Davutoğlu'ndan çözüm süreci tüyosu!
Abone olBaşbakan Davutoğlu geçtiğimiz hafta Al Jazeera'ya verdiği röportajın ikinci bölümünde, çözüm sürecinin yol haritasıyla ilgili “Sürecin muhatabı olan kesimler üzerine düşeni yaparsa önümüzdeki birkaç ay içerisinde istenilen noktaya gelinebilir” dedi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, 15 Ekim'de Al Jazeera Arapça'dan
gazeteci Ahmed Mansur'a verdiği röportajın ikinci bölümünde,
Türkiye'de çözüm sürecindeki son durum, Türkiye-Mısır ilişkileri ve
Ankara'nın Ortadoğu politikasıyla ilgili açıklamalar yaptı.
Davutoğlu, çözüm sürecinin yol haritasıyla ilgili “Eğer
sürecin muhatabı olan kesimler üzerine düşeni yaparsa önümüzdeki
birkaç ay içerisinde istenilen noktaya gelinebilir”
dedi.
İşte Davutoğlu'nun geçtiğimiz hafta Al Jazeera Arapça'ya verdiği
röportajın ikinci bölümü:
Selamun Aleykum. Sayın seyirciler size Ankara’dan
merhaba diyorum ve sizi Türkiye’nin Başbakanı Profesör Ahmet
Davutoğlu ile röportajımızın ikinci bölümünü izlemeye davet
ediyorum. Bugünkü bölümümüzde bir hükümet başkanı ve stratejik
planlama profesörü olan sayın Ahmet Davutoğlu’nun İran’ın nüfuzunun
yayılması ve onun Batı ile ilişkilerinin güçlenmesi, Suriye krizi
ve özellikle Türkiye sınırındaki durumun gölgesinde Ortadoğu’daki
kaos ortamının sonuçları ve tüm bölgeye etkileri ile ilgili
vizyonunu soracağız. Sayın Başbakan hoş geldiniz. Bölgedeki en
büyük ülkelerden biri olan ve aynı zamanda dünyanın yedinci güçlü
ordusuna sahip olan Türkiye’nin sadece başbakanı değil, bir
stratejik planlama profesörü olarak sizce İran etkisinin artmasının
gölgesinde Türkiye, Arap Körfez ülkeleri ve Arap yarımadasındaki
hızlı ve büyük gelişmelere nasıl bakıyor?
Şimdi Türkiye’nin bizim iktidarımız döneminde belirlediği bir bölge
politikası oldu. Aslında sadece Ortadoğu’ya dönük olarak değil,
Balkanlara’a Kafkaslar’a ve Orta Asya’ya dönük olarak da aynı
politika ilkelerini hayata geçirdik. Türkiye tek boyutlu bir ülke
değil. Birçok bölgeyle aynı anda temas içinde. Bütün bu bölgelerde,
özellikle de Ortadoğu’da, hep şunu savunduk. Yüksek düzeyli siyasi
diyalog, ekonomik karşılık ilişkilerle karşılıklı bağımlılık ve
ekonomik ilişkileri yoğunlaştırmak, kültürel çoğulculuk ve ortak
bir güvenlik havzası. Bunun için bütün komşu ülkelerle ve özellikle
de Ortadoğu ülkeleriyle yoğun temasa girdik ve aslında yakın zamana
kadar bu konularda çok ciddi mesafeler aldık. Ancak Arap Baharı
sorasında yaşanan gelişmeler maalesef bizim muhatabımız olan
ülkelerin birçoğunda ciddi iç karışıklıklara sebebiyet verdi. Ben
hep bölgesel politikaları bir yapıcı işbirliğine mi dayalı yoksa
rekabete mi dayalı olduğuyla ilgili sınıflandırırım. Türkiye için
her zaman yapıcı işbirliğine dayalı politikalar esas oldu.
Dolayısıyla bizim, bir tarafta doğru dünyanın en büyük ordularından
birine sahibiz ve herhangi bir şekilde Türkiye’ye bir tehdit
olduğunda bunu karşılayacak güce sahibiz. Ama bizim dönemimizde
ordu gücümüz kadar yumuşak gücümüz, diplomasimiz, kültürümüz ve en
önemlisi de demokrasimiz ve halk rızasına dayalı yaklaşımımızla ve
ekonomik kalkınmamızla bölgede bir barış gücü olmaya çalıştık.
Hiçbir zaman gerekli olmadıkça ordumuzu kullanmadık ve hep
kullandığımız araçlar ekonomi, siyaset, diplomasi ve yumuşak güç
araçları oldu. Şimdi de bence bölgeye yeni askeri araçlarla girmek
yerine bu barışçıl araçları kullanma zamanı geldi ve esas
itibariyle buna yönelmek lazım. Başka ülkelerle ilgili tabii hüküm
vermek istemem. Ancak askeri yöntemlerin bölgemizde yaygınlaşması
bölgedeki istikrarı da huzuru da güvenliği de olumsuz yönde
etkiliyor. Şimdi hep beraber bölgede kalıcı bir barışı inşa etmenin
yollarını denemeliyiz.
Madem ki siz bu noktaya değindiniz şunu sormama izin verin.
Güçlü ekonomiye, daha spesifik olarak dünyanın en güçlü 17.
ekonomisine ve güçlü bir orduya sahip olan Türkiye hakkında yazılan
birçok haber ve analiz, bölgedeki krizin amacının İran’ı bir savaşa
sürüklemek ve bu savaşta IŞİD ve Bağdadi’nin kafasını kesmek değil,
Türkiye’yi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın kafasını kesmek olduğunu
söylüyor, buna ne dersiniz?
