Dünya gündemini değerlendirdi
Abone olABD’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından Dış İlişkiler Konseyi’nde bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Gül, dünya gündemine dair önemli açıkla...
ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından Dış İlişkiler
Konseyi’nde bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı Gül, dünya gündemine
dair önemli açıklamalarda bulundu.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu
68. Genel Kurulu genel görüşmeleri için bulunduğu New York’ta, “Dış
İlişkiler Konseyi” (CFR) isimli düşünce kuruluşunda bir konuşma
yaptı. Cumhurbaşkanı Gül’ü toplantının yapılacağı salona gelişinde
CFR Başkanı Richard N. Haass karşıladı. Cumhurbaşkanı Gül
toplantıda yaptığı konuşmada, Dış İlişkiler Konseyi’ne hitap
etmekten duyduğu memnuniyeti ifade ederek, “Bu seçkin kurum, son
derece zengin bir birikimi ve uzmanlığı bünyesinde
barındırmaktadır. Dış İlişkiler Konseyi, aynı zamanda daha iyi bir
gelecek inşasına yönelik fikirlerin buluştuğu bir platformdur.
Salondaki bu seçkin dinleyici kitlesi, Konsey’in küresel
ilişkilerdeki derin bilgisi ve tecrübesinin tezahürüdür” dedi.
Konuşmasında Orta Doğu ve civarındaki bölgede meydana gelen
kapsamlı dönüşümlerle ilgili görüşlerimi paylaşacağını aktaran
Cumhurbaşkanı Gül, özellikle Mısır’daki güncel gelişmeler ve
Suriye’de devam eden durum üzerinde duracağını ve Türk-Amerikan
ilişkilerine kısaca değinerek konuşmasını tamamlayacağını
belirtti.
“BÖLGEYLE İLGİLİ ALIŞILMIŞ VARSAYIMLARIMIZI VE GELENEKSEL ANALİZ
KALIPLARIMIZI GÖZDEN GEÇİRMELİYİZ”
Cumhurbaşkanı Gül, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Arap Dünyası’nda,
bölgesel statükonun temellerini kökten sarsan krizler yaşandığına
işaret ederek şöyle söyledi: “Yaşanan bu dönüşümler, bölgeye bakış
ve değerlendirmelerimizle ilgili geleneksel kalıpların
geçerliliğini sorgulanır hale getirmektedir. Bu yüzden, bölgeyle
ilgili alışılmış varsayımlarımızı ve geleneksel analiz
kalıplarımızı gözden geçirmeliyiz. Bölgedeki durumu artık sadece
Filistin sorununun parametreleriyle anlamamız mümkün değildir. Daha
da önemlisi, artık bölge içi dengelerin veya çekişmelerin sadece
devletler arasında yaşandığı gibi basite indirgeyici bir yaklaşımı
sürdüremeyiz. Eskiden tanıdığımız şekliyle Irak, bölgesel güç
dengesinde oynadığı düşünülen rolle birlikte tarih sahnesinden
çekilmiştir. Tarihte ilk kez, Irak’ın demografik yapısı siyasi
sistemini belirlemiştir. Bu durum, hem Irak içinde yeni dengeleri,
hem de yeni dış politika önceliklerini beraberinde getirmiştir. Bu,
aynı zamanda bölgesel jeopolitiği değiştirmiştir. Bağdat, artık
Tahran’a Kahire veya Riyad’a olduğundan daha yakındır.”
“KİMLİK SİYASETİNİN GÜÇ KAZANMASI BÖLGESEL İSTİKRAR ÜZERİNDE CİDDİ
SONUÇLAR DOĞURUYOR”
Konuşmasında Orta Doğu genelinde etnik, dini ve mezhepsel
kimliklerin artan etkisinin de aynı ölçüde önemli olduğuna değinen
Cumhurbaşkanı Gül, “Bölgede geçmişi modern devlet yapılarının
ortaya çıkmasından çok öncelere giden geleneksel kimlikler, uzun
süre baskı altında tutulmuştur. Ancak baskı altından tutulan
aidiyetlerle ilgili bilinç, artık etnik ve mezhepsel temelli kimlik
siyasetini ortaya çıkartmıştır. Kimlik siyasetine yapılan bu yeni
vurgu, kendi başına bir tehdit değildir. Ancak, etnik ve mezhepsel
aidiyete dayanan kimlikler, ulusal kimliklerin rağmına güç
kazanmaktadır. Ulusal güç merkezlerinin yerini devlet dışı
aktörlere bırakması, bölgedeki ulus devletleri hiç beklenmedikleri
tehditlerle karşı karşıya bırakmaktadır. Kimlik siyasetinin milli
sınırların ötesinde güç kazanması, bölgesel istikrar üzerinde de
ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Benzer şekilde, iç siyasi
sistemlerdeki değişiklikler her zaman etnik ve mezhepsel insicamı
beraberinde getirmemektedir. ‘Kazanan hepsini alır’ anlayışına
dayalı uzlaşmaz güç mücadelesi ortaya çıktığında, etnik ve mezhep
temelli kimlikler siyaset sahnesini bütünüyle belirlemeye
başlamaktadır” dedi.
