Devlet, Kürtlere işkence etti!
Abone olAltan, gazetem.net'teki yazısında bu skandala imza atan devleti Kürtler'e işkence etmekle suçladı.
İşte Ahmet Altan'ın, gazetem.net'teki yazısı: Sarı, kırmızı,
yeşil İşte sonunda böyle oluyor. Sen yıllarca insanlara eziyet
edersen, işkencelerden geçirirsen, zindanlara tıkarsan, faili
meçhul cinayetlerle öldürürsen, köylerini yakarsan, ana dilini
konuşmasına izin vermezsen, çoluğuna çocuğuna kendi dilinde isim
koymasını yasaklarsan, her fırsatta hor görüp aşağılarsan, onlara
en iğrenç muameleleri yapan devlet görevlilerinin sırtını
sıvazlarsan sonunda kendi yaptıklarından kendin öyle bir
etkilenirsin ki her yerde hayaletler görmeye, her şeyden korkmaya
başlarsın. Bir piyeste, “sarı, kırmızı, yeşil” bir “sineklik”
kullanılıyor diye oyunu yasaklıyor, sinekliği “Kürt ihtilalinin”
sembolü sanmaya başlıyorsun. İyi ki “sinekliği” tutuklamaya
kalkmamışlar ama tutuklasalardı da şaşmazdım, bünye bir kere
hastalanmasın ondan sonra neler olacağını kimse kestiremez çünkü.
Bu ülkenin egemenleri çok uzun zamandan beri hasta. Kendi
halklarına, kendi insanlarına öyle zulmettiler, öyle acılar
çektirdiler ki sonunda kendileri kendi yaptıklarından korkup
hastalandılar. İrsi bir hastalık gibi bu hastalık kuşaktan kuşağa
aktarılıyor ve onlar kendi hastalıklarına “vatanseverlik” adını
koyuyorlar. Bu ülkede “üstünde Stalin resmi var” diye kibrit
kutularından kuşkulandı, “kırmızı ışığın altında gitar çalıyor”
diye genç çocuklar “komünist” diye tutuklandı. Kızlar türban
takıyor diye “irticadan”, misyonerler bedava İncil dağıtıyor diye
Hıristiyanlık’tan korkuldu. Alevilerin bıyığından, Kürt kızlarının
Kürtçe isimlerinden ürktüler. Sonunda “kırmızı, sarı, yeşil”
sineklikten bile korkmaya başladılar. Dostoyevski, Ecinniler
kitabında bir kahramanını anlatırken, “kimsenin aklına onun deli
olduğu gelmiyordu yaptıklarını terbiyesizlik sanıyorlardı,” der.
Biz de, yıllardan beri karşılaştığımız bu tuhaflıkları “Türk
egemenlerinin” abartılmış vatan sevgisi olduğunu sanıp dalga geçtik
ama kimsenin aklına bu insanların yaptıkları zulümden hastalanmış
olabileceği gelmedi. On yedi yaşındaki çocukların yaşlarının
büyütülerek idam edilmesinin, Diyarbakır hapishanesinde binlerce
insanı sistemli işkenceden geçirmenin, “idam mangaları” oluşturup
sokaklarda adam öldürtmelerin bir “yönetimin” bünyesinde nasıl bir
hasar meydana getirebileceğini düşünmedik. Kendi insanına bunca
kötülük eden, bir yandan onları öldürtürken bir yandan perde
arkasında ihale komisyonlarını kırışıp, bankaları boşaltmanın nasıl
bir tahrip yaratacağını farketmedik. Onlar kendi insanlarına neler
yaptıklarını biliyorlar. Onun için böyle delicesine korkuyorlar.
Onun için bir “sineklikten” bile kuşkuya düşüp piyesleri
yasaklıyorlar. Tuhaflığın farkında değil misiniz? Bu ülkenin
sorunları ile egemenlerinin korkuları arasında en küçük bir
benzerlik yok. Biz gerçek hayatın içinde yaşıyoruz ve gerçek
sorunlarımız var. Sokaklarda dolaşırsanız insanların yoksulluktan,
yolsuzluktan, işsizlikten yakındığını duyarsınız. Ankara’nın
derinliklerine dalarsanız orada “sanal” bir dünya ve hastalıklı
korkular bulursunuz. Bizim egemenlerimiz “sanal” bir dünyada
yaşayan “sanal” yöneticiler çünkü. Onlar halkın gerçek sorunlarını
çözmekle değil, hastalanmış zihinlerinin yarattığı sürreel
korkularla meşguller. Gazete manşetlerinde, yazılarda,
karikatürlerde dalga geçilen bu uygulamaları gerçekleştirenlerin,
kendilerini “bu vatanın gerçek sahipleri” olduğunu sanki
görmüyoruz. Bu insanlar bizim geleceğimizi kendi hastalıklı
korkularına göre şekillendirmeye uğraşıyorlar. Kıbrıs’ta neredeyse
bütün bir halkı “vatan hainliği” ile suçlamaları, bir sineklikte
Kürt ihtilalinin işaretini görmelerinden daha mı sağlıklı, daha mı
gerçekçiydi? Devletin derinliklerinde saklı egemenler artık tümüyle
gerçeklerden, dünyadan, hayattan, kendi halklarından ve
ülkelerinden koptular. Onlar bir başka alemde öldürdükleri,
zulmettikleri insanların hortlaklarıyla, her hareketten, her
sözden, her gülüşten, her renkten korkarak yaşıyorlar. Hastalıkla
bulanmış bir zihnin yarattığı bir cehennemde geçiriyorlar
hayatlarını. Kendileri gerçeğe uyamadığından, bizim hayatımızı,
bizim gerçeğimizi kendi hastalıklarına benzetmek ve cehenneme
döndürmek istiyorlar. Onları kendi cehennemlerinden kurtarmak
mümkün olabilir mi bilemiyorum. Ama biz kendimizi onlardan ve
cehennemlerinden kurtarmak zorundayız. Tabii bir sineklikten
korkan, kendini sinek sanan zavallılar haline gelmek
istemiyorsak...