Dinç Bilgin'den müthiş itiraflar!
Abone olSabah Gazetesi'nin eski patronu Dinç Bilgin, kendi döneminde yaşadığı olayları Taraf'tan Neşe Düzel'e anlattı.
NEDEN: DİNÇ BİLGİN Başbakan Tayyip Erdoğan’ın
gazete patronlarına seslenerek, ‘yazarlarına karışmalarını,
gerekirse işlerine son vermelerini’ istemesi her kesimde
şaşkınlıkla ve tepkiyle karşılandı. Hem demokrasi istediğini
söyleyip hem de yazarların emirle yazı yazabileceğini düşünmesi
Başbakan’la ilgili kuşku uyandıran bir çelişkiydi doğrusu. Bu
çelişki, aynı zamanda, siyasetçigazete patronu ilişkilerinin bu
ülkede nasıl olduğuna, kapalı kapılar ardında neler yaşandığına
dair de soru işaretleri yarattı. Bu ilişkileri çok iyi bilen,
bizzat yaşayan ve yapılan hataları görüp değerlendirecek bir
olgunluğa erişen Dinç Bilgin’e medyanın bu ülkedeki güç odaklarıyla
ilişkilerini sorduk. Medya patronlarıyla siyasetçilerin,
generallerin ilişkilerini, medya patronlarının aslında kimlerden
çekindiğini, çekinmelerinin nedenlerini, 28 Şubat’ta medyanın
rolünü, gazetelere yapılan servisleri, Türkiye’de medyanın gücünü,
hükümetlerle iş ilişkilerini, Türkiye’de gazeteciliğin değişip
değişmediğini, önümüzdeki dönemin gazetelerinin nasıl gazeteler
olacağını, kendisinin nasıl bir gazete çıkaracağını, medya
patronlarının genel yayın yönetmenleriyle ilişkilerini, bir
patronun hangi şartlarda gazetesinin genel yayın yönetmenini ve
yazarlarını değiştirdiğini konuştuk. Bütün bunları, Sabah Grubu’nun
patronu olduğu dönemde bizzat yaşadığı olaylardan örnekler
aktararak anlattı Dinç Bilgin.
NEŞE DÜZEL: Başbakan geçenlerde gazete patronlarına
seslenen tuhaf bir konuşma yaptı. Gazete patronlarına, yazarlarına
neler yazmaları gerektiğini söylemelerini, laf dinlemeyenleri de
işten atmalarını öğütledi. Başbakanlarla gazete patronlarının
ilişkileri nasıldır? Erdoğan’ın açıkça yaptığı bu tür
yönlendirmeleri yapar mı bizde hep başbakanlar?
DİNÇ BİLGİN:Türkiye’deki bütün başbakanların,
gazetelerden, gazete sahiplerinden ve gazete yazarlarından
şikâyetleri olmuştur. Bu şikâyetler, yönlendirmeler yeni değil.
Yeni olan, şimdiki başbakanın çok daha açık sözlü olması.
Şikâyetini açıkça söylüyor. Gazete sahiplerini dükkân sahibine,
yazarları da tezgâhtara benzetmesi biraz ağır kaçıyor ama pek de
haksız değil. Maalesef bu sözlerinde gerçek payı var.
Siz Sabah’ın patronuyken, başbakanlarla yazarlar konusunda
görüştünüz mü hiç?
Hayır. Sadece rahmetli Özal, Güngör Mengi’yi sevmezdi. Bunu ima
ederdi, böyle bir takıntısı vardı. Ama Turgut Bey bana hiçbir zaman
Güngör Mengi’ye yazı yazdırma diye bir şey söylemedi.
Ya Demirel? O kimi sevmezdi?
En usta politikacı o olduğu için, sevmediğini belli etmezdi. Size
bir anekdot anlatayım. Eskiden gazete patronlarının en büyük
problemi kâğıt ithalatıydı. Hükümetler, ara sıra kâğıda fon
koyarlar, gümrük vergilerini yükseltirlerdi. Bu yüzden Gazete
Sahipleri Sendikası olarak bizler de sık sık başbakanlarla
konuşmaya Ankara’ya giderdik. Bir defasında, Aydın Doğan sendika
başkanı, ben de yardımcısı olarak, gene Ankara’ya gittik. Ben bir
şeyi tuttururum ve devamlı söylerim.
O dönemde ne söylüyordunuz?