ORTA DOĞU’YU ŞEKİLLENDİREN ÜÇ TEMEL DİNAMİK
Etnik ve mezhep temelli gerginlerin eninde sonunda hem içerde hem
de dışarıda şiddeti doğurduğunun tecrübeyle sabit olduğunu
Cumhurbaşkanı Gül konuşmasını şöyle sürdürdü: “Bu mülahazalar
ışığında, günümüzde Orta Doğu’yu şekillendiren birbiriyle
bağlantılı üç temel dinamiği analiz etmek istiyorum. Bunlardan
ilki, ortak mezhep bilincinin ulus devlet sınırlarının ötesine
geçen birleştirici rolüdür. Bu bağlamda, Arap ve İran Şiileri
arasındaki mesafe hızla kapanmakta ve Şiilik bilinci etrafında
birleşen tek bir blok ortaya çıkmaktadır. İkincisi, artık yekpare
bir Arap bloğu yoktur. Bölge hükümetleri, etkisi giderek artan
şekilde hissedilen etnik ve mezhep temelli kimlik siyasetinin
beraberinde getirdiği zorluklarla karşı karşıyadır. Ulus devlet
sınırlarını aşacak şekilde devamlılık ve nüfuza sahip olan bazı
devlet dışı aktörler, bölgede giderek kilit aktörler haline
gelmektedir. Üçüncüsü, hükümetler ve devlet dışı aktörler arasında,
ulusal ve bölgesel düzeyde daha fazla güç ve nüfuz sahibi olmak
için adı konulmamış jeopolitik bir rekabet söz konusudur. Sonuç
olarak, uluslar ve sınırlar aşan kimliklerin etkisine daha geniş
bir perspektiften bakmak, Basra Körfezi’nden Akdeniz’e kadar olan
coğrafyada meydana gelen gelişmelerin birbiriyle olan
bağlantılarını anlamamızı ve bunlara mukabelede bulunmamızı
kolaylaştıracaktır.”
“ORTA DOĞU’YLA İLGİLİ DÜŞÜNCE VE ALGILARIMIZI YENİ GERÇEKLERLE
UYUMLU HALE GETİRMELİYİZ”
Bölge devletlerinin karşı karşıya oldukları sorunların büyük ölçüde
siyasi meşruiyet açığından kaynaklandığının da görülmesi
gerektiğini aktaran Cumhurbaşkanı Gül, “Biliyoruz ki, yönetilenler
yönetenlerden rızasını çektiğinde, baskı ve şiddet yoluyla iç
düzeni sağlamaya çalışmak başarısızlığa mahkûmdur. Değişim
talebiyle başlayan ve birçoklarının “Arap Baharı” olarak
tanımladığı halk hareketlerinin fitilini ateşleyen temel dinamik
budur. Bölgedeki olayların gelecekte alacağı seyir hakkında
kehanette bulunmak elbette doğru değildir. Ancak akıl ve mantık,
bölgenin yeni dinamiklerinin, bu dönüşüm sürecine nasıl mukabelede
bulunacağımızı belirlemesini gerektirir. Orta Doğu’yla ilgili
geleneksel düşünce ve algılama kalıplarımızı yeni gerçeklerle
uyumlu hale getirmeliyiz. Son dönemdeki gelişmelerin birbiriyle
bağlantılı olduğunu görmek zorundayız. Irak’ın geleceğiyle, Suriye
ve Lübnan’daki durumla ve Mısır’daki gelişmelerle ilgili
tartışmaların hepsi böylesine bir yeni değerlendirmeyi zorunlu
kılmaktadır” dedi.
“İKTİDARDA KALMANIN ANAHTARI MEŞRUİYETTİR”
Bir başka önemli meselenin, bölgedeki değişim dalgasının nasıl
algılandığıyla ilgili olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı Gül şöyle
konuştu: “Birçok insan, özellikle de devlet adamları, değişimden
çekinirler ve hatta değişime karşı durmaya meyillidirler.
