeyeceğim. Kemal Tahir üslubuyla
yazayım bari dedim.
Örnek verebilir misiniz erotik Kemal Tahir üslubunuza?
Mary ihtirasla alev alev yanan dudaklarını uzatarak George'a dedi
ki; 'Ohh, George.' George, gömleğini çıkarırken 'Oh anam sende de
iyi kalça varmış ha,' dedi; 'Yemekle yanında yatılmaz. Ki ne
fayda?' 'Hırpala beni koçyiğidim' der mesela Mary. George da der
ki; 'Yavrum sende öyle bir göğüs var ki, Umum Amerika'nın
eyaletleri sana feda olsun. Senin için Kaliforniya'yı yakarım.'
Atıyorum ama baktım kendime saygımı yitireceğim, iyice suyunu
çıkardım. O yıllarda bir süre de bunlarla uğraştık, bugüne kadar
kimseye söylemedim. Kötü dönemlerdi.
Bağdat Caddesi'nde oturuyorsunuz. Gençken gelir miydiniz
buralara?
Vapurla gelirdim. O tarihte Bağdat Caddesi'nde iki yer vardı. Borsa
ve Divan. Borsa'ya daha çılgın gençler giderdi, benim gibi biraz
daha ağır olanlar Divan'a gelirdik, otururduk. 75 kuruş ayırırdık
vapur için. Yerdik, içerdik, cebimizde kalan son parayla vapura
binerdik. Son vapuru kaçırırsan, Kadıköy Parkı'nda sabahlardın.
Böyleydi eskiden hayat.
Son vapuru kaçırdınız mı hiç?
Tabii ki. Son vapuru kaçırmışsın, otele mi gideceksin? Hangi
parayla? Kadıköy Parkı'nda ilk vapuru bekleyeceksin, başka çaren
yok. Öyle, ara sıra gelirdim, çok bilmezdim buraları eskiden.
Parizyen vardı karşıda Harbiye tarafında, bir de oraya giderdim.
Ama orası çok pahalıydı, o zamanların ilk ve tek Avrupai burjuva
kahvesi. Cepte 20 lira var diyelim, kızla çay içerdik 17 buçuk
lirayı orada bırakır, kızı dolmuşa bindirir, sonra da yürüyerek eve
dönerdik. O tarihte kızlar da anlayışlıydı, sadece çay içer,
yanında pasta istemezlerdi. Ama benim, cebimdeki bütün parayı
Sahaflar'da tüketip, eve yürüyerek dönmek zorunda kaldığım günler
de çok olmuştur.
Perran Kutman'la nişanlıymışsınız. Hangi
yıllardı?
Perran'ın iki kocasının arasında ben varım. 1978, 79 yılları
arasında... Bir süre birlikte olduk, nişanlandık, evlenmeyi
düşündük. İyi ki de evlenmemişiz, çünkü mümkün değildi. Ben o
tarihte metin yazarlığı yapıyordum. Sabah dokuz, akşam altı. Benim
işten çıkıp eve geldiğim saatte, o hazırlanıp işe gidiyordu. Gerçi
hiç aynı çatı altında yaşamadık, ikimiz de ailelerimizin evinde
kalıyorduk. Perran tiyatro artı gazino yapıyor, işi sabaha doğru
bitiyordu. Gidip alayım, yanında olayım dedim, ama saatler taban
tabana zıttı. İkincisi, ben ayda 10 bin lira kazanıyordum, o yedi
bin 500 lira kazanıyordu. Sonra Perran, gecede 25 bin lira
kazanmaya başladı. Ben hala 10 bin lira. Bu durumda yürümezdi o iş,
mümkün değil.
Bu durumu ilk siz mi fark ettiniz, o mu?
İkimiz de fark ettik. Yavaş yavaş soğudu ve koptu.
Yaş dönemleriyle aranız nasıl? 40'larla, 50'ler arasında ne gibi
farklılıklar oldu?
Bende 40 yaş krizi kadınlara saldırmak şeklinde tezahür etti. 50,
hayat bitti gibilerden bir kabullenme ve içe kapanma... 1952
doğumluyum ben.
Eskiden andropoz dönemi için 50'leri işaret ederlerdi?
O, adamına göre değişiyor. Hıncal'da (Uluç) 60'a denk geldi mesela.
Çocuğu yaşında kızlara sarkıyor herif. Yani, şimdi, ne oluyor?
Komik oluyor tabii. Bende 50'li yaşlarda hayat azaldı, bir tevekkül
geldi. Çok yaşayıp, erken doydum galiba. Her an ölebilirmişim gibi
bir sakinlik içindeyim. Tek beklentim SSK maaşı ile aç kalmamak,
ihtiyarlığımı rahat geçirmek. Meslek olarak geleceğim yere gelmişim
nasılsa. Kendimi de çok erken keşfettim ben. Hiçbir zaman
idareciliğe yeltenmedim. Hiç öyle hırslarım olmadı çok şükür. Bende
idarecilik yeteneği hiç yoktur. İstesem çok başka şeyler olurdu
çünkü.