Böyle bir genel iddiada bulunmak doğru değil. Asıl itibariyle
bakıldığında tabii Türkiye’nin bu yükselişinden, Türkiye’nin takip
ettiği siyasetten rahatsız olan taraflar olabilir. Bu taraflar
Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak da isteyebilirler. Ancak burada
bugün Suriye’ye dönük olarak, IŞİD’e, DEAŞ’a dönük olarak, oluşan
koalisyonun bu taraflarla doğrudan ilgisini kurmak doğru değil. Bu
tür kanaatlere sahip olan çevrelerle. Ama Türkiye’nin bu
yükselişinden bazı çevrelerin, özellikle de eskiden beri bölgenin
bütünleşmesinden, Türkiye’nin oluşturduğu başarı hikâyesinin, yani
halkın rızasına dayalı yönetim…
Bu taraflar kim?
Bunlar bir dönem, özellikle Davos’tan ve Mavi Marmara’dan sonra
özellikle Batı’da İsrail yanlısı çevrelerde böyle bir kanaat yaygın
bir şekilde yer aldı. İsrail’e yakın batılı basın yayın organları
çok ciddi kampanyalar yürüttüler. Hatta bu kampanyalar Arap
dünyasında bile etkili oldu belli ölçülerde. Türkiye’nin
benimsediği ve ilkesel olarak savunduğu fikirler, ki bunda hiçbir
zaman biz sözümüzü sakınmadık, bu tür çevrelerde bir rahatsızlıklar
doğurdu. Türkiye’ye dönük mesela son dönemde Türkiye’nin DEAŞ’la
işbirliği yaptığına dair iddialar, hiçbir delile dayanmayan bu
iddialar, o kadar çok Batı basınında işlendi ki yanlış bir algı
oluşturulmaya çalışıldı. Burada hedef açıktı.
Türkiye ve Katar, IŞİD’e destek vermekle
suçlanıyor.
Evet, kesinlikle böyle bir durum yok. Herkes bilir ki DEAŞ benzeri
ülkelerden en fazla rahatsız olacak ülkeler komşu bir ülkedir.
Türkiye’nin DEAŞ’ten ne menfaati olabilir. Ama bunu yayarak
Türkiye’nin ve Türkiye’de halkın iradesiyle iktidara gelmiş bir
yönetimin uluslararası alanda meşruiyetini sarsmaya çalıştılar ve
bu tür algı operasyonları hep gündeme geldi. Bu yeni bir olay değil
bizim için. 2003’ten bu yana, iktidara geldiğimiz ilk andan
itibaren bugüne kadar birçok kez içeride ve dışarıda bu tür
hesaplar içinde olanlar, bu tür komplolar içinde olanlarla mücadele
ede ede geldik. Ama burada önemli olan bizim başarı hikâyemizin
temel sırrı halkın hükümetimize verdiği destek ve halkımızla
birlikte gerçekleştirdiğimiz büyük kalkınma, ekonomik kalkınma,
uluslararası itibarımızdaki yükseliştir. O bakımdan birileri belki
Türkiye’yi hedef listesine koyabilir veya bu yönde çabalar sarf
edebilir. Ama kendi halkına güvenen bir yönetimi ve halkla
bütünleşmiş bir yönetimi herhangi bir şekilde etkisiz kılmak mümkün
değildir. Dediğim gibi bunların Suriye’de oluşan veya
Suriye’de IŞİD’e, DEAŞ’a karşı oluşan koalisyonlarla ilgisi olduğu
kanaatinde değilim.
Geçen bölümde çok önemli bir konuya değindiniz; bölgede
etnik ve mezhepsel ayrımcılık kavramının derinleştiğini ve bunun
bölgeyi yok edebileceğini söylemiştiniz. Siz Türkiye olarak çok
uluslu bir toplumsal dokuya sahip bir ülkesiniz. İki yıl önce parti
kongresine katıldığımda, Türkiye’deki insan çeşitliliği beni şoka
uğratmıştı. Türkiye’nin, içinde bulunan farklı ırklar ve
mezheplerden dolayı, bu tarz etnik veya mezhepsel çatışmalara
sürüklenme ihtimali çok güçlü değil mi sizce?
Şimdi bütün sıkıntıların kaynağı da bu. Aslına bakarsanız Ortadoğu
bölgesinde o kadim kültürden gelen, çok eski kadim kültürden gelen
bir özellik var. Bizim bölgemizde hiçbir şehir, hiçbir mahalle tek
ırka, tek mezhebe dayanmaz. Her şehrimizde ister bu İstanbul olsun,
ister Bağdat olsun, ister Kahire olsun, ister Şam olsun, ister
Kudüs, çok değişik ırkların, değişik kültürlerin bir arada yaşadığı
şehirlerdir. Bu yüzyılda böyle olduğu gibi geçen yüzyılda da
böyleydi, bin yıl önce de böyleydi. Şimdi batıdaki kavmiyetçilik ve
tek tip ulus oluşturma çabası maalesef bizim şehirlerimizi,
ülkelerimizi, bizim bölgemizi böldü. Buralar Türklerin, buralar
Arapların, buralar Kürtlerin diye birçok bölge, İranlıların birçok
bölge aslında birbirleriyle iç içe geçmiş şehirler birbirlerinden
koparıldı. Bu şehir Sünni yoğunluklu, bu şehir Şii yoğunluklu, bu
şehir Arap şehri, bu şehir Türk şehri diyerek asırlarca bir arada
yaşamış olan kavimler, milletler, ırklar birbirlerinden koparıldı.