O sırada da, “Gazete sahipleri başbakanlarla memleket meselelerini
konuşabilirler ama asla akçeli işler konuşmamalılar” diye bir laf
tutturmuştum. O ziyarette, bunu Süleyman Bey’e de söyledim.
Demirel ne cevap verdi?
Sırtıma şöyle bir vurdu, “Dinç, akçeli konularda müzakere etmek
için sen bu kapıdan daha çoook gireceksin” dedi. Haklı da çıktı.
Ben sadece gazete sahibi olarak kalamadım. Gazetecilik dışında
işlere de girdim. Oysa, “gazete sahipleri başbakanlarla akçeli
işler konuşmamalılar” diyebilmek için benim siyasetçi karşısında
güçlü olmam ve sadece gazetecilik yapmam lazımdı.
“Başbakanlar uyarmadı” dediniz. Yazarlar konusunda sizi
uyaran siyasetçiler oldu mu?
Hayır. Siyasiler bize değil, biz siyasilere karşı babalanıyorduk,
onlarla ters düşebiliyorduk. Devlete ise asla karşı
gelemiyorduk.
Niye?
Gazetecilik dışında bir işiniz yoksa hükümetleri rahatça
eleştirebilirdiniz, onlarla kavga da edebilirdiniz. Ama asker
ağırlıklı bürokrasiyi eleştirmek kolay iş değildi. Mesela Hıncal
orduevleriyle ilgili bir şey yazdığında Genelkurmay’dan telefon
gelirdi ama... Siyasetçilerle ilgili bir şey yazıldığında onlardan
bir uyarı gelmezdi. Basına karışmak istemediklerinden değil,
karışacak güçleri olmadığından bu böyleydi. Hatta benim o günlerde,
asker, yargı ve basından oluşan ‘üç ayaklı güç dengesi’ diye bir
teorim vardı. Ülkede gerçek güçler bunlardı. Hükümetler ise öyle
arada oyun oynayan unsurlardı.
Sistem gerçekten böyle mi çalışıyordu?
Basın mali olarak güçlenince, sistem böyle oldu. Şöyle anlatayım.
1960’lara kadar basının en büyük geliri kamudan gelen resmî
ilanlardı. Daha sonra ortaya büyük tirajlı gazeteler çıktı. Türkiye
ekonomisi büyüdükçe gazetelerin özel ilanları arttı ve basın,
hükümetlerin etkisinden kurtuldu. Böylece basın, ‘büyük basın’
oldu. Demokratik bir ülkede olması gerekenden çok daha güçlü bir
yere oturdu. Neredeyse dördüncü güç olup, hükümet devirecek, bakan
değiştirecek güce ulaştı.
Basın hükümet de kurdu değil mi?
Evet, bakan tayin etti. Bir ara basın o kadar güçlü hale geldi ki,
kimin hükümete gireceği kimin girmeyeceği pazarlıklarını yapar
oldu.
Basın başbakan tayin etti mi hiç?
28 Şubat’a bakarsanız, sonuçta o da oldu. Hürriyet Grubu ile bizim
Sabah Grubu arasında büyük rekabet vardı. Promosyon kavgası
yaşanıyordu. Tencereler, ansiklopediler dağıtılıyordu. Onların
tenceresi, bizim tencere, onların televizyonu bizim televizyon
derken onların başbakanı bizim başbakana kadar vardı iş. Hürriyet
Mesut Yılmaz’a, biz Tansu Çiller’e destek verdik.
Kim kazandı?
Sonuçta onlar kazandı. Ama o arada da basında büyük bir çürüme
başladı. Basındaki bozulma kontrol edilemez hal almıştı.
28 Şubat darbesiyle Mesut Yılmaz başbakan oldu. 28 Şubat’ı
Sabah Grubu da destekledi. Basındaki çürümeyi niye durdurmadınız?
Yoksa farkında mı değildiniz?
Farkında olmamak mümkün değildi. Ama bir yanda konformizm, bir
yanda gücün şehveti vardı. Medya o dönemde, bu ülkede hiç olmadığı
kadar güçlü oldu. Hem asker güçlendi, hem medya. Hükümetler ise çok
zayıftı. Medya o dönemde askerle ve yargıyla ittifak yaptı. Bu
ittifak, hükümetler karşısında basına sahip olmaması gereken bir
gücü verdi. Şu da var tabii... Bugün görüyoruz ki, manipülasyonlar
da doğrusu ustaca yapılmış. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi 28
Şubat da bir darbe süreciydi. Bir de o sırada farklı bir dünyada
yaşıyorduk. İslami akımlara son derece ters bakıyorduk.