Uluslararası camia olarak, Arap halkları sokaklara döküldüğünde
güçlü destek vermiştik. Ancak, bölgede dönüşüm gerçekleşmeye
başlayınca siyaset sahnesindeki yeni aktörlerin ideolojileriyle
ilgili eski korkular nüksetti. Bu tür endişelerin yersiz olduğunu
söylemiyorum. Ancak bir kaç önemli hususa dikkat çekmek istiyorum.
Birincisi, ne demokrasinin gelişmesi ve güçlenmesi, ne de
demokratik kültürün tesisinin bir gecede mümkün olduğudur.
İkincisi, hükümetlerin seçim yoluyla iktidara geldikleri, ancak
sadece halklarının rızasıyla iktidarlarını sürdürebildikleridir.
İktidarda kalmanın anahtarı meşruiyettir. Bunun için, siyasi
istikrar ve hukukun üstünlüğü gözetilirken, sosyal ve ekonomik
sorunlarla da etkin şekilde mücadele edilmesi gerekir. Hükümetler,
gerekirse seçim yoluyla liderlerini cezalandırabilen ve iktidardan
uzaklaştırabilen halklarına karşı doğrudan sorumludur. Üçüncüsü,
Hükümetlerin ideolojilerinin ortak akılla çelişmediği müddetçe
anlam ifade ettiğidir. Siyasi iktidarların ideolojisi halkın
tercihleriyle çatıştığında, kazanan her zaman halk olacaktır.
Dördüncüsü, bu dönüşümlere karşı durmanın Orta Doğu’ya istikrar ve
güvenlik getirmeyeceği gerçeğidir.”
Cumhurbaşkanı Gül, öngörülebilirliğin ve istikrarı temin adına
özgürlük ve demokrasiyi feda etmenin sadece daha büyük felaketlere
davetiye çıkartacağını, nitekim insanlar siyaset ve demokrasiye
olan inançlarını kaybettiklerinde, hiç şüphesiz aşırıcılık ve
radikalleşmenin güç kazanacağını vurguladı.
“UZUN VADELİ İSTİKRARIN EN GÜÇLÜ TEMİNATI DEMOKRASİ, HUKUKUN
ÜSTÜNLÜĞÜ VE TEMEL ÖZGÜRLÜKLERDİR”
“Şimdiye kadar yaptığım analiz ışığında, uzun vadeli istikrarın en
güçlü teminatının demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel özgürlükler
olduğuna dair sarsılmaz inancımı dile getirmek isterim. Halkın
özgür iradesi sadece ama sadece demokratik süreç dâhilinde tecelli
edebilir, meşruiyet ve hesap verebilirlik ancak bu sayede tesis
edilebilir” diyen Cumhurbaşkanı Gül, bölgedeki geçiş sürecinin
çeşitli sorunlarla malul olmasının, bu yöndeki kararlılığa gölge
düşürmemesi gereğine de işaret etti.
BÖLGEDEKİ DEĞİŞİM
Cumhurbaşkanı Gül, bölgedeki değişim ve dönüşüm dalgasının
desteklemesi gereğine de değinerek, Tunus, Libya ve Mısır’ı da
içine alan geniş coğrafyada elde edilen ancak kırılgan olan
kazanımların muhafaza edilmesi gerektiği, yeni filizlenen siyasi
sistemlerin olgun demokrasilere dönüşmesinin zaman alacağını
unutmaması ve bu süreçten geçen tüm ülkelerin tereddütsüz desteği
hak ettiklerini anlattı.
“MISIR HALKININ ÖZGÜR İRADESİNİN TECELLİ EDİLEBİLMESİ İÇİN
DEMOKRATİK SÜREÇ YENİDEN TESİS EDİLMELİDİR”
Konuşmasının başında belirttiği dinamikleri bünyesinde en iyi
barından ülken,n muhtemelen Mısır olduğunu aktaran Cumhurbaşkanı
Gül, “2011’deki devrimin ardından Türkiye, demokrasi ve özgürlük
yürüyüşünde Mısır halkına süratle destek vermiştir. Maalesef,
Mısır’ın tarihi demokrasi yolculuğu iki yıldan kısa süre içinde
kesintiye uğratılmıştır. Ancak bugün Mısır’da çok daha önemli bir
meseleyle karşı karşıyayız. Kaybeden Mısır olduğu takdirde, hiç
kimse kazançlı olamayacaktır. Mısır halkının özgür iradesinin
tecelli edilebilmesi için demokratik süreç yeniden tesis
edilmelidir. Bu, istisnasız bütün siyasi partilerin ve grupların
katılabileceği özgür ve adil seçimlerle sağlanabilir. Siyasetçilere
yönelik keyfî tutuklanmalar ve siyasi partilerin kapatılması çözüm
olmadığı gibi, daha büyük kaosa da davetiye çıkartacaktır. Mısır’da
işlerin normale dönmesi için, Cumhurbaşkanı Mursi dâhil, tutuklu
bulunan bütün siyasetçiler serbest bırakılmalıdır. İleriye doğru
yol alınabilmesini teminen, bütün tarafların pragmatizm ve itidal
sergileme maharetini göstermesi gerekir. Mısır, Arap ve Müslüman
dünyasının kalbinde yer almaktadır. Mısır’ın bundan sonra nasıl yol
alacağı, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın da kaderini etkileyecektir”
dedi.
