‘Doğu-Batı Arasında İslam’ isimli eserinde Merhum Aliya
İzzetbegoviç:
‘Yerin altındaki şehirleri incelediğimizde okulu ve
fabrikası olmayan şehirlere rastlayabiliriz ama mabedi ve mezarı
bulunmayan tek bir yerleşim alanı dahi göremezsiniz’
diyerek, DİN dediğimiz hakikâtin insanla eş zamanlı kadim tarihine
dikkat çekmiştir.
Gerçekten de gerek dinler tarihi araştırmaları ve gerekse kutsal
metinlerin incelenmesi halinde insan ve toplumdan söz edilebilecek
her bir durumda kutsaldan, dinî bir yapıdan rahatlıkla söz
edebiliriz.
İslâm’ın temel bilgi kaynakları olarak bildiğimiz Kur’ân ve
sünnette de bunu teyit eden birçok metin aktarılabilir. Mesela ‘Her
kavmin bir rehberi vardır’; ‘Hiçbir kavim yoktur ki, bir
uyarıcısı bulunmasın’; ‘Biz peygamber göndermedikçe hiç kimseye
azap etmeyiz’ mealindeki ayetler gibi. Dinî kültürümüzden
aşina olduğumuz ‘124 bin peygamber’ ifadesi de aynı bağlamda sevk
edilmiştir.
Ne var ki, bu hakikât farklı bir açıdan bizi daha önemli bir
realite ile yüzleştiriyor ki, o da DİNLERİN TAHRİFİ veya
DEJENERASYONU dediğimiz konudur. Çünkü her ne kadar insanlığın
tarihsel yürüyüşüne eşlik hatta rehberlik etmenin gereği olarak her
yeni dinî hareket dinî yenilenmeye duyulan ihtiyaç ile izah
edilmişse de, bunun en önemli nedeni her yeni dinin bir süre sonra
maruz kaldığı tahrifattır.
Muhtemeldir ki, dinlerin kolayca tahrif edilmesinin birincil
nedeni gelen vahyi bilginin hemen yazı ile kayıt altına alınmamış
veya o metnin uzun süre korunamamış olmasıdır. Nitekim
Resmi/Kanonik Dört İncil’in tarihî serüveni bunun en açık
ispatıdır.
Müslümanlar ise İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân metninin
bizzat Allah tarafından korunduğuna inanırlar. Bu inancın dayanağı
ise ‘Şüphe yok ki, onu biz indirdik. Koruyacak olan da Biziz’
ayetidir. Buna rağmen İslâm’da da farklı anlayışlar, eğilimler,
inanç ve ibadet biçimleri olarak farklı yollar/mezhepler ortaya
çıkmıştır ki, tüm bunların ‘makul limitler’ arasında yer alabilecek
açıklamaları da vardır.
Ne var ki, tarihin ilk halkalarından itibaren her dinin maruz
kaldığı öyle bir felaket vardır ki, sebebini ‘makul limitler’
arasına almaya imkân yoktur. O sebep de dinin siyasî, ekonomik veya
askerî nüfuzu artırmak amacıyla KULLANILMASI, yani
İSTİSMARIDIR.
‘DİNÎ İSTİSMARIN’ en kolay yolu ise, onu vahyî bilgiyi oluşturan
metnin ve aklın zemininden kopartıp okunamayan, sorgulanamayan
nesnel olmayan tamamen sübjektif bir alana taşınmasıdır. Bu alanı
tanımlayacak en yaygın kavram ise İFTİRA sözcüğüdür. Nitekim
Kur’ân’da sıkça rastladığımız ‘Allah’a ve Peygamberi’ne İftira
Etmek’ ifadesinin bağlamında hep aynı sapmayı görürüz.
Yahudilerin: ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ iddiaları
veya müşriklerin yaptıkları aptallıklar için ‘Bunları bize Allah
emretti’ sözleri gibi. Peygamber’e isnat edilen iftira ise hadis
edebiyatında ‘Mevzu Hadisler’ başlığı altında incelenmiştir.
Hemen altında ise, Peygamberimizin: ‘Her kim ki bana yalan (bir
haber/bilgi) isnat ederse kendisine ateşten bir yer hazırlasın’
uyarısına yer verilir. Buna rağmen tarih boyunca bilgi kaynağı
olarak vahiy, akıl ve vicdan dışında başka sözde delillere
dayanarak yeni bir dinî tasavvur biçimi inşa eden birçok sapkın
akım zuhur etmiştir. Bu akımların en fazla başvurdukları ‘delil’
ise rüyalardır. Hâlbuki dinî hiçbir bağlayıcılığı olmayan rüya ile
amel etmenin asgari şartı görülen rüyanın dinî esaslara
uygunluğudur. Ki, bu durumda bile rüya sadece kişinin kendisini
bağlar.
Niyetlerindeki su-i maksadı izah etmenin dinî, aklî ve vicdanî
bir yolunu bulamayanların sığındıkları tek melce rüyalardır.
‘Rüyamda falanca büyük zatı gördüm şöyle şöyle
dedi’ türünden iftiralardır. Ne var ki, kötü niyetlerine
ulaşmak amacıyla insanların kutsal değerlerini araç olarak
kullanmanın vebaline gelince onu izaha kelimeler yetmez. Allah ve
Elçisi bu türden iftiralardan münezzehtir.
Sahih bir bilgi ve bilince sahip olmayan kişileri kolayca
etkileyen bu sapkın akımlara kapılan nicelerini görmüşüz ki, aklını
kendisi gibi bir kula kurban edip tüm hayatını kula kul olarak
tüketmiştir. Bu tür muhitlerde büyüyenlerin bir kısmı ise eninde
sonunda bir anlam bunalımına düşmüştür. Bunlardan çok azı yeniden
bir muhakeme imkânı bularak ya sahih çizgiye ulaşmış veya ateizme
kadar varan başka yollara düşmüştür. Muhtemelen tam da bunlar için
Muhammed İkbâl: ‘Harem’de doğdular ama gidip kiliselere
mürit oldular’ demişti.
Her halükârda dini vahye ve akla değil de hurafeye bina etmenin
kişiyi götüreceği nihaî adres sahih bir nassın, salim bir aklın ve
temiz bir vicdanın kabul edebileceği bir yer olmayacaktır.