Edelman'ı basın büyüttü!
Abone olGeçtiğimiz hafta, basın, olduğu gibi ABD Büyükelçisi Edelman'ın istifasına yöneldi. Edelman olayı, çığrından çıktı. Ekrem Dumanlı, bu olayın büyümesini basına bağladı.
Ekrem Dumanlı, istifa eden Eric Edelman olayına ve bazı gündem
oluşturan gelişmelere yer verdi. Dumanlı'ya göre Edelman'ı basın
çok abarttı ve yanlı davrandı. Yazar, isimli yazısında basını
eleştirdi.
Bu ülkede gazeteciliğin soğukkanlılıkla yapılacağı günleri sabırla
beklemek gerekiyor. Bu bekleyiş sürecinde yaşanabilecek siyasi,
ekonomik, diplomatik vs. krizlere de hazır olmaktan başka çare
görünmüyor. Her haftaya üç-beş kriz sıkıştırmak, Türk medyasına
özgü bir beceri (!) olsa gerek.
ABD Büyükelçisi Edelman, Bursa’da bir toplantıya katıldı.
Gazetecilerin bir sorusu üzerine Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet
Sezer’in yapacağı Suriye seyahati gündeme geldi. Haberi ajanslardan
okuyunca hiçbir problem görmüyorsunuz; çünkü ajans habercileri
yorumsuz, bire bir veriyor demeçleri. Nitekim bazı gazeteler de
Edelman’ın Suriye yorumuna soğukkanlılıkla -daha doğrusu objektif
kriterlerle- yaklaştı. Bu arada basında “Türkiye’ye ültimatom”,
“ABD’den gözdağı”, “ABD’den tehdit gibi açıklama”, “Suriye’ye
bastırın” gibi yorumlu haberler yer aldı...
Tipik bir Türk gazetecilik hikayesi! Bu olay, “Durduk yerde nasıl
kriz çıkarılır?” sorusunun en çarpıcı örneklerinden biri! Nitekim
Radikal’den Erdal Güven çok ilginç bir yazı kaleme aldı. Medya
meselesine kafa yoranların arşivlerine mutlaka alacağı yazı, “ABD
karşıtlığına Radikal bir katkı” başlığıyla yayınlandı. Yazarın
eleştiri odağında kendi gazetesi de vardı; o yüzden “Radikal bir
katkı” deniyordu.
Erdal Güven, Türk medyasına getirdiği eleştiride yerden göğe kadar
haklıydı. Bir kere, ABD büyükelçisinin söyledikleri ile basının
yorumlu cümleleri ve çıkarsamaları arasında bir hayli fark vardı.
İkincisi, bir büyükelçi “ültimatom” ver(e)mezdi. Üçüncüsü,
devletler ültimatom verecekse basın toplantısında yöneltilen
alelade bir soru üzerine vermezdi. Dördüncüsü, olay basına yansır
yansımaz ABD Büyükelçiliği resmi açıklama yapmış, konuşmanın tam
metnini vermiş ve yanlış anlamanın önüne geçmek istemişti.
Beşincisi, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, konu ile ilgili açıklama
yapmış, ABD Büyükelçiliği’ni haklı çıkaracak beyanatta
bulunmuştu...
Her şeye rağmen Bursa’daki mevhum açıklama üzerine haberler,
yorumlar, köşe yazıları devam etti. Bu arada Beyaz Saray’dan “Bu
ziyaret iki ülke arasındadır.” şeklinde yapılan açıklamaya da çok
rağbet gösterilmedi. İşi “bu adamı kovun” aşamasına getiren
yazarlar bile çıktı.
ABD büyükelçisini savunmak için yazmıyorum bunları. İşin diplomatik
kısmı ile de ilgilenmiyorum. Bu köşenin sınırları medya ile
çerçevelenmiş. O yüzden hadisenin göbeğinde medyayı görüyor ve
soruyorum: “Daha tam metnini bile okumadan yorum yazıp heyecan
uyaranlar ve bu sayede iki ülke arasındaki gerilimi artıranlar,
gazeteciliğin soğukkanlılıkla yapılması gerektiğini bilmiyor mu?”
Bugün ABD büyükelçisi, yarın bir başkası; konu bu değil! Türk
gazeteciliğinin hadiseleri abartarak ve yorum sosuna bandırarak
sunduğu haberler Türkiye’yi bir gün çok zor durumda bırakabilir.
Endişe edilecek konu budur. Gazetecilik atraksiyonuna kurban
edilemeyecek kadar hassas bir bölgede yaşadığımızı anlatmaya gerek
var mı?
Haftanın kriz listesinde Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar
Büyükanıt’ın adına da rastlıyoruz. Paşa, durdu durdu öyle bir
açıklama yaptı ki herkes şaşırıp kaldı bu işe. Türkiye’nin Irak
politikası olmadığına ve hükümetle diyalog eksikliği yaşandığına
dair açıklamaları, Milliyet ve Cumhuriyet’te önemli bir yer buldu.