“SURİYE’DEKİ İÇ SAVAŞ KİMYASAL SİLAH KULLANILMASIYLA BAŞLAMADI, BU
SİLAHLARIN İMHASIYLA DA SONA ERMEYECEK”
Konuşmasında Suriye’deki mevcut durumla ilgili olarak geriye
söylenmeyen çok az şey kaldığına da işaret eden Cumhurbaşkanı Gül,
“Bu yüzden, bu noktaya nasıl gelindiği veya uluslararası toplumun
21. yüzyılın bu en önemli krizini önlemek veya durdurmaktaki
başarısızlığı hakkında yorum yapmayacağım. Şüphesiz, Suriye’deki
durumun birçok boyutunu tartışabiliriz. Ancak ben görüşlerimi
kısaca ifade etmek istiyorum. ABD ile Rusya arasında varılan ve
Suriye’nin elindeki kimyasal silahların uluslararası denetim
altında imhasını öngören anlaşma şüphesiz memnuniyet vericidir. Bu
silahların tamamının kesin olarak ve doğrulanabilir şekilde imhası,
bölgeyi rahatlatacaktır. Ne var ki, Suriye’deki iç savaş kimyasal
silah kullanılmasıyla başlamamıştır. Bu silahların imhasıyla da
sona ermeyecektir. Uluslararası toplum bu sorunun sürüncemede
kalmasına müsaade ederse, önümüzdeki dönemde binlerce insanın daha
öldürülmesinden ve milyonlarca yeni mülteciden söz ediyor olacağız.
Daha da önemlisi, çatışma ortamının devam etmesi sıradan insanların
radikalleşmesi için elverişli bir zemin oluşturmaktadır” dedi.
SURİYE’YE ASKERİ MÜDAHALE
Cumhurbaşkanı Gül konuşmasını şöyle sürdürdü: “Suriye’de radikal
grupların yerleşmesine ve güç kazanmasına yol açan temel dinamik iç
savaş koşullarının devamıdır. Bu gruplar, nihai tahlilde sadece
Suriye için değil, bütün bölge ülkeleri için hayatî güvenlik
tehdidi oluşturan otonom yapılara dönüşecektir. Nihayetinde
hepimiz, etkileri sınırları aşan ve bölgenin tamamına yayılan bir
tehdidi kontrol ve bertaraf etmek zorunda kalacağız. Gelinen
aşamada, ne zaman sona ereceği bilinmeyen bir iç savaşın hiç
kimsenin çıkarına olmadığını hepimiz idrak etmiş durumdayız. İç
savaşın devamına izin verilmesi, Suriye’nin ve bölgenin tamamı için
en büyük tehdidi teşkil etmektedir. Dolayısıyla şu soruları
sormalıyız. İç savaşı sona erdirecek stratejimiz nedir? Diplomasi
işe yarayabilir mi? Askeri güç kullanımı gerekli mi? Cenevre
Süreci’nin siyasi çıkış stratejisi bakımından en güçlü temeli
oluşturduğuna dair yaygın bir kanaat mevcuttur. Ancak, Cenevre
Süreci iki sebepten dolayı en başından itibaren başarısızlığa
mahkûmdu. İlk olarak Cenevre Süreci, Suriye rejimini varılan
mutabakatın hükümlerine riayet etmeye zorlayacak yaptırım
mekanizmasını içermiyordu. Zira hiçbir zaman, BM Güvenlik Konseyi
kararı olarak kabul edilmedi. İkinci olarak, Anlaşma’da bir geçiş
süreci öngörüldü. Ama sürecin somut modaliteleri ve takvimi
belirlenmedi. Hepimiz Cenevre-II süreci çerçevesinde barış
görüşmelerinin yeniden canlandırılmasını istiyor ve bunu
destekliyoruz. Ancak Cenevre-I’deki hataları tekrarlamamalıyız.