Siz İstanbul doğumlu musunuz?
Hayır, ben Trabzon'da doğdum, fakat oralı değilim. Annemle babam
görev icabı oradayken doğmuşum. Bugün çocuk Amerikan vatandaşı
olsun diye Amerika'da doğum yapmaya gidenler var, fakat tabii
annemin o tarihte çocuğun nüfus kağıdında doğum hanesine İstanbul
yazılsın diye İstanbul'a gidecek hali yok.
Nasıl bir aileden geliyorsunuz?
Benim baba tarafından kökenim Üsküdar. Büyükbabamın babası
1880'lerde Üsküdar Nakşibendi Tekkesi'nin şeyhi. Büyükbabam da
işçi, tornacı. Osmanlı Sosyalist Fırkası'nda tersane grevini
hazırlayanlardan. Meşhur işçi milletvekili vardır Numan Usta,
onunla sıkı arkadaşlar. Hatta Numan Usta, Malta'ya sürgüne
gönderildiğinde çocuklarına bizimkiler bakmış. Annemler tarafından
da Manastırlı'yım. Annem de memur, babam da. Çalışıyorlardı ikisi
de. Fakat evde sürekli kavga gürültü ortamı vardı. Çok küçük
yaşımda yatılı okula verdiler beni. Altı yaşımda. Sınıfın en küçüğü
bendim.
Mutsuz çocukluk diyebilir miyiz?
Eee, çocukluğu mutlu geçmiş yazar olamaz zaten, mutsuz çocukluk
yazarlığın ön şartlarından biridir. Hemingway de dahildir buna.
Annemle aram pek iyi değildir mesela, şu anda 80 yaşında, birçok
şeyi aştık tabii, ama gene de pek iyi anlaşamıyoruz. Babamla daha
iyi anlaşırdım. Bir de şöyle bir genelleme vardır. Anasıyla arası
iyi olmayan yazar olur, babasıyla arası iyi olmayan uyuşturucuya
bulaşır. Annemle pek parlak değildi aram.
Siz feministlere karşı da biraz hoyratsınız...
Bazı kadınlar feminizmi domuzluğuna kullanıyor da ondan. Kendi
cinsel özellikleri doğrultusunda. Yoksa feminizm kadın haklarını
savunan bir akımdır, buna da sonsuz saygı duyarım. Hiçbir zaman, ne
bir kadın döverim, ne de ayak yıkatırım. Tam tersine zayıf
kadınlardan değil, güçlü kadınlardan hoşlanırım. İşi, mesleği olan,
ayakları yere sağlam basan. Yani, kadının benim kadar güçlü
olmasını isterim. Koyun gibi kadından, katiyen hoşlanmam.
Aptalından, geri zekalısından, cahilinden, zayıfından hiç
hoşlanmam. İkizler burcu kadınla kimse anlaşamaz mesela, ben
anlaşırım. Çünkü güçlü kadındır.
Kafanızdaki 'cinsel özelliklerinden dolayı feminizmi kullanan
kadını' biraz açar mısınız?
Şöyle söyleyeyim o zaman, bazı cinsi sapıklar feminizmi erkek
düşmanlığı yapmak için kullanıyorlar. Erkeklerden nefret eden bazı
lezbiyen kadınlar, ki her meslekte köşe kapmak için bunlardan var,
bunlar kadın hakları davasını bir kılıf olarak kullanıyor. Ben
onlara sinirleniyorum. Neticede hemcinsime çamur atılıyor.
Hemcinsime düşmanlık edenlerine tepki gösteriyorum ben. Yoksa ne
lezbiyenliğe, ne de kadın haklarına karşıyım. Benim karıma
sarkıntılık etmediği sürece, lezbiyenlerle hiçbir sorunum yok.
Kadın veya erkek, eşcinsellere karşı durmak değil bu. Feminizmi bu
amaçla kullananlarına sinir oluyorum ben, birçoğuyla da kavgalıyız
zaten. Erkeklere nefret kusanlarıyla. Bugün kadın haklarını savunan
akıllı uslu kadınlar feminist kelimesinden rahatsız olmaya başladı
artık, 'girl power' terimini kullanıyorlar. Neden? Çünkü feminizmde
hep pis kadınlar öne çıktı. Feminizm artık pasaklı, çirkin, kirli,
ter kokan, bakımsız, pis ve lezbiyen kadınlarla özdeş olmaya
başladı..
Şebnem İYİNAM /AKŞAM