Sabah Grubu’ndaki tek tek yazarların karşı çıktığı gibi
Türkiye’de medya 28 Şubat darbesine karşı çıkamaz mıydı? 28 Şubat
döneminde siz patrondunuz. Medya karşı çıksaydı, bu ülkede darbe
yapılabilir miydi?
Medya 28 Şubat’ta karşı çıkabilirdi ama çok zordu bu. Başına 50
tane bela gelebilirdi. Tehditler vardı. Siyasi cinayetleri
biliyorsunuz. ATV’ye bantlar geliyordu. Bizim Ali Kırca ekrana
çıkıyor, birden ses tonunu değiştiriyordu. Ve fonda saçma sapan
yazılar ekrandan akıyordu. Ben bunlara şiddetle karşıydım ve karşı
olduğumu da söylüyordum, bunun kavgasını yapıyordum ama... Bir süre
sonra gazete sahibi olarak, Sabah Grubu’nun bir numarası olarak
benim de pek fazla gücüm olmamaya başladı. Gücümü kaybettim, sözüm
geçmemeye başladı. Bir başka güç odağı geldi gazeteye hâkim oldu
sanki. Ayrıca...
Evet...
İzmir’de Yeni Asır son derece demokrat, liberal ve Batılı bir
gazeteydi. Ben, Sabah’ı İstanbul’a tepeden inme empoze ettim.
Sabah’ı çıkaran ekibin çoğu sol gelenekten geliyordu. O tarihte
bizim Türkiye’deki sol gelenek de daha çok devletçi, ulusalcı,
yabancı düşmanıydı.
Siz hangi görüşteydiniz?
Ben ise Özal’a hayrandım. Ben kendimi demokrat farz ediyordum.
Başka bir gazete yapmak, ülkenin yükselen değerlerine destek olmak
istiyordum. Ama İstanbul’da bulduğum kadro buydu. Bazı arkadaşları
ikna ettim ama... Benim İzmir’den getirdiğim demokrat liberal
genler onlarda yoktu. Maalesef 28 Şubat döneminde eski hastalıkları
uyandı. Şimdi bunları söyleyip bütün kabahati onlara yüklüyor
değilim. Ben sütten çıkmış ak kaşık değilim... Zaman içinde çok
değiştim tabii. Şimdi eskisine göre çok daha demokratım. Eskiden
kendimi demokrat farz ediyordum.
Askerî vesayete karşı çıkmadan, 28 Şubat’a karşı durmadan
kendinizi nasıl demokrat farz edebiliyordunuz?
O tarihte norm oydu. Askere karşı çıkılmıyordu ve karşı çıkmak
düşünülmüyordu bile. Türkiye’de birçok milat vardır. Bu milatlardan
biri de Taraf’ın yayın hayatına başlamasıdır. Taraf Türkiye’de pek
çok şeyi değiştirdi. Mesela Türkiye’nin insaf ölçülerini
değiştirdi. Bugün Taraf ’ta Nabi Yağcı’yı zevkle okuyorsunuz. Adam,
komünist olarak yıllarca Türkiye’nin en mahsurlu adamı sayılmış.
Basının da katkısıyla, değerlerini yazık etmiş bir ülke burası. Bu,
beni üzüyor şimdi.
Askerlerden size hiç yazarlarla ilgili uyarı geldi
mi?
Evet geldi. Türkiye 28 Şubat sürecinde çok sevimsiz günler geçirdi.
Çevik Bir’le yardımcısı Erol Özkasnak’ın Genelkurmay davetleri
başladı. Ben birkaçına gittim. Bir defasında Erol Özkasnak’ın
elinde ‘Dinç basını’ diye bir liste vardı. Bu listede yazarları
klasifiye edip değerlendirmişti.
Sizden beğenmedikleri yazarları atmanızı mı
istediler?
O kadar açık söylemediler ama... O tarihte Sabah Grubu’nda en çok
kızdıkları yazar Çetin Altan’dı. Bunlar, yazarların yazılarını
kesip, üst kademede dolaşıma sokuyorlardı. Bu yazıların altına,
yanına çıktılar yapıp, “Bu yazar şunu yazıyor, böyle demek istiyor”
diye notlar düşüyorlardı. Hatta ben, “Siz gazeteyi böyle mi
okursunuz? Gazete böyle okunmaz ki. Gazete şöyle arkanıza yaslanıp
keyifle okunan bir şeydir” dedim.