Bizim idealimiz tekrar bu çok kültürlü Ortadoğu bölgesini
oluşturmak ve korumak. Bizim zenginliğimiz burada. Batıda hiçbir
zaman Avrupa’da bu tarz kadim eski şehir gelenekleri olmadı. Bizde
ise her zaman Kahire’ye baktığınızda, bugünlerde bir kitap
yazıyorum Kahire bölümünü bitirmek üzereyim, bugün sabah Kahire’yi
yazdım. kültürleri medeniyetle ilişkisi bağlamında ele alıyorum.
Bir bölümünde İstanbul, bir bölümünde ise Kudüs’le Kahire’yi
birlikte ele aldığım bir bölüm var. Şimdi Kahire’de hangi ırkı öne
çıkarabilirsiniz? Kahire’de her ırkın katkısı var. Hatta Kahire’ye
ilk bakan olarak gittiğimde El-Ahram’a bir makale yazmıştım.
El-Ahram’daki o makalede 1517 tarihine de atıfta bulunmuştum. Böyle
bir televizyon programında bana şunu sordu çok aydın bir sunucu:
‘Siz nasıl cesaretle 1517’den bahsettiniz. Hâlbuki 1517 bizim için
işgal tarihidir’. Dedim, ‘Eğer 1517 sizin için işgal tarihiyse
Kahire’nin tarihi kalmaz.’ Çünkü ben Kahire aşığıyım, Kahire’yi çok
severim. Osmanlılar’dan önce orada Memlükler vardı, Kahireli
değildi, Mısırlı değildi. Osmanlılar’dan önce Eyyübiler vardı
Mısırlı değildi. Biri Kürt, biri Türk, biri Çerkez, ondan önce
Fatimiler vardı Mısırlı değildi, ondan önce Tolunoğulları vardı
Mısırlı değildi, ondan önce Abbasiler vardı Mısırlı değildi, ondan
önce Bizans vardı Mısırlı değildi, Roma vardı Mısırlı değildi.
Böyle gidersiniz geriye doğru. Bu şey için de böyledir. Bağdat
için, Şam için, İstanbul için. Bizim tarihimiz çok kültürlüdür. Bir
müsamaha tarihidir. Şimdi bizim bu kültürü tekrar inşa etmemiz
lazım. Hâlbuki dediğiniz gibi şehirleri bu şehir Sünni şehridir, bu
şehir Şii şehridir, Basra Şii’dir, Musul Sünni’dir dediğinizde
Basra’nın da Musul’un da ruhuna ihanet etmiş olursunuz.
Bu artık vaki oldu...
Evet maalesef. Aslında buna karşı hepimizin isyan etmesi lazım.
Hiçbir şehri tek bir ırka münhasır kılmamak lazım. İstanbul,
bakınız şimdi, aslında tarih doğal bir biçimde aksa bu değişir.
Türkiye’ye 2002 yılında bir milyon Arap turist geliyordu. Şimdi 4
buçuk milyon geliyor. Neden çünkü Araplar Türkiye’nin açılmasıyla
birlikte…
Sadece Arap mı?
Arap, sadece Arap 4 buçuk milyon turist geliyor Türkiye’ye ve
Araplar geldikçe görüyorlar İstanbul onların şehri.
Bir Arap kenti oldu.
Kahire de Türklerin şehri.
Araplar Türkiye’yi işgal edecek. (gülüyor)
Tabii. Bu güzel bir işgal. Buyursunlar bütün Araplar bütün
şehirlerimize gelebilirler. Biz İstanbul’u hepimizin şehri olarak
görüyoruz. Nasıl Şam, Kudüs, Bağdat, Kahire hepimizin şehriyse.
Bakın İstanbul’un kapalı en büyük pazarlarından birinin adı Mısır
Pazarı’dır, Mısır Çarşısı’dır. Asya tarafındaki en büyük caddenin
adı Bağdat Caddesi’dir ve Bağdat’a kadar gittiği düşünülür. En
büyük saraylardan birinin adı Hidiv Kasrı’dır. Çünkü bu bizim
tarihimiz. Ben Velid Canbolat’la…
Bunlar çok güzel şeyler, fakat bunların hepsi tarih. Ben
bugünden bahsediyorum. Mezhep ve ırk ayrımcılığı Arap ülkelerini
yönetir hale geldi.
İşte burada vizyon farkı var. Çok haklısınız. Büyük bir tehlike.
