Engin Ardıç kültürünü konuşturdu
Abone olPazar ve pazartesi çıkan gazetelerde ciddi bir haber aramanın beyhude olduğunu teslim eden Ardıç, bu rehavetin kimseye saçmalama hakkını veremeyeceğini yazdı.
Haftanın ilk günü ile son günü yayınlanan gazetelerde
'dişe dokunur' bir haber aramanın beyhude uğraş
olduğunu teslim eden Engin Ardıç, bu 'anlaşılabilir rehavet'in
kimseye saçmalama hakkını vermeyeceğini söyledi.
Hürriyet Gazetesi'nin Pazar günkü nüshasında "Nazi
kampından beterdi" başlıklı haberin kurgusunu eleştiren
Ardıç; habere konu olan yaşla adamın sözlerini 'ilginç' hale
getirmek için masa başında ilaveler yapıldığını öne sürdü. başlıklı
yazısında Ardıç, bilgisini konuşturdu:
- Pazar ve pazartesi günleri gazetelerde ‘dişe dokunur’ haber
olmaz. Pazartesileri olmaz, bir gün öncesi tatildir ve hayat durgun
geçmiştir. Pazarları olmaz, çünkü o durgun günün ta kendisidir ve
okuyucuya ‘hafif’ şeyler vermek gerekir. Bazı gazeteler bu fırsatı,
bazı kadın yazarlarının çiftleşme ve yavrulama öyküleriyle ve maaşı
ancak ‘Köpeköldüren’ içmeye yetecek çocukların ‘şarap uzmanlığı’
yazılarıyla değerlendirirler.
Bunları kimse ciddiye alıp okumaz, şöyle bir göz atıp geçer, ‘kağıt
ziyanlığıdır’.
Ancak gazete manşetten saçmalıyorsa üzerinde durup düşünmek
lazım.
Hürriyet refikimiz, önceki gün, Mehmet Mostiyev adında bir adamın
Osetya’daki Beslan katliamı üzerine görüşlerini yayınladı.
Mehmet Amca eski bir Kızılordu askeri, dünya savaşında Almanlar’a
esir düşmüş ve Auschwitz toplama kampında bulunduğunu
söylüyor.(Sünnetli görünce Yahudi sanmışlar! Pek yemedik ama öyle
diyor.)
Mümkündür, kalmıştır, orada savaş esirleri de vardı.
Ancak diyor ki, ‘Beslan’da yaşananları, Auschwitz’de bile
görmedim’.
Demiş ki, ‘Naziler bile çocukları öldürürken hiç olmazsa uyutuyor,
sonra öldürüyorlardı.’
Azıcık orada dur amcacığım, hele bir soluklan.
Bu laf senin ağzından gerçekten çıktıysa tabii, aksi takdirde
haberi yazan muhabir ve manşete çeken müdür soluklansınlar.
Hiçbir kaynakta, ama hiçbir kaynakta Naziler’in çocukları
‘öldürmeden önce hiç olmazsa uyuttukları’ yazmıyor.
Auschwitz hakkında bütün anıları, abartmıyorum, bütün anıları ve
bütün incelemeleri okumuş ve gerek Auschwitz, gerek Birkenau
kamplarını (ayrıca Dachau’yu da) uzun uzadıya gezmiş ve incelemiş
bir adam olarak konuşuyorum. (Böyle konuşmak da pek istemiyorum
aslında, çünkü alay ediyorlar. Sevgili dostumuz Hulki Cevizoğlu
bile, ‘2012 yılında gelecek gezegen’ konusunda bütün kitapları
okuduğumu söylediğimde benimle dalgasını geçmişti. Türkiye’de bir
konuyu derinliğine incelemek ayıptır.)
Evet efendim, başta Primo Levi’yi de, Eli Wiesel’i de, Jorge
Semprun’u da, Olga Lengyel’i de, Dr. Miklos Nyszli’yi de, Martin
Gray namıyla maruf Grayowski’yi de, Margarita Buber-Neumann’ı da,
Jack Oran’ı da, Sara Nomberg’i de, Fania Fenelon’u da, Jean
Amery’yi de, daha birçoklarını da satır satır okudum. Listeyi
uzatmıyorum, ukala diyeceksiniz.
Keşke Türk gazetecileri de okusalar, akşamları varoş dizisi
seyredeceklerine...
Birkenau barakalarının ayakta kalmış olanlarını bir bir dolaştım.
Hala kokuyordu! Kir, kusmuk, ceset ve adet kanı kokusu! Ve
duvarlarda ‘ein Laus dein Tod’, ve ‘wassertrinken verboten’
yazıları duruyordu! Gaz odasına da girdim Auschwitz’de, ceset
yakılan fırınlara da, Doktor Mengele’nin tutuklular üzerinde sapık
deneylerini yaptığı laboratuvara da, ölüm hücresi tabutluklara
da.
Politikacıların kıçına takılıp ‘hasbelkader’ beleşe gitmedim, kendi
cebimden, sırf bunları araştırmak için gittim.
Uzatmayalım: Naziler, çocukları, ana babalarıyla birlikte
gazlayarak öldürüyorlardı, en küçük ve en güçsüz oldukları için
ceset yığınının en altında onlar kalıyordu... Altın dişleri
kerpetenle sökülür, sonra da yakılırlardı.
Tabii, daha oraya bile gidemeden, trenden iner inmez bir SS
tarafından iki bacağından tutularak ağaca çarpa çarpa öldürülen üç
yaşında kız çocukları ayrı...
Fakat Mehmet Mostiyev ‘hiçbir Alman askerinin bir çocuğu sırtından
vurduğunu görmemiş.’
Burada önemli olan, Mehmet Amca’nın saçmalaması değildir. Mostiyev
seksen yaşında. Alt tarafı ‘amcada kafa gitmiş’ der geçersiniz.
Burada önemli olan, muhabirin Mehmet Amca’ya ‘dedeciğim ufak at da
civcivler de yesin’ diyememiş olmasıdır, bir.
Daha kötüsü, en küçük bir araştırma yapmadan bunu mal bulmuş
Mağrıbi gibi yazmasıdır, iki.
En kötüsü, yöneticinin bu palavrayı manşete taşımış olmasıdır,
üç.
Amaç tabii ‘şeriatçılara bok atmak’ ama ahmakça olmamalı.
Yaşlı ve yeteneksiz birtakım emir kullarına, birtakım ‘kitapsız
başyazarlara’ direktif verip Engin Ardıç’a küfür ettirmek değildir
marifet... Marifet, Türkiye’nin en büyük gazetesini iyi yönetmek,
kaptan köşkünde çımacılık yapmamaktır.
Ne zaman adam oluruz? Gazetemiz adam gibi yönetime kavuştuğu
zaman.
Bendeniz de, oraları görmüş ve dehşetinden geceler boyunca uyku
uyuyamamış bir adam olarak, canavarca katledilen altı milyon
insanın, hele o mini mini yavruların, yaşasalardı şimdi herbiri
yaşlı başlı nineler ve dedeler olacak o masum yavrucakların
hatırasına saygısızlık edilmesine asla izin vermeyeceğim. İster
Yahudi, ister Patagonyalı, kim olurlarsa olsunlar.
Yazı: Engin Ardıç
Kaynak: