Elif Şafakın nankör kadınları
Abone olBugün 8 Mart Kadınlar Günü. Kadınların hatırlandığı gün. Yazar Elif Şafak hemcinslerini ve erkekleri yazdı.
“İşçi ya da köylü kadınlar için durum farklı olabilir, hadi onu
anlarım, ama bugün büyük şehirlerde yaşayan modern Türk
kadınlarının tutup da kadınların ezildiğinden filan söz etmesi
düpedüz şımarıklıktır,” dediğine kulak misafir oldum arkamda oturan
takım kravat bir erkeğin Taksim-Kadıköy minibüs hattında. Adam
yanında oturan kız arkadaşının ses çıkarmamasından cesaret
almışçasına, devam etti bodosloma: “Hepimizi parmağınızda
oynatıyorsunuz aslında. Ne kadar çift tanıyorsam kadın hakim, erkek
pasif, kaprislerle kumpaslarla bir bakıyorum sonunda hep kadının
dediği oluyor. Bir de üste çıkıp eziliyoruz filan diye şikayet
etmeyin artık. Şehirli kadının feminist olması nankörlükten başka
bir şey değil...”
Pürdikkat kesilip, adamın yanındaki genç kadının bu iddiaya
vereceği cevabı bekliyorum. Nasıl karşılayacak acaba hemcinsim bu
genellemeleri? Adam ile kadın tesadüfen aynı minübüse düşen iki
arkadaş mı yoksa aralarında bir gönül ilişkisi var mı bilmiyorum,
dönüp de bakamadığımdan tahmin dahi yürütemiyorum. Ama herhalde bu
laflardan sonra kadın adama kızmıştır.... kızacaktır.... mıdır....?
Kadınların erkekleri parmaklarında oynattılarına inanan bir erkeğe
tepki mi duyar kadınlar ilgi mi? Ben “tepki” şıkkını işaretlediğim
için benzer bir davranış bekliyorum hemcinsimden. Ama o konuşmak
yerine gülüyor sadece. Merak ediyorum, inanıyor mu bu laflara?
Hakikaten orta ve üst sınıf şehirli Türk kadınlarının değil
ezilmek, bizzat erkekleri ezdiklerine inanıyor mu yoksa
nezaketinden mi sessizliği? Dönüp soracağım, ayıp olacak. Minibüs
şöförü ya da öteki yolcular lafa karışsalar da anlasak kadının
cevabını diye umutlanıyorum içimden. “Ezilen tek bir kadın var: alt
sınıf kadını. O da çalışmaktan şikayet etmeye fırsat bulamaz.
Devamlı şikayet eden diğer kadınlar ise aslında ezilmeyenler.” Gene
çıt yok arkamdaki kadından. En nihayetinde takım kravat adamla
sessiz kadın benden evvel iniyorlar. Kalıyorum geride, bana armağan
ettikleri sorularla başbaşa.
Hep bir “şükür borcu” var adeta şehirli Türk kadınlarının. “Atatürk
bize haklarımızı vermese biz de Arap kadınları gibi bedbaht
olurduk,” derdi annem hep beni yetiştirirken. “Sakın unutma bu
mukayeseyi.”
Ben de pek çok Türk kadını gibi, hem Atatürk’e hem de Cumhuriyet
devlet erkanına, biz kadınlara verilen haklardan dolayı bir çeşit
şükran borcuyla büyüdüm. Türkiye’nin, diğer Müslüman ülkelerden
farklı olarak kadınlara her türlü hakkı ve özgürlüğü gayet erken
bir dönemde tanıyıp bu meseleleri çoktan aşan bir ülke olduğu
kanısıyla. “Haklarım bana verildi” demekle “haklarımızı biz
kadınlar kendimiz kazandık” demek arasında büyük fark var. Birinde
“başkasına minnet”, ötekinde “kendine güven” ağır basıyor. Birinde
devlet, berikinde sivil toplum öne çıkıyor.