Bakın 5 sene önce biz Suriye ile vizeleri kaldırdığımızda, hâlâ
hatırladıkça üzülürüm, çok büyük bir hüzün dolar içime, Velid
Muallim’le imzaladık. Geldik sınırda sınır taşını kaldırdık. Sınır
kapısını açtık. Benim düşüncem şuydu: Bütün Suriyeliler kimlik bile
göstermeden Türkiye’ye girebilsin. Bütün Türkler de kimlik bile
göstermeden Şam’a gidebilsin. Ve bu kurulmuştu. Ta ki Beşşar Esed
kendi halkına zulmedene kadar. Bu sefer maalesef aynı kapıdan
mülteciler bize geldi. Bir tek mülteciye bile kapıda sen Arap
mısın, Kürt müsün, Türkmen misin, Sünni misin, Şii misin, Hristiyan
mısın diye sormadık. Kim geldiyse eyvallah dedik. Çünkü bizim içi o
sınır iki devletin sınırıdır ama Antep’le Halep tarih olarak
kardeştir. Hatay’la Lazkiye tarih olarak kardeştir. Kobani, Aynul
Arap ile Suruç kardeştir. Biz bu sınırlara saygı gösterelim, hep
bunu ben anlattım Arap dünyasında, her yerde, bu sınırlara saygı
gösterelim ama aynen Avrupa’da olduğu gibi, nasıl bir Alman
Berlin’den Paris’e hiç pasaport göstermeden gidiyor, Türkler ve
Araplar da gitsinler gelsinler. Bakın biz bunu Gürcistan’la
yapıyoruz. Gürcistan’dan Türkiye’ye girenler pasaport
kullanmıyorlar Karadeniz’de. Batum’dan Trabzon’a geliyor,
Trabzon’dan Batum’a giderken kimlikle geçiyorlar. Biz bunu
Ortadoğu’da yapabilirdik. Ama şimdi maalesef bizim siyasi olarak
yapamadığımız bu olayı terör grupları, milisler böyle geçer hale
geldiler. Şimdi vizyoner liderler lazım. Hep beraber gelelim bu
bölgeye yeni bir şekil verelim. Ama sadece şu mezhepten diye kimse
bir zalimi desteklemesin. Sadece benim ırkımdan diye kimse bir
zalime sahip çıkmasın. Benim ırkımdan değil diye mazlumu sahipsiz
bırakmayalım. Benim mezhebimden değil diye mazlumu merhametsiz
şefkatsiz bırakmayalım. Burada ilkeleri tekrar ortaya çıkarmak
gerekiyor. Bizim tarihimiz, ortak tarihimiz ne kadar zengin ve
güzelse, cemilse sizin dediğiniz gibi, geleceği de yine biz
kendimiz kuracağız. Başkası bize bir gelecek kuracak değil. Biz
kardeşiz. Tartışsak, kavga etsek bile nihai kertede omuz omuza
vermek zorundayız.
Bana izin verirseniz sizden bir konu hakkında açıklama
istiyorum. Bir kıyaslama yapacak olursak, Türkiye’de bir buçuk
milyonu aşan Suriyeli sığınmacı sayısı, İran’daki Sünni Afgan
sığınmacıların sayısına çok yakın. İran’daki Afgan mülteciler,
hırsızlıkla ve her türlü suçla itham ediliyor ve çalışmaktan eğitim
almaktan ve her türlü haktan men ediliyor. Siz Türkiye olarak
yaklaşık 1.5 ile 2 milyon arasında Suriyeliye ev sahipliği
yapıyorsunuz. Ben şaşırıyorum açıkçası, siz ve Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan Suriyelilere kapınızı açtınız. 4 milyar dolar
harcadığınız Suriyeli sığınmacılar, vatandaşlarınızın iş
fırsatlarını azaltmak, devlete maddi, siyasi ve güvenlik yükü
oluşturmakla suçlanıyor. Bu durum bütün dünyada öyle, sığınmacılar
kendilerini ağırlayan ülkelere bir yük oluşturuyor. Suriyeli
sığınmacılar Türkiye için bir yük oluşturmuyor mu?
Şimdi bir kere şunu görmemiz lazım. Türkiye içinde bile 2 milyon
insan bir bölgeden diğer bölgeye gitse birçok problem çıkar. Aynı
ülke içinde veya başka bir ülkede de. Ama gönlünüz genişse ve o
insanları kardeşiniz olarak görüyorsanız bunu bir yük gibi telakki
etmezsiniz. Ama Türkiye’de Suriyeli mülteciler dolayısıyla birçok
tabii ekonomik, sosyal sorunlarla karşı karşıyayız. Ama bizim
hükümetimiz hiçbir zaman Suriyeli kardeşimizi bir yük gibi görmedi.
Allah’ın bize bir emaneti olarak gördük. Bir ensar olarak onlara
yaklaştık. Onlar muhacirindir biz ensarız. Dolayısıyla 4 buçuk
milyar doları aştı bizim yaptığımız harcamalar, ekmeğimizi
paylaştık, aşımızı paylaştık. Biz büyük petrol zengini değiliz,
büyük doğal kaynaklarımız yok. Halkımızdan aldığımız vergilerle
Suriyeli kardeşlerimize yardımcı olmaya çalışıyoruz. Ama
halkımızdan şimdiye kadar da hiç kimse yanlış yapıyorsunuz demedi.
