Durmakla ilgili
derin kaygılarım var. Kendimi bazen yürüyen merdivende
"duran bir adam" gibi hissediyorum. Duruyorum.
Altımdaki bant gidiyor, dolayısıyla ben de gittiğimi varsayıyorum.
O sırada hayat akıyor, çevremdeki insanlar gidip geliyor. Günler
yıllar eskiyor, zaman altımdan kayıp giderken önce kendi hayatım,
sonra da çevremde benim hayatımı var eden her şey
ilerliyor.
Siz de belki benim
hissettiklerimi hissediyorsunuzdur. Mesela dünya ve ülke gündemi
hızla değişiyor, bir günA merika’da seçimler, cezaevlerindeki açlık
grevleri, diğer bir gün Suriye ile ilgili gelişmeler, kadın
cinayetleri, terör, şehitler… Neredeyse hızına yetişemiyoruz
yaşananların. Bense çocuk masumiyetiyle izliyorum tüm bu
olanları.
Anlıyorum her şeyi, hatta tepkiler bile veriyorum…
Ama bu kadar!
Şöyle düşünün;
şiddetli bir yağmurda elinde şemsiyesiyle yürüyen insanlar gibiyiz.
Yerler çamur, ayakkabılarımız su birikintilerine girip çıkıyor.
Etrafta kimileri yağmurdan kaçmak için koşar adımlarla evlerine
doğru giderken, kimileri de dükkânlara, otobüs duraklarının altına
sığınıyor.
Yağmurun üzerlerine düştüğü insanlar ıslanıyor, işleri aksıyor,
belki iş randevularına ıslanmış kıyafetler ve bozulmuş saçlarla
gidiyor; biz "şemsiyeliler" ise duruyoruz ve
sessizce şemsiyemizin altında, yağmurun insanların başına getirdiği
felaketleri gözlemleyip, "ne yazık yahu, hiç kolay değil
yaşadıkları… " diyerek geçip gidiyoruz.
Ah vah ettiğimize göre de, paylaşmış oluyoruz acılarını. Hem de
öyle bir paylaşmak ki; bencilliğin ve tekliğin iliklerimize kadar
sirayet ettiği bir paylaşım.
"Paylaşmak", bu post-modern zamanlarda en çok
anlamını yitiren kavram oldu. Birbirine bakmadan, göz göze
gelmeden, hiç temas etmeden hüzünleri mutlulukları paylaştığını
zanneden insan güruhları haline geldik. Sosyal medyada veya TV
izlerken paylaşılmış ortak mutluluk ve acılarımız var artık.
"Hiç olmazsa kalbinle büz o haksızlığı, dilinle
yargıla…" kıvamındayız.
Parlak ekranların karşısındaki üçlü koltuklarda, dokunamadan,
hissetmeden, perdedeki filme dikkatlice bakıp, duygulanan iyi bir
sinema seyirci gibi "Ah vah" edip matemlerimizi
tutuyoruz. Aslında ne haberlerde 14 km. yol yürüyerek okula giden
kızın yaşadığı zorlukları anlayabiliyoruz, ne de helikopterde
biricik oğlunu yitiren babanın acısını… Artık bedenler değil de,
sanal vicdanlarımız birbirine temas ediyor.
Evet, belki batılı
toplumlara göre “bir başkasının acısını paylaşma”
eşiğimiz, çok düşük demek yanlış olur. Nitekim kentleşme,
kalabalıklar, geçim sıkıntısı gibi modern dünyaya ait insanın
bencilleşmesini sağlayan tüm unsurlara rağmen, hala doğal
afetlerde, kitlesel yıkımlarda vicdanlarımızda sönmemiş olan ateşin
büyüyerek bir alev topuna dönüştüğünü görebiliyoruz.
Ama bu durum; yine
de "Şemsiyeli" şanslılardan olduğumuz gerçeğini
değiştirmiyor. Yağmur elbet bizi de vuruyor. Ama vursa da doluya
tutulanların yanında bizimkisi, bir annenin çocuğuna söylediği
"üstünü değiştir evladım, hasta olacaksın"
hassasiyetini geçmiyor.
Evde, okulda, iş
yerlerinde, aslında hızlıca akan hayatın tam ortasında
"duruyor"uz. Etrafınıza bir bakın, neredeyse son
sürat raylar üzerinde akan bir trenin içinde, pencereden dışarıyı
izleyen çocuklar gibiyiz. Savaşlar, açlık, adaletsizlikler dışarıda
pencerenin önünden geçerken, biz sahip olduğumuz küçücük
vagonumuzda mutlu bir hayat kurmanın telaşını yaşıyoruz.
Yani durmak, bir
yaşama biçimi oldu bu çok post-modernli zamanlarda. İşte ben tüm
bunların içinde duruyorum. Bandınüzerinde gidiyorum, etrafıma
bakınıp, izliyorum. Bazen de elimde şemsiyem, ağır aksak adımlarla
yürürken, olanı biteni anlamaya çalışıyorum. Bu arada, su
birikintilerinde ıslanan çoraplarımın beni hasta edebileceğini de
düşünüp endişeleniyorum. Yani, bir hayat var etrafımda. Tam da
içindeyim. Her şeyden haberim var. Yoldan geçenleri, ıslananları
görüyorum ve feci derecede üzülüyorum.
Artık; durmanın bir
eylem olduğu yerdeyiz.
Dedim ya; durmakla ilgili derin kaygılarım var.