Ekrem Dumanlı, Zaman'ı anlattı
Abone olEkrem Dumanlı, yeni tasarımın hikayesini ve başarının sırrını Nuriye Akman'a anlattı..
İşte Nuriye Akman'ın soruları ve Ekrem Dumanlı'nın ilginç
cevapları: Arka sayfa güzeli bizim gazeteye neden uğramıyor? Yoksa
çıplak kadınlardan korkuyor musunuz? Ben arka sayfa güzeli kullanan
yayın yöneticilerini kınamıyorum. Kullanmak isteyen kullanır,
istemeyen kullanmaz. Dünyada da arka sayfa güzeli diye bir uygulama
var. Fakat, bunu bulvar gazetesi olarak bilinen, magazin
yayıncılığı yapan yayıncılar kullanıyor. Biz eğer kendimize
referans gazete hedefini koymuşsak, böyle bir şey kullanmamız
mümkün değil. Reklamda kullanılan ifade, ne birilerini suçlamak, ne
de kendimizin müdafaası için. Main stream journalism yapıyorsak
bunun standartları var. Basılacak fotoğrafın bir haber değeri
olmalı. Zaten, televizyon, internet ve diğer yayın organlarında,
arka sayfa güzeli enflasyonu var. Böyle bir şeyden de korkmuyoruz.
Ayrıca kullanacağımız fotoğrafların Zaman’ın okur kitlesini
rahatsız etmeyecek boyutta olması lazım. Bizim bu yolu tercih
etmemiz, herkes de böyle tercih etsin demek değil. TV
reklamlarımızdaki mizansen, gerçeği ne kadar yansıtıyor? Hakikaten
onlar bizden ürküyorlar mı, yoksa biz onların bizden ürkmesini mi
istiyoruz? Bizim dışımızda bir medya grubunun bizden ürkerek bir
şey yaptığını düşünmüyorum. Biz sosyal barışın çok önemli bir
noktasında duruyoruz. Bu neticede birebir hiçbir gerçekle irtibatı
olmayan, kurgusal bir şey. Hatta tiplere falan bakacak olursanız,
bu filandır diyebileceğiniz bir tip de görmedim. Art niyetle
düşünülseydi, işte filan grubun aleyhine bir reklam yapalım
denseydi, çok basit bir iki karakter benzeştirmesiyle, anında
çeşitli yerlere gönderme yapılabilirdi. Bir gazete, ben referans
gazeteyim, kaliteli, güvenilir gazeteyim diyerek de kendini ifade
edebilir. Ama bu çok tüketilen bir propaganda. Şimdi Marka Ajans,
oturmuş gazeteyi incelemiş. En çarpıcı özellikleri ne diye
düşünmüş. Reklama dönelim. Biri, diyor ki, “Böyle başlık mı olur,
sansasyon yapacaksın ki satışlar patlasın”. Şimdi bu bir ilke
meselesidir. Bu temaları ajans kendisi mi tespit etmiş? Tabii ki.
Ajans, bir araştırma yapmış şunu tespit etmiş: Zaman, haberle
yorumu ayırmış böylece sansasyonel habercilikten uzaklaşılmış. Bu
yanlış mı? Reklam, hangi gazeteyi hedef alıyordan ziyade bunu
düşünmek lazım. Çeviriyor, üçüncü sayfa. “Bir damla kan yok” diyor.
Yalan mı? Biz neden önemli bulmuyoruz kanlı haberleri? Biz, insan
merkezli yayıncılık yapıyoruz. Gerçek insan öyküleri bulalım
istiyoruz. Gerçek insan öyküleri ille de adliye koridoruyla morglar
arasına sıkışmış bir yaşamın yansıması değil. O da bu işin bir
parçası. Nitekim öyle haberler de giriyoruz. Ama gerçek insan
öyküleri için kan, ürpertici cinayetler bulmak şart değil. Hangi
dünya standartlarında büyük gazetenin üçüncü sayfası adliye
haberlerine fiks edilmiştir? Zaman’ın teorisyeni neden sizsiniz?