Bazı itiraz edenler çıktı. Ama ciddi sosyal sorunlara da sebebiyet
verdi. Mesela Kilis şehrinde şu anda Suriyelilerin sayısı Kilis’in
gerçekte orada oturanlardan daha fazla. Gaziantep’te yarısına
yaklaşıyor. Oradaki sosyal doku da tabii bundan etkileniyor. Sadece
kamplarda okula giden Suriyeli sayısı 70 bin, Suriyeli öğrenci
sayısı. Dışarıda giden 450 bin. Şimdi düşünün her biri okula
gidiyor. Biz kamplarda hiç kimseyi okulsuz bırakmadık. Sebep, eğer
bu iş uzarsa Suriye’de bir neslin kaybolmasını istemiyoruz. Ne
yaptık, kamplardaki Suriyeli öğretmenleri maaşla okullara hoca
yaptık. Onlar kendi öğrencilerine ders verdi, biz onlara maaş
ödedik. Suriyeli kamplarında hiçbir Suriyeli, kendi onuru
zedelenmesin diye, Biz Suriyelilere ilk anlarda yemek veriyorduk
şimdi yemek vermiyoruz, ellerine her ay kişi başına bir çek
veriyoruz. Gidip pazardan kendisi malzemesini alıyor, yemeğini
kendisi yapıyor. Ve o çeki aldığında onun izzeti korunuyor. Bir
dilenci gibi muamele etmiyoruz. O parayı alıyor kendi aile hayatını
sürdürecek şekilde devam ediyor. Evleniyorlar. 10 binlerce Suriyeli
bebek doğdu Türkiye’de. Hatta Cenevre-2 Konferansı’nda Velid
Muallim bana, yani orada komşu ülkelerde teröristler var dediğinde
kendisine söyledim. ‘Doğru Türkiye’de 27 bin, o zaman öyleydi, 27
bin bebek terörist doğdu’ dedim. Bunlar kaçan, sığınan insanlar.
Biz elimizden geldiği kadar kardeşlerimize yardımcı olmaya
çalışıyoruz. Bakınız üç günde 138 bin kişi girdi Aynul Arap’dan.
Bir haftada 200 bin kişi. Kimisi akrabalarının yanına gitti,
kimisini biz kampa aldık. Akrabalarının yanına gidenlere maddi
katkıda bulunduk. 36 bin, sadece bu Sünnilere ya da Müslümanlara
değil. 36 bin Yezidi geldi Türkiye’ye. Onlara da bakıyoruz Irak’ta.
Bunu niye, çünkü biz şöyle düşünüyoruz….
Sayın başbakan, Ya Irak’taki Sünniler. Irak’ta şu an
yaklaşık 2 Milyon Sünni Iraklı mülteci var. Birkaç bin Ezidi için
bütün dünya harekete geçerken bu Sünni sığınmacılar insan yerine
sayılmıyor ve onlara neredeyse bakan yok.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bir açıklama yaptığında,
Yezidiler ve Hristiyanlar diye sadece açıklama yaptı. O zaman
aradım daimi üye dışişleri bakanlarından birini. Çok yanlış
yapıyorsunuz dedim. Yezidiler ve Hristiyanlara sahip çıkmak bizim
görevimiz. Ama Müslümanları dışladığınız anda Birleşmiş
Milletler’in Müslümanların dertleriyle dertlenmediği, Müslümanların
ölümlerinin kıymetli görülmediği gibi bir kanaat hâsıl oluyor
dedim. Maalesef uluslararası toplumun hassasiyetleri belli
dönemlerde ve belli kesimlere yönelik daha fazla oluyor. Bizim için
ise Yezidi, Hristiyan, Şii, Sünni hiçbir ayrım olmaz. Biz kapıya
gelen misafire Tanrı misafiri deriz bizim geleneğimizde. Benim
şahsi evimde, bu aileden öğrenilen bir şey, köyde biz Toroslarda
çok yüksek dağlarda metruk bir köyde doğdum ben. Evimiz kadar büyük
bir oda vardı evimizin yanında. O odanın kapısı daima açık olurdu.
Dağda kalan geldiğinde, 300-400 senelik vakıftır, biz onun aşını,
yiyeceğini ve biz onun bir sonraki durağa kadar bütün masrafını
karşılamakla yükümlüyüz. Ve kayıt vardır, Davutoğlu ailesinden
erkek olan birisi bunu yapmazsa hakkımız helal değildir diye
dedemizden bize nasihat vardı. Şimdi ben Türkiye Başbakanı oldum.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin evinin sorumluluğu bende. Kapıma
gelen misafire kapımı nasıl kapatırım? Ben lüks içinde veya rahat
içinde yaşarken can havliyle bize gelenlere nasıl sırtımı dönerim?
Nasıl onlara Kürt müsün, Türk müsün, Arap mısın diye sorarım? Kim
gelirse 4 buçuk milyar değil daha da fazla olsa masrafımız
üzerimize yük, elimizden geleni yapacağız. Ama bütün dünyanın da
bunu görmesi lazım. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri
Gutteres Türkiye’deki kamplara geldiğinde mükemmel dedi, yalnız bir
kötü…….
Siz Türkiye’deki üniversitelere giriş sınavı
yapıyorsunuz ve bu sınava katılan vatandaşlarınızdan sadece yüzde
40’ı üniversitelere yerleştiriliyor, ona rağmen hükümet,
Türkiye’deki tüm Suriyeli öğrencilerin üniversitelerde sınavsız
kabul edilmesi için talimat verdi.