O dönemde generallerle ilişkileriniz nasıldı?
Öyle tanışıklıklarım yoktu. Çünkü ben öyle Ankara’ya gidip gelen
bir gazete sahibi değildim. Genelkurmay’dan bize “şu tarihte gel”
diye davetler oldu. Böyle dörtbeş defa bazen genel yayın müdürüyle,
bazen oğlumla, bazen de tek başıma Genelkurmay’a gittim.
Yayın politikalarınızdan dolayı hiç size karışmak
istedikleri oldu mu?
Şurası açık. Basını etkileme niyetleri elbette vardı. Ama ne
istediklerini açıkça belirtmiyorlardı da, nelerden hoşlanıp
nelerden hoşlanmadıklarını söylüyorlardı. Bu arada güzel bir yemek
yedirip bizi gönderiyorlardı. Kafalarına taktıkları şey irtica ve
bölünme tehdidiydi. Bir de itiraf etmeliyim, benim o tarihte
anlayışım biraz kıttı. Genelkurmay’a gittiğimizde, onlara,
“Askerlerin askerî konularda konuşmaları lazım. Siyasete
katılmamaları lazım” diye abuk sabuk laflar da ediyordum.
Generallerden sert sözler duydunuz mu?
Hayır, kibardılar. Tek duyduğum sert şey, 12 Eylül’de oldu. 12
Eylül sonrasında, gazete sahipleri olarak Çankaya’ya Evren Paşa’nın
huzuruna çağırıldık. Konsey üyeleri de oradaydı. Kara Kuvvetleri
paşasıyla, Jandarma paşası, rahmetli Nadir Nadi’yi çok fena
haşladılar herkesin önünde. Dehşete düşmüştüm. Yaşlı adama,
tehditvârî çok sert laflar ettiler. Zaten hemen sonra da
Cumhuriyet’i kapattılar.
Peki, gazetenizin yöneticileri, generallerden sert sözler
ve uyarılar duydular mı?
Yazarlarla ilgili mutlaka uyarılar gelmiştir ama gazete
yöneticilerine sert sözler edildiğini zannetmiyorum. Doğrusu şu ki,
Sabah, onlara ters gelen bir yayın yapacak bir gazete değildi.
Andıç sırasında Türkiye’de değildim. Cengiz Çandar bir yazıyla
cevap vermek istemiş. İşin başındaki kişi yazısını koymamış. Cengiz
benim şahsi dostumdu. Bu çok çok üzüldüğüm bir şeydir. Biz maalesef
o tarihlerde örnek olabilecek bir demokrasi mücadelesi vermedik.
Tam tersine davrandık.
Siyasetçilerden hiç tehdit aldınız mı?
Hayır. Gazete dışında işi olmayan medya, siyasetçilerden
çekinmezdi. Sadece askerî bürokrasiden çekinirdi. Şimdi ise hem
askerden hem de siyasetçiden çekiniyorlar. Çünkü tek parti iktidarı
nedeniyle şimdi siyasetçiler bir miktar daha güçlü. Benim uzun
yıllar gazete dışında bir işim yoktu. Dolayısıyla ben
siyasetçilerden çekinmezdim. Ama büyük sanayi ve mali şirketleri
olan medya patronları siyasetçilerden mutlaka çekinirlerdi.
Bir başbakan gazete patronuna kızdığında onu
cezalandırabilir mi?
Tabii. Gene bir anekdotla cevap vereyim. Erol Simavi Hürriyet’in
sahibiydi. Turgut Bey tarafından İstanbul’da orduevine davet
edildik. Sohbet iyi başladı ama sonra üçüncü gazete sahibi olarak
Asil Nadir de geldi. O gelince tuhaf bir hava oldu. Erol Bey’le
Asil Nadir arasında, Turgut Bey’le Semra Hanım’ın önünde bir atışma
başladı. Ben, Erol Bey’in yanında oturuyordum. Onu biraz tahrik
ettim ama sonra ben de korktum ve sesimi kestim.
Niye korktunuz?