16 Mart tarihli Hasan Cemal’in yazısı hem Büyükanıt’ı eleştiriyordu
hem bazı gazeteleri. Cemal’in eleştiri oklarından kendi gazetesinin
de nasibini alması, Milliyet’in hâlâ önemli bir gazete olduğunun
ispatı da sayılabilir.
Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün daha önce “TSK adına ben
konuşurum.” açıklamasına rağmen, Yaşar Büyükanıt’ın demeç vermesi
yadırgandı. Çünkü son yıllarda Türk ordusunun geliştirdiği üsluba
uygun değildi. Üstelik çeşitli vesilelerle bir araya gelmelerine
rağmen bir diyalog kopukluğu yaşanıyorsa, bunun basın aracılığıyla
giderilmesi doğru bir metot sayılamazdı. Öyle ya, rutin
toplantılarda bile konuşulsa böyle bir sıkıntı yaşanmaz...
Basın bu konuda da boş durmadı ve kriz üretimine (!) katkıda
bulunmayı kendine vazife telakki etti. AK Parti’nin MKYK
toplantısından kulis bilgilerle (!) gündemi ısıtmayı başardı. Güya
toplantıda Abdullah Gül, Kara Kuvvetleri Komutanı’nı eleştirmiş ve
bazı “hatırlatmalar”da bulunmuştu. Gül’den gelen açıklama
sözlerinin “eksik, yanlış ve ona ait olmayan ifadelerle”
verildiğinin altını çiziyordu...
Bizim medya için bir gün birisi “kriz üretim merkezi” yakıştırması
yapsa çok da haksız sayılmaz. Var olan bir krizi gizlemek medyanın
görevi değil; bu tür bir düşünce, sansürü de yanında getirir. Zaten
topluma da uzun vadede bir yarar sağlamaz. Madalyonun diğer
yüzündeki hakikat de şudur: Medya durduk yerde kriz de çıkarmaz;
çıkarmamalı! Asli çerçevesinden uzaklaştırılmış bir metin; ya da
kapalı kapılar arkasından suflörler vasıtasıyla alınan bir bilgi,
bazen muhkem bir kaziye haline geliveriyor. Kaleme alınan yazılar,
başlatılan diziler, yapılan tartışmalar temelde yanlış bir bilgiye,
“amacını aşan” bir cümleye dayanabiliyor. İlk metindeki yanlışlık,
zamanla literatüre bile girebiliyor. Mesela Cemil Çiçek’e ait
olduğu söylenen “flört fahişeliktir” lafını 15 yıl sonra Hakan
Aygün aydınlığa kavuşturdu. Literatüre giren cümle meğer külliyen
yalanmış...
Geçen haftanın diğer önemli bir gündemi Yargıtay’ın aldığı kararlar
üzerineydi. Bilindiği gibi kısa bir süre önce Yargıtay 312.
maddenin çıkardığı sıkıntıları giderici bir karar almış, daha
özgürlükçü bir yorumda bulunmuştu.
Gerekçeli karara göre düşünce suç olmaktan çıkıyor, kanun dışı
eylem asıl suç unsuru haline geliyordu. Gerekçeye göre laiklik
artık Türk milleti tarafından içselleştirilmiş ve kamu vicdanına
mal olmuştu. Dolayısıyla, laiklik aleyhine fikir beyan etmek
laikliği tehdit anlamına gelmezdi. Tabii bu karar üzerine kıyamet
kopmuş, Türk basını -âdet olduğu üzre- kamplara bölünmüştü.
Geçen hafta Yargıtay, önceki kararıyla çelişen bir sonuca ulaşarak
(!) düşüncenin suç sayılabileceği şeklinde yorumlanabilecek bir
noktaya ulaştı. Basın yine iki cephe. Kimine göre ilk karar doğru,
kimine göre ikincisi. Elbette olumlu-olumsuz analizler yapılacak,
düşünceler birbiriyle çarpışacak... Ancak, Türk medyası Yargıtay’ın
çelişkili kararını “boks maçı”na benzetti. İlk raunt, ilk karar
için kullanıldı; ikinci raunt ikinci karar için. Maçın kaç raunt
üzerinden oynandığını bilen var mı? Bazılarına göre Türkiye’deki
her şey, boks maçına benziyor; hal böyle olunca bu ülkenin
üzerinden krizler eksilmiyor. Bu topraklarda hırçınlığın,
kavgacılığın sebebi çok; sebeplerini anlamak zor da değil. Zaten
bazı kişi ve gruplar varlığını kavgalara borçlu, kavga bitse
yazacak tek bir cümlesi kalmayanlar vaktiyle bazı köşeleri tutmuş
bu ülkede. O yüzden muhtemel bir krizin üstüne balıklama
atlayanları belki de mazur görmek, hatta göz ardı etmek gerekir.
İşin üzücü yanı, “ses getirsin” diye yapılan gazetecilikten en çok
gazeteler zarar görüyor ve bu gerçek bazen vaktinde fark
edilemiyor...
YAZI:Ekrem DUMANLI
ZAMAN