Doğru bu konuda sorular geliyor. Yani Türkiye’de üniversiteye
girmek çok zordur. Ama Suriyeliler başvurursa giriyorlar. Girer,
imtihan yapmayız. Türklere imtihan yapıyoruz, Suriyelilere
yapmıyoruz. Hatta bugün iş adamlarıyla görüştüm, şimdi Suriyelilere
çalışma izni vereceğiz geçici olarak. Çünkü kendi helal rızıklarını
kazanmalarını istiyoruz. Ve belli bir düzenli hayatları olmasını
istiyoruz. İnşallah Suriye’ye barış geldiğinde geri evlerine
dönerler. Sonra da Türkiye’ye dua ederler diye ümit ediyoruz. Ama
bugün iş adamlarından biri öyle söyledi. Türkiye’de bu kadar işsiz
varken, Türkiye’de işsizlik yüzde 9-10, bu yükü, bunu nasıl
yapacaksınız diye sordu bugün işadamları bir toplantıda. Ama biz
şuna inanıyoruz: Mazluma uzanan el Allah tarafından
bereketlendirilir. Belki de Türkiye’nin ekonomik kalkınmasında
mazlumlara uzattığımız elin hissesi vardır. Biz her şeye maddiyat
içinde bakmayan bir kültürden geliyoruz. İnşallah bu yaptığımız
harcamalar bizim kendi vergilerle elde ettiğimiz hazinemizi
bereketlendirecek. Eğer onlara kapımızı kapatırsak Allah’ın
yardımından da bereketinden de nasibimizi keseriz diye düşünüyoruz.
Onun için muhacir Medine’ye geldiğinde ensarın malı eksilmedi. O
sabırla o ensar daha sonra aralarından çok büyük zenginler çıktı.
Ama önemli olan muhacire kapısını açabilmek.
Bu kadar insancıl ilkeler aklıma bir soru getiriyor
doğrusu. Mısır’da darbe rejimi, geçen yıl 2-5 bin üniversite
öğrencisini nihai bir kararla okullarından uzaklaştırdı. Tıp,
mühendislik ve diğer fakültelerden uzaklaştırılan bu öğrenciler
Mısır’ın hiçbir üniversitesine kabul edilmedi. Türkiye’nin,
Suriyeli öğrencileri kabul ettiği gibi, Mısır’daki darbeci
rejiminin eğitimden mahrum bıraktığı bu öğrencileri de kabul etme
niyeti var mı?
Şimdi tabii Mısır’daki gelişmeleri hepimiz üzüntüyle takip
ediyoruz. Eğer Mısır’dan da bu şekilde öğrenciler gelip başvursalar
eğe yapamıyorlarsa, eğitim imkânları orada mümkün değilse yardımcı
olmaya çalışırız. Bizim yabancı öğrenciler için programımız var. O
programlara başvurmaları halinde ırkına, milletine bakmayız.
Onların bir karara ihtiyaçları var. Böyle bir karar
alınırsa, o başarılı tıp ve mühendislik öğrencileri kaybettikleri
geleceğe yeniden kavuşabilir.
Tabii hepsinde olabilir. Sadece Gaziantep’teki üniversitede 1000’i
aşkın Suriyeli talebe var. Hiçbir ücret ödemeden okurlar ve
sınavsız girmişlerdir. Ama dediğim gibi Suriye’de onların okuma
şansı hiç kalmadığı için Türkiye’de bu imkânları sunduk.
Mısırlıların durumunu doğrusu tam bilemiyorum.
Mısırlı öğrenciler de gündeminizde olsun
lütfen.
Mısırlılar da olsa hangi milletten olursa olsun bize gelene
kapılarımız da, üniversitelerimiz de açıktır.
Irk ve mezhep ayrımcılığıyla dolup taşan bugünkü sahnenin
karşısında geçtiğimiz Mayıs ayında New York Times Gazetesi, ki
bilirsiniz bu gazete Amerikan karar sahiplerine yakın bir gazete,
ön sayfasında Suudi Arabistan, Yemen, Irak, Suriye ve Libya’nın
daha küçük devletlere bölündüğünü gösteren bir harita yayımladı.
Yaşadığımız bu hızlı gelişmelerin gölgesinde sizce bölgenin yeniden
şekillendirilmesi ile mi karşı karşıyayız? Sizce New York Times
haberindeki harita, Amerikan yetkililerin Ortadoğu ve özellikle,
Suudi Arabistan, Yemen, Irak, Suriye, Libya ve hatta belki Türkiye
için çizdiği plandan bir sızıntı mıydı?
New York'ta oturup böyle bir harita çizmek kolay. Bölgede böylesi
haritaların yol açtığı veya yol açabileceği acıların bedelini ise
bölge halkları öder. Bana sorarsanız, 100 sene önce bölgemiz
fazlasıyla bölündü. Ve gayritabii sınırlarla bölündü. Birbiriyle,
bir arada yaşayan halklar, işte bugün Türkiye sınırında
olduğu gibi en yakın akrabalar, amca çocukları birbirinden
koparıldı. Irak-Suriye sınırında ya da diğer sınırlarda
olduğu gibi. Bu bölünmelerin üstüne yeni bölünmeler ortaya çıkarsa,
yani Suriye ikiye üçe bölünürse; bu bölünmelerde aileler
parçalanacak, şehirler parçalanacak. Irak da aynı şekilde diğer
yerler de aynı şekilde. Onun için biz kesinlikle bölge haritasının
bu anlamda değişmesine karşıyız. Bir yolla bölge haritası aynı
kalmak suretiyle mahiyeti değişebilir; o da Avrupa Birliği'nde
olduğu gibi. Yani herkes kendi ülkesinde yaşar, herkes kendi
ülkesinin sınırlarını bilir. Ama biz öyle iyi ilişkiler
geliştiririz ki ölçek büyüterek bölge bütüncül bir yapıya dönüşür.