Neden bu kadro içinde bu projeyi fark eden siz oldunuz ve
Amerika’ya gittiniz? Hadisenin kader yönü olduğuna inanıyorum. Dâhi
bile olsanız, ki benim öyle olmadığım ortada, eğer şartlar uygun
değilse, yapı müsait değilse hiçbir şey yapamazsınız. Edebiyat
okudum. İdealim öğretmen olmaktı. Ama kader rüzgarları, bizi kültür
sanat sayfasında çalışmaya itti. Bir müddet sonra genel yayın
koordinatörlüğü yaptım. Dil bilmemek bir gazeteci için çok büyük
bir problem deyip Amerika’ya gittik. Sonra hazır dil öğrenmişken
gazetecilik üzerinde bir çalışma yapalım dedik. Bir üniversiteden
ders almaya başladık. Gazeteye döndüğümüzde arkadaşlarımızı
topladık. Tecrübelerimizi paylaştık. Bilgisi, anlayışı çok yüksek
arkadaşlar. Dediler ki: “Evet, bu projeyi başarabiliriz”. Mizanpaj
değişikliği ile ilgili üç çalışma birden yaptık. Fevzi Yazıcı’nın
yaptığı tam istediğimize uygundu. Amerika’da gördüğünüz gazetecilik
eğitiminin bir sonucu muydu beğendiğiniz tasarım? Sadece o değil.
Çünkü Amerika’daki gazeteciliği Türkiye’deki gazeteciliğe uydurmak
çok kolay bir şey değil. Ülke başka, şartlar başka, teknoloji
başka. Amerika’da gördüğüm gazetecilik bana Fransa, Almanya,
İngiltere’deki gazetecilik ortamını da açmış oldu. Şunu fark ettim
ki, Türkiye’de kendi kurguladığımız gazetecilik çerçevesinde
hareket ediyoruz. Birbirimizin benzeriyiz. Logoları çekip aldığınız
zaman, gazetelerin hangisinin hangisi olduğunu anlamak bile zor. Bu
da kimlik bunalımı ortaya çıkarıyor. Bizim gazetelerle yabancı
gazeteler arasında büyük fark var. Bu farkı sadece toplum farkına
bağlamak mümkün değil. Lokal esneklikler vardır her meslekte; ama
mesleklerin bir de evrensel standartları vardır. Bu standartlar,
Türkiye hariç bütün ülkelerde aynı. Bizim patronumuzun diğer gazete
patronlarından farkı ne? Bizim imtiyaz sahibimiz Ali Akbulut Bey.
Kendisi iyi bir işadamı. Diğer gazete patronları kadar ortada
görünmek istemez. Bu kişisel bir tercih. Onun dışında, beş tane
ortağımız var. Hepsinin fabrikaları, ithalat ihracat işleri var,
hepsi ticari dünyada belirli bir ağırlığı olan insanlar. Yayın
konusunda onların bana tanıdığı büyük bir müsamaha olduğunu
söylemek isterim. Genelde bizim yaptığımız yönetim kurulu
toplantıları mali konulardadır. Bir özeleştiri yapmamız gerekirse
neleri başaramadınız? Dünya çapında yabancı bir gazeteyi elime
aldığım zaman, hâlâ içim cız ediyor. Neden Türk gazetecileri şöyle
güzel bir gazete çıkarmıyor, dört başı mamur haber, dört başı mamur
yorum yazamıyor diye üzülüyorum. Diyeceksiniz ki, Avrupa basını da,
Amerika basını da 11 Eylül’de, Irak savaşında büyük bir sarsıntı
yaşamadı mı? Yaşadı. Fakat orada sistem, buradaki kadar insanları
laubali davranmaya teşvik etmiyor. Evet şovenizme varan bir
yayıncılık dünyanın her yerinde oldu. Fakat o kadar da sert ve
büyük tepkiler ortaya çıktı ki, bir zaman sonra dengeler, yeniden
eski şeklini alabilir, taşlar yerine -zor da olsa- oturabilir. Ben
hâlâ böyle dolu dolu, okuyucuyu hayretler içerisinde bırakacak, bu
kadar da bilgiyi ben beklemiyordum dedirtecek gazete olmadığını
düşünüyorum. Hem bilginin zenginliği, hem de bilginin sunum
zarafeti açısından Zaman daha yolun başında. Yakaladığımız nokta
belki Türkiye’de dikkat çekecek bir nokta olabilir ama, arzu
ettiğimiz seviyenin çok başlarındayız. Görsellikte yakaladığınız
başarıyı, içerik dolgunluğunda ne zaman yakalayabilirsiniz? Bir
çırpıda söylemek zor. Çünkü bir piyasa gazeteciliği var. İster
istemez bizim arkadaşlarımız, ben de dahil, bu piyasa
gazeteciliğinden etkileniyoruz. Bir bakıyorsunuz haberin flaşını
seçerken, arada bir sansasyona kaçabiliyor bunu yazan muhabir. Ya
da editör işte şöyle bir parlatayım demek suretiyle, bazen ölçüyü
aşabiliyor. Ben tam tersi bir eleştiri getireceğim. Hiçbir zaman
parlak olmadı başlıklar diyeceğim. Esas doyurucu, bilgi yüklü ve
bilginin de zarafetle, tatlılıkla, hoş bir üslupla sunulduğu bir
gazete olmak için neler lazım bunu düşünmek lazım. Hepimiz dil
fakiriyiz. Televizyondaki Türkçeyi şöyle ya da böyle biz de
işitiyoruz. Bizim de şuuraltımıza giriyor. Neticede, bu metinleri
okuyarak yazan bir kadrodan müteşekkiliz. Bu işin belki başından
başlamak lazım. Az kültürlü, dil fakiri insan kaynaklarından yetkin
bir kadro kurmaya devam ettiğimiz müddetçe istediğimiz
doyuruculukta bir gazete de hemen olamayacak. İlk iki yıl, ilkeleri
ortaya koymak ve yerleştirmekti amaç. Bundan sonraki yılda da içini
doldurmak diye özetleyebilir miyiz projenizin hedefini? Doğru.