Cumhuriyetin kadınlara getirdiği muazzam kazanımlardan etkilenmemek
mümkün değil, ama bu, bugün içinde yaşadığımız kültürün ataerkil
olduğunu görmeye engel de değil. Minnet duygusuyla büyüyen Türk
kadınları için bu memleketin aslında nasıl da erkek egemen bir
kültüre yaslandığını, bunun tek tek kişiler değil sistem sorunu
olduğunu keşfetmek başlı başına bir varoluşsal sıçrama. Türkiye’de
cinsel tabuları konuşmak siyasi tabuları konuşmaktan daha zor. Er
ya da geç hepimiz yapıyoruz bu keşfi. Bir kere de değil, defalarca.
Bir de bakıyorsunuz ki dışarıdan o çok cilalı pek modern görünen
yapı, altını azıcık kazıyınca, son derece ataerkil. Sadece –miş
gibi yapıyor. Ataerkil değilmiş gibi. Zaten meselenin kafa
karıştıran kısmı da burası.
Türkiye ne gelişmiş Batı toplumları gibi ataerkilliği sorgulayan ve
sürekli aşmaya gayret eden, ne de Orta Doğu toplumları gibi
ataerkilliğiyle son derece barışık bir yapı arz ediyor. Amerika’da,
Avrupa’da okullarda, iş yerlerinde, hatta televizyon kanallarında,
popüler kültür araçlarında yaygın bir “feminist bilinç” var.
Kadınların sadece dayakla kötekle ya da yasalarla yasaklarla değil,
ekseriya soyut öğretilerle, ezberlenmiş kalıplarla, önyargılarla ve
kallavi genellemelerle kıstırıldıklarını bilen bir bilinç.
Ataerkillik dendiğinde kaba kuvvet değil, hayatın her alanına nüfuz
eden ayrımcılığı anlayan ve bunu değiştirmeye uğraşan bir bilinç.
Bu yüzden bu tür gelişmiş ülkelerde aklı başında kimse çıkıp da
“kadınlar ezilmiyor ki kardeşim, nankör valla bunlar” demiyor.
Dünyanın geri kalan birçok yerinde ise ataerkillik o kadar somut ve
görünür bir hal taşıyor ki, buralarda da kimse çıkıp da benzer bir
laf etmiyor.
Peki ya Türkiye’de? Ne tam Batılı ne tam Doğulu olan Türkiye’de ne
“feminist bilinç” var ne “kaba ataerkilik”. Her konuda karmaşayı ve
sentezleri severiz ya, bu konuda da farklı değil. Hem ataerkiliz,
sapına kadar, katman katman, doku doku, hem de hadi canım ne alaka
aştık biz bunları hiç de ataerkil değilmiş gibi yapabiliriz. Hatta
buna kendimizi inandırabiliriz. İnandığımız için de cinsel
tabularımızı, cinsiyet ideolojimizi, ayrımcılıkları, ataerkilliği
sorgulama gereği duymayız.
Bu yüzdendir ki şehirli Türk kadınları bir açmaz içinde. Sağımız,
solumuz, önümüz, arkamız kuşatılmış aynı nakaratla: şükret Türk
kadını, şükret ki Arap ülkelerinde doğmadın, şükret ki hakların
sana verildi, şükret ki şehirli ve modernsin, şükret ki parmağında
oynatırsın kocanı istesen pekala idare edersin canım herifi....
Şu şükür faslını bir geçebilsek, ancak o zaman görebileceğiz
aslında ne kadar erkek egemen bir sistemle yetiştirildiğimizi, bunu
içselleştirdiğimizi, sorgulamamız gereken ne çok şey olduğunu.
Ancak o zaman görebiliriz ataerkilliğin kadınlar kadar erkekleri de
kuşattığını, kuruttuğunu, mutsuz ettiğini ve ancak bunu
dönüştürdüğümüz takdirde kendi çocuklarımız için, kendi kız ve
erkek çocuklarımız için daha iyi bir gelecek
bırakabileceğimizi...
ELİF ŞAFAK