Yani pasaportların da kalktığı şekilde ülkeler birbirine seyahat
ederler Avrupa Birliği'nde olduğu gibi. Yani haritanın
bütünleştirici bir harita olmasına evet, parçalayıcı, bölücü
aileleri ve en yakın akrabaları birbirinden koparan acı dolu
parçalanmış haritaya kesinlikle 'hayır' dememiz lazım. Bu büyük bir
tuzaktır. Bu tuzak, şu ana kadarki acılardan çok daha büyük acılar
yaşanmasına sebebiyet verebilir. Onun için New York'ta veya
herhangi bir yerde üretilecek haritalar bizim kaderimiz olamaz. Bu
bölgenin kaderi bu bölge halklarının elinde olmalıdır.
Sayın Başbakan durum ciddi. Bu durumda böyle bir harita
empoze edilebilir. Hatta şu an İran’ın büyüyen etkisinin Yemen’i
bölünmenin eşiğine getirdiğini görüyoruz. Mutlaka görmüşsünüzdür,
New York Times yine Irak’ın da 3 bölgeye bölünmüş haritasını
yayımlamıştı. Bu artık bir gerçek oldu.
Irak'ta açık söylemek gerekirse biz Türkiye olarak biz her zaman
federalizme bile karşı çıkmıştık. Irak'ın birliğini hep
savunduk. Ancak son gelişmeler baktığımızda Irak'ın birliğini
korumak için Irak'ın gelir ve gücün paylaşıldığı bir yapıda yeniden
şekillenmesine ihtiyaç var. Bu ihtiyaç Irak'ın bölünmesi anlamına
gelmemeli. Aksine herkes birbirine saygı duyarak belki daha fazla
adem-i merkeziyet, daha fazla şehirlere, vilayetlere yetki vererek
Irak'ı da bir arada tutmanın yollarına bakmak lazım. Başkaları
Irak'ın bölünmesini isteyebilir. Biz komşu olarak, Türkiye olarak
Irak veya Suriye'nin bölünmesini istemiyoruz. Ancak herkesin
Irak'ın kaynaklarından istifade etmesini istiyoruz. Irak'ta,
Suriye'de veya herhangi bir ülkede eğer toplumun yüzde 12'si
Suriye’de olduğu gibi toplumun yüzde 80-90'ını kontrol ederse bu
ülkenin birliğini koruması mümkün değil. Veya ekonomik kaynakların
çoğunu kontrol ederse. Olması gereken herkesin katıldığı bir
siyasal sistemin kurulması. Biz bunu daha önce Irak ve Suriye
yönetimine anlatmaya çalıştık. Ama maalesef olmadı. Ümit ederiz,
Sayın İbadi, Irak Başbakanı bu yeni dönemde bu birliği ve
beraberliği sağlayabilir. Suriye'de ise rejimin bu politikası ile
Suriye halkının ve Suriye'nin bütünlüğünün sağlanması çok zor.
Suriye halkının kendi içinde bu bölünme ve parçalanma ihtimaline
karşı... (?)
Bizi daha fazla aydınlatın lütfen Irak konusunda. Bu Irak
ile ilgili söylediğiniz çok ciddi bir açıklama. Söylediklerinizden,
Irak’ın bilfiil bölündüğünü ve artık bölünmüş Irak’ın kaynaklarının
vatandaşlar arasında adil bir şekilde bölüştürülmesi gerektiğini
anlıyorum. Bunu mu demek istediniz gerçekten?
Irak'ın toprak bütünlüğünün ve birliğinin korunması lazım. Bu bizim
temel ilkemiz.
Artık birlik kalmadı. Artık Irak da kalmadı.
Ama şu ana baktığımızda maalesef. Şu anda oradaki tabloya
baktığımızda belli kesimler siyasetten dışlandı.
Tam olarak Sünniler dışlanıyor…
Belli kesimler Irak'ın mali kaynaklarından. Yani baktığımızda neden
Musul bu hale geldi? Musul çok büyük bir şehirdi ve çok büyük
kaynakları vardı, ama Musul'a bütçeden ayrılan pay, normalde
ayrılması gerekenin çok gerisinde kaldı. Musul halkı kendini
Irak'ın siyasal sisteminin bir parçası olarak addedemedi. Erbil,
belli bir federal yapı içinde hız bir gelişme kaydetti. Türkiye de
destekledi. Biz Musul'u da aynı şekilde desteklemek isterdik. Ama
Musul'da, Anbar'da, Tikrit'te Selahaddin'de, bütün bu Sünni
bölgelerde Şii ve Kürtlerin sahip olduğu güce ve kaynaklara sahip
olmamak Sünni kesimi siyasetin dışına itti. Keşke bu olmamış
olsaydı.
Türkiye Kürtlere destek oldu Şiilerle de iyi ilişkiler
sürdürdü. Ya Sünniler. Niye Irak’ın Sünnilerini terk
ettiniz?