Çerçeveyi arkadaşlarımızla birlikte çizdik, haberle yorumun
ayrımını yaptık. Bazı standartlar geliştirdik. Bu standartların
evrensel bir çerçevede olmasını arzu ettik. Fakat onun içini tam
dolduramadık. Sezon başında dört günlük bir seminer verdik.
Yazarlarımızdan, dışarıda gazetecilik deneyimine güvendiğimiz,
inandığımız, yerli ve yabancı önemli gazetecilerle bir konuşmacı
kadrosu kurduk. Seminerde konuşulanları kayda geçirdik. Bir
kitapçık haline getireceğiz. Biz haberde dört yazı biçimi
kullanıyoruz. Haber analiz, haber yorum, haber inceleme ve haber
izlenim. Bu ayrımlar bizde olduğu kadar hiçbir gazetede yok,
bunları daha derinleştirmek istiyoruz. Bizim arzu ettiğimiz şu; her
muhabir, birinci satırdan sonuncu satıra kadar başlık dahil kendisi
yazsın ve yazılan satırın arkasında dursun. Geçen gün İstanbul
Üniversitesi’yle ilgili önemli bir manşetimiz oldu. Bir öğretim
üyesi başörtülü annesini, kız kardeşini arabasına aldı diye işinden
olmuş. Bence çok önemli bir haberdi. Ama dümdüz, soğuk bir başlıkla
verdik. Niye, “üniversitede engizisyon” yahut “üniversitede ortaçağ
kafası” demedik? Ben o konuda öyle düşünmüyorum. Okuyucunun IQ’sunu
düşük gören bir üslubu, yani okuyucunun kendi çıkarımını, gazetenin
aceleyle kendisi yapıp, öyle başlık atmasını doğru bulmuyorum.
Haberi okusun, kendisi desin ki, “Vay be, bu ancak yapılsa yapılsa
ortaçağda, engizisyon mahkemelerinde yapılır”. Biz bu tür
haberlerde yorum katıyoruz ama, “haber yorum” diye bir yazı
biçimimizle. Dediğinize şu açıdan katılıyorum. Bazen haberin
kendisi, söylenmesi gerekli olan şeyi söylemiyor. Okuyucuya diyor
ki, “Bu çıkarımı sen yap.” Gönlümüzde eksik bir şey kalıyor. Buna
bir yorum yapmak lazım diyoruz. İşte o noktada yazı işlerinden bir
arkadaşımız, bazen bir yazarımız, bu haberin açılımını bir haber
analiz ya da haber yorum şeklinde yazabiliyor. O gün yazmamıştık
ama genellikle bu tür şeylerde yazıyoruz. Bazı gazeteler haber
açıklarını star gazeteciler eliyle kapatıyorlar. Bizde tam tersi,
hiçbir yazar starlaştırılmıyor. Ben bunu eleştiri olarak size
getiriyorum. (Gülüyor). Bizim yazarların hepsinin de çok iyi yazar
olduğunu düşünüyorum. Starlaştırmayı bir popülizm unsuru olarak
doğru bulmuyorum. Ancak daha görünür, daha etkin, daha bilinir
kılalım düşüncesine katılıyorum. O konuda yeteri kadar mesafe
almadığımızı da itiraf edebilirim. Ama ilerisi için inşallah
yazarlarla ilgili bazı projelerle bu açığımızı kapatabileceğimizi
düşünüyorum. Yazarın yazısıyla ilgili bir ağırlığı var. Bunu böyle
ambalajlayıp, süsleyip püsleyip, neredeyse bir televole unsuru,
gazetenin oyuncağı haline getirmeyi doğru bulmuyorum. Zaman,
üzerindeki “dinci gazete” imajını ne kadar yok edebildi? Hiç
umursamıyorum. Kaale de almıyorum. Türkiye’de insanlar,
birbirlerini yaftalıyorlar, sonra dönüp bir daha bakmıyorlar.