Erol Bey biraz içkiliydi ve Asil Nadir’in basındaki büyük
transferlerinden bahsediyordu. Ona, Hürriyet’i kastederek, “Beni de
al. Ama benim fiyatım 12 sıfırlı” dedi. Sonra Başbakan’a döndü,
“Sen de aracılık yap. Yakında seçime gidiyorsun. Sana para lazım
olur” dedi.
Turgut Bey’e “Sen de komisyonunu al”
diyor...
Ben korktum. Erol Bey’i asansöre çektim. “Bizi burada
tutuklayacaklar” dedim. Turgut Bey hiçbir şey söylemedi ve neyse
gece bitti ve biz beraber çıktık. Ertesi sabah benim gene Erol
Simavi’yle işim vardı. Cenajans’ta Nail Keçeli’nin bürosunda
buluştuk. Tam konuşmaya başlayacağız, saat dokuzu çeyrek geçe
sekreterim aradı. “Başbakan sizinle konuşmak istiyor” dedi. Turgut
Bey, “Dinç neydi o halin. Neydi o terbiyesizlik” dedi ve ben Sayın
Başbakanım diye araya girdikçe bana da bağırmaya başladı ve Erol
Bey’e demediğini bırakmadı.
Sonra ne oldu?
Aradan 20-25 dakika geçti ki, gazeteden telefonla haber verdiler.
Kâğıt ithaline yüzde 10 fon konulmuş. Böyle bir ceza vermişti
Turgut Bey. Ben ona bayılırdım. Çok tontondu. Hiddetini de
şiddetini de severdim. Şimdiki başbakanda da o hali seziyorum.
Sinirlenebiliyor. Onun da insanı reaksiyonları var. Süleyman Bey,
kızıyor mu kızmıyor mu belli değildi.
Sizin siyasetçiye bakışınız nasıldı o dönemde?
Bir defasında, “Tiyatronun sahibi biziz. Siz sonuçta aktörlersiniz.
Siz, gelir ve gidersiniz” gibisinden küstah laflar ettiğimi
hatırlıyorum.
Bunu kime söylediniz ve ne cevap aldınız?
Mesut Yılmaz’a söylemiştim. Sonra da hesabımı gördüler zaten.
Medya, gelişmiş dünyada bizdeki gibi midir?
Medya orada da çok büyük güç, ama onlar, güçlü oldukları kadar da
kamuoyuna karşı sorumlular. Batı’daki gazete sahiplerinin,
ellerindeki gücü kötüye kullanmak akıllarından geçmiyor. Ayrıca
onlar medya dışında bir iş de yapmıyorlar. Sadece medya işi
yapıyorlar. Yoksa, başka işe karıştıklarında onlarda da bozulma,
çürüme başlıyor. Mesela medya patronu Murdock... Medya dışında iş
yapmasa da kötü bir örnek oluşturuyor. Çünkü dünya çapında, değişik
ülkelerde ve farklı rejimlerde medya yatırımları yapıyor ve
oralardaki hükümetlerle iyi geçinmek zorunda kalıyor.
Türkiye’de bir gazete, sadece gazetecilik yaparak ayakta
kalabilir mi?
Kalabilir. Bizim aile, gazeteciliğin dışında hiçbir iş yapmamıştı.
Ben Yeni Asır’dan çok iyi paralar kazandım. O paralarla İstanbul’a
gelip Sabah’ı çıkardım. Sadece gazetecilik yaparak Türkiye’nin en
fazla vergi veren ilk elli şirketi arasına girdi Sabah. Ama
1995’ten sonra Türkiye’de neredeyse bir ganimet paylaşımı yaşanmaya
başladı.
Tam ne yaşandı?
Diyelim ki enerji dağıtım ihalesi verilecek. Birini İhlas, birini
Erol Aksoy’un Show TV’si, birini de bir başka medya kuruluşu
alıyordu. Türkiye’de durum böyle garip bir hale gelmişti. Bizim
gazetenin yöneticileri, o paylaşımdan pay almamaktan rahatsızlardı.
Habire, “Patron şu işi yapalım, bu işi yapalım” diyorlardı. Ben
epey direndim. 1995-97 yıllardı arasında ekonominin şekli değişti
ve her medya kuruluşunun bir tane bankası oldu.
Sonuç ne oldu?
Sabah’ın hükümetlerle parasal ilişkilere girme hikâyesi işte o
dönemde başladı. Banka sahibi olduğunuz zaman ister istemez parasal
ilişkileriniz oluyor ve özgürlüğünüz kalmıyor. Zaten bizde de
gazetecilik öyle bitti.