Önümüzdeki süreçte diplomatik muğlâklığa yer vermemeliyiz. Aksi
halde, Suriye’deki trajediyi daha da kötüleştiririz. Şimdi askeri
kullanılmasıyla ilgili tartışmalara kısaca değinmek istiyorum.
Askeri güç kullanımı, herkes için çok kritik ve zor bir karardır.
Bu, uluslararası meşruiyet ve hukukilikle ilgili tartışmaları
beraberinde getiren bir süreçtir. Demokrasilerde, askeri yöntemler
tartışılırken kamuoyunun hassasiyetleri mutlaka göz önünde
bulundurulmalıdır. Ancak, askeri müdahale amaç değildir. Askeri güç
kullanımı, mutlaka çok iyi tanımlanmış ve hesap edilmiş hedefleri
olan bir siyasi stratejinin aracı olmalıdır.”
“ACİLEN KÖKLÜ BİR DEĞİŞİKLİĞE İHTİYAÇ VAR”
Konuşmasında, Cumhurbaşkanı Gül. BM Güvenlik Konseyi’ndeki
tıkanıklığı aşmak için acilen köklü bir değişikliğe ihtiyaç
bulunduğunu vurgulayarak, “Suriye’nin elindeki kimyasal silahların
imhasıyla ilgili son ABD-Rusya anlaşması, son dakika diplomasisinin
mükemmel bir örneğidir. Ancak, bu mutabakatın arkasından iç savaşı
sona erdirecek, Suriye halkının emniyet ve güvenliğini temin edecek
ve siyasi geçişi olabildiğince sorunsuz sağlayacak bir strateji
gelmezse, değeri son derece sınırlı olacaktır. Güvenlik Konseyi’nin
beş daimi üyesi ve İran dâhil Suriye’nin komşuları, böyle bir
stratejiyi oluşturmak ve uygulamak için çalışmalıdır. Bunu
gerçekleştirecek kararlılığı göstermek hepimiz için insanlık
görevidir” dedi.
TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİ
Cumhurbaşkanı Gül, Türk-Amerikan ilişkilerine ilişkin olarak da
şöyle söyledi: “Geride kalan elli yılı aşkın sürede Türkiye-ABD
ilişkilerini tanımlamak için çok zengin bir terminoloji
geliştirilmiştir. Kullanılan son terim ‘model ortaklık’tır.
Terminolojinin zenginliği, Türk-Amerikan ilişkilerinin kalıcı ve
dinamik yapısını göstermektedir. Bu durum, iki ülkenin, birçok
bölgesel ve uluslararası konuda dış politika, güvenlik ve ulusal
çıkarlarının örtüştüğüne de delalet etmektedir. Türkiye ve ABD’nin,
konuşmamda değindiğim bütün sorunları aşmak için omuz omuza
çalışmaları gerektiğine yürekten inanıyorum. Türkiye ve ABD
arasındaki bağların gelecekte çok daha güçlü olacağına olan inancım
da tamdır. Bununla beraber, Türk-ABD ilişkilerine sürekli itina
gerekmektedir. Esasen bütün dış politika konularında her zaman aynı
fikirde değiliz. Müttefiklerin belirli bir konuda tamamen örtüşen
çıkarları bulunmaması ve bazen birbiriyle çelişen muharriklere
sahip olması doğaldır. Ancak, nihai hedeflerimizin aynı olduğunu
hatırdan çıkartmamalıyız. Bölgemizde ve dünyada barış ve istikrarın
muhafazasını istiyoruz. Dostluk ve ortaklığımızı değerli ve anlamlı
kılan da budur. Türkiye ve ABD’nin yıllar içinde geliştirdiği ve
bugünlere güçlü biçimde getirdiği model ortaklığın bütün
sınamalardan başarıyla çıkacağına olan inancım tamdır. Ortaklığımız
bundan sonra da devam edecektir. Bu kapsamda Dış İlişkiler
Konseyi’nin iki ülke arasındaki ilişkilerin derinleştirilmesine ve
entelektüel zenginliğinin arttırılmasına katkıda bulunmayı
sürdüreceğine inanıyorum. “
Cumhurbaşkanı Gül, Dış İlişkiler Konseyi’nin Türkiye ve ABD
ilişkilerinin derinliğine ve entelektüel zenginliğine katkıda
bulunmaya devam edeceğine duyduğu inancı da dile getirdi.
(İHA)