Toplum değişiyor. O insanların hayata bakışı değişiyor. Ama
bazılarının yaftaları hiç değişmiyor. Şimdi hodri meydan. Ramazan
ayı geldi. Herkesin verdiği Ramazan promosyonlarına bir bakın. Hiç
isim yazmayın, sadece liste çıkarın. X gazetesinin promosyonlarını
dizin, Y gazetesinin promosyonlarını dizin. Sonra deyin ki bu
çerçeve içerisinde hangisi Zaman gazetesidir? Hangisi dinci
gazetedir? Herhalde en son sırada biz oluruz. Önemli olan nokta şu:
Biz dinle barışık insanlarız; tıpkı diğer kültürel değerlerle
barışık olduğumuz gibi. Biz dini siyasal bir şey olarak görmüyoruz.
Din bir yaşam biçimi, sosyal bir realite. İnsanlar binlerce yıldır
bu dini yaşıyor. Geçenlerde yabancı bir dostum dedi ki: “Sizin için
dinci gazete” diyorlar. Dedim ki: “İslam dünyasında Zaman gibi bir
gazete daha var mı, içinde üç dinden ve değişik milletlerden
özgürce yazan? Bir tane gösterin.” Cezaevi bana sabrı ve insan
sarraflığını öğretti Gençliğinizde bir ülkücü döneminiz var. Şu
anda eski ülkücülüğünüzden üzerinizde ne tür izler kaldı? 1980
öncesinde sağcı ya da solcu olmayan genç insan yoktu ki. Gençler ya
sağcı, ya solcu olmak zorundaydı. Ülkücülükten siyasi olarak hiçbir
iz kalmadı bende. Keşke solcu olsaydınız. Şimdi hiç değilse
gazeteniz bir numara olurdu. Yok ben kaderimden memnunum. Neticede
benim o gün içerisinde yetiştiğim bir çevre vardı, yetiştiğim çevre
içerisinde bir tarz olarak bir yerde durmam gerekiyorsa, duracağım
yerde durdum. Bugün kendimi ülkücü diye nitelendirmiyorum. Zaten
Türkeş’ten sonra Türkiye’nin dengeleri öyle bozuldu ki. İnsanlar
neredeyse “Başbuğ Perinçek” diye bağıracak duruma geldi. Bir yıllık
hapishane deneyiminizden ne kaldı sizde? Büyük bir hayat tecrübesi
kaldı. Gözaltına alınıyorsunuz, mahkemeye çıkmanız lazım. Dosyanız
Ankara Sıkıyönetim’e gidiyor. Deniyor ki, “Bu bizimle ilgili bir
dava değil, Konya Sıkıyönetim bakar buraya”. Konya Sıkıyönetim’e
gidiyor dosya. Bu arada beş ay geçiyor. Konya Sıkıyönetim’den şöyle
bir karar çıkıyor: “Bu MHP davasıdır, Ankara Sıkıyönetim’in bakması
lazımdır”. Suçum eğitim masası içinde kültürel eğitime tabi tutmak,
kitap okumak, konferans vermek. Mahkemeye çıkışımızla, ilk
tutuklandığımız gün arasında bir yıl geçiyor ve çıktığımız gün
serbest bırakılıyoruz. Ne öğrendiniz orada? Sabretmeyi, insan
sarrafı nasıl olunur onu öğrendim. Bir yılda on yıllık bir tecrübe
kazandım. Hiç 16 yaşındaki bir adamdan eğitim masası şefi olur mu?
Bunun verdiği konferanslarla insanlar yetişir mi? Ama o günkü
ülkeyi kurtarma psikozu içerisinde devlet buna inanıyordu. Esas
itibarıyla edebiyatçısınız. Ama edebiyat dünyasından tek eseriniz
var galiba. Evet. Son Duruşma. Bir piyes. Neden tek eserle
kaldınız? Edebiyat sayfasını kapattınız mı? Kapatmadım. Bir film
senaryosu yazdım, üstelik İngilizce. Gönlümde hâlâ tiyatro, roman
ve senaryo var. Tabii gazete çok yıpratıcı bir iş. Müthiş bir ekip
çalışması istiyor. Telefonunuzu kapatamıyorsunuz, rahat
uyuyamıyorsunuz. Gerilimle yaşıyorsunuz. Dolayısıyla orada oturup
da hikaye roman yazmak zor. Belli bir periyotla hâlâ tiyatroya
giden az sayıda genel yayın yönetmeninden birisiyim herhalde. Son
Duruşma’daki kahramanların tamamı gerçek. Hapishanede tanıdığım
insanlar. Bu yıl sahnelenme durumu var.