İnsan kanından eğlence üretme becerisi antik çağlardan bu yana
devam eden bir hobi. Daha öncesini bilmiyoruz ama bu barbarlık
kayıtlı tarihte arenalardaki gladyatörlerden günümüze kadar devam
etti. Eğlence için düzenlenen kanlı insan kavgaları, bir süre yer
altına inse de şimdilerde yeniden global bir spor haline geldi.
Yeni küresel hobimiz linç ve kan… Sosyal medya bu ilkel dürtünün
yeni arenası oldu.
Artık beğenmediğimiz, bize aykırı gelen her fikir ve kişiyi önce
sosyal medyadan linç ediyor, sonra hıncımızı alamıyor devleti,
polisi, savcıları göreve çağırıyoruz. Tribünlerin sesine kulak
kabartan yöneticiler ise “mesajı aldık” kabilinden bu linçe eşlik
ediyor. Bu şekilde sonu gözaltı ve hapisler olan bir kan revan
süreci başlamış oluyor kurban ve yakın çevresi için. Bu
ilkel halkla ilişkiler formu, bir toplum yaratmaktansa bir toplum
yönetmeye yarıyor. İnsanlar için iki yol bırakılıyor: Arslanlar ve
kılıçların önüne atılarak kanını eğlenceye sunan gladyatör olmak ya
da tribünde kan deryasına tempo tutan seyirci olmak…
Her medeniyet/toplum, 'medeniyet/toplum' olarak anılmayı hak
etmek için türlü badirelerden geçer ve birlikte yaşamak için asgari
normları oturtur. Birlikte yaşamanın asgari normlarının bütününe de
biz hukuk diyoruz. İnsanlar, huzur içinde yaşamak için hukuka
ihtiyaç duyarlar. İster semavi kaynaklı bir dayanağa, isterse
tamamıyla beşerî akıl gücüne dayansın, bir arada yaşamak ve “beka”
için hukuk tartışılmaz bir gereklilik.
Hukukun temeli ise adalet ilkesine dayanır. Herkesin kanun
önünde eşitliğini, can ve mal güvenliği ile fikir hürriyetini
sağlayan hukuk sistemleri de sağlamayanlar da gözümüzün önünde.
Medeni ve çağdaş bir hukuk seviyesi de barbar, ilkel ve zalim
yapılar da iki saatlik uçak mesafesinde…
Modern beşerî hukuk, en basit anlamıyla herkesin aykırı da olsa
fikir hürriyetine saygı gösterilmesi gerektiğine dair normlar
koyuyor ortaya. Bu normların büyük çoğunluğu yüzeysel ve yazılı da
olsa hukuk sistemlerine entegre edilmiş durumda. Yani kâğıt
üzerinde herkesin fikrini ifade hürriyeti var. Ancak toplum bu
konuda hala yer yer antik reflekslere kaçabiliyor.
Necip Fazıl’ın Destan şiiri, yukarıda başlığa da taşıdığım
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” dizesi ile başlar. 1947
tarihli bu şiirde bir çırpınış ve çaresizlik kulağa çarpar.
Toplumu, yanlış reflekslerle bir cürüm işlemenin kıyısında gören
ama durdurmaya güç yetiremeyen çaresiz bir çığlık. Maalesef bu tür
çaresizlikleri vicdan sahipleri bu topraklarda çok yaşadı.
Cumhuriyet Tarihi’nin her on yılına tespih tanesi gibi birer
toplumsal cürüm sığdırmayı ihmal etmemiş bir toplum. Bu cürümlerin
hemen hepsinde kalabalıklar goy goylar eşliğinde bir kıyıma alkış
tuttu veya bazen de bizzat yaptı. Bu ise toplumda çok derin yaralar
ve fay hatları oluşturdu. Toplumun tüm kesimleri, hem arena hem
tribün tecrübesini yaşadı.
Bu tecrübelerden sonra akıllanmış olmamız gerekiyordu. Va esefa
ki hala bunlardan yeterince ders almamış görünüyoruz. Geçen
haftalarda iki yaşlı gazetecinin tahliyesi ve birinin yeniden
tutuklanması sürecinde tribündeki tezahüratlara bakınca Necip Fazıl
gibi haykırmamak mümkün değil. Toplumda iktidara yakın kesim
“yetmez, daha fazla ezilmeleri lazım” diye tezahürat tuttururken
kendini muhalefet olarak takdim eden kesim, “zamanında bizi
satmıştı, ezin onu!” diye tepiniyordu. Karşımızdaki insanın hukuku
ve dava süreci kimsenin umurunda değildi. Yargıtay’ın bozma kararı
ve deliller, mahkemelerde yapılan suçlamalar ve savunmalar arena
kamuoyu için çok önemsiz görüldü.
Türkiye’nin sorunlarına dair anketlerin tamamı Hukuk’u birinci
sırada gösterirken bile modern arena tribünleri olan sosyal medyada
yankılanan tezahüratlar, tüm topluma okuma yazma ile beraber temel
hukuk eğitimi verilmesini salık veriyor. İlk cümlesi de
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” olsun.