Biz hiç bir zaman Sünnileri terk etmedik. Iraklı Sünniler bunu çok
iyi bilirler. Ben en tehlikeli zamanda Musul'a gittim, 2009'da
bombalar patlarken. Kürtlere yardım edebilmemizin sebebi Kürtlerin
kendi bölgelerinde yönetimi idame edebiliyor, kontrol edebiliyor
olması. Eğer Musul Valisi de Sayın Barzani gibi kararlar alıp
uygulama gücüne sahip olsaydı aynı yardımı orda da yapardık. Şii
bölgelerinde de Necef Valisi yakın dostumuzdur. Oraya Türk
şirketler gittiler, ellerinden geldiği kadar Irak ekonomisine
katkıda bulundular. Biz bu anlamda Irak'ta hiç bir kesimi
dışlamadık. Ama maalesef Amerikan işgali sonrasında Saddam Sünni
olduğu için ve sistemde Sünniler sorumlu görüldüğü için Irak'ın bu
yeni döneminde Sünniler sistemin dışına itildiler. Biz bunu
defalarca kez söyledik. Hâlbuki Irak'ın birliğinin ana
omurgalarından birisi Sünni Araplardır. Çünkü Arap olduğu
için Şii Araplarla bir ortaklığı var, Sünni olduğu için de Iraklı
Kürtlerle bir ortaklığı var. Türkmenler de Sünni ve Şii unsurlar
barındırdığı için bu çimentonun bir parçası. Eğer Sünni
Araplar sistemin içerisinde tutulabilselerdi bir tutkal bir Irak'ı
bir arada da tutabilirdi. Ama maalesef Maliki döneminde bütün Sünni
siyasilerin sistem dışına itilmeleri Irak’ta bu parçalı siyaseti
ortaya çıkardı.
İbadi’nin sistemi Maliki’nin uzantısı değil
mi?
Ümit ederiz ki Sayın Abadi iki kez telefonda görüştük. Geçen hafta
da tekrar görüştük. Ümit ederiz ki Sayın Abadi bütün bu yaşananları
(....)
İbadi ile, ABD Başkan Yardımcısı Biden’in Türkiye ve Arap
Körfez ülkelerinden özür dilemesini garipsediği yönündeki
açıklamasını görüştünüz sanırım doğru mu?
Doğrusu o açıklamayı görmedim ama hata yapan Türkiye'den özür
diler. Bunu da herkes bilmeli. Biden Türkiye'den özür dilemeliydi.
Çünkü Türkiye'ye haksız bir ithamda bulundu ve özür de diledi. Bir
telefon görüşmesi ve üç kere özür diledi. İsrail de Türkiye'den
özür diledi. Çünkü bize haksızlık yapandan özür talep etmek bizim
hakkımızdır. Ve hiçbir şekilde izzetimizi ve onurumuzu çiğnetmeyiz.
Sayın Abadi'nin böyle bir şey demiş olması ihtimali olduğunu
düşünmüyorum. Telefonda da görüştük. Ama böyle bir açıklaması varsa
son derece yanlış bir açıklamadır. Biz Irak halkının dostuyuz. Irak
halkının izzeti bizim izzetimizdir. Türkiye'nin izzeti de Irak
halkının izzeti olması gerekir. Türkiye'yi herhangi bir şekilde
itham eden bir şekilde kim olursa olsun özür dilediğinde bundan
Irak Başbakanı'nın memnun olması gerekir. İsrail özür dileğinde
eminim bütün İslam dünyası da memnun olmuştur. Türkiye, kimseye
yalan söylemez. Türkiye, kimseye çifte standart uygulamaz.
İlkeli bir politika takip eder. Bu ilkeli politikası sebebiyle de
yanlış bir politika gördüğünde özür talep eder. Sayın Biden'ın özür
dilemesi de bu anlamda kendisi açısından doğru bir adım olmuştur.
Aksi takdirde tabii Türkiye'nin bu konudaki tutumu çok açık olurdu,
olmuştur.
Türkiye’nin içinde birçok önemli konuda mücadele
veriyorsunuz, ancak bunun belki en önemlisi çözüm süreci olsa
gerek. PKK Başkanı Öcalan’dan gelen bir mesajda çözüm sürecinde
günler içinde adım atılmadığı takdirde bitirileceği yönünde
duyumlar çıktı. Çözüm süreci müzakerelerini ne zaman yeniden
başlatacaksınız?
Bakınız, bölgede birçok ülke, birçok komşu ve dost ülke kendi
içerisinde etnik ve mezhebi parçalanma yaşarken Türkiye çözüm
süreci üzerinden kendi içindeki 30 yıllık bir meseleyi çözme
iradesi gösterdi. Ve çözüm süreci şunu söyleyeyim şu anda
Ortadoğu'nun en önemli ve tek başarı hikâyesidir. Çünkü teröre
doğru da yönelen bir etnik problem bu çözüm süreci suretiyle
aşılmaya çalışılıyor. Bu konuda güçlü bir irade sergiledik hükümet
olarak ve bu güçlü iradeyi devam ettiriyoruz. Ama bu çözüm süreci
konusunda hiç kimse herhangi bir tahkik, sınır ya da müddet
koyamaz. Hükümet olarak biz tüm taahhütlerimizi yerine getiriyoruz.
Bu çerçevede de çözüm sürecinin en önemli meselemiz olduğunu
Başbakan olarak hükümeti kurar kurmaz yaptığım ilk açıklamada da
Sayın Cumhurbaşkanımız da cumhurbaşkanlığı açıklamalarında çözüm
sürecin en temel meselemizdir dedik. Çünkü Türkiye’deki Kürt
kökenli vatandaşlarımızın haklarını zayi olmasına, kendi dillerini
kullanmalarına, kendi örflerini...
Kürtlerle uzlaşı süreci tehlike altında mı?
Hayır, öyle bir başarısızlık söz konusu değil. Tabii bu çözüm
sürecinden rahatsız olan gruplar var. Son olarak Kobani'de yani
Aynul Arab'daki gelişmeleri bahane ederek Türkiye'de kargaşa
çıkarmak isteyen gruplar oldu. Biz Meclis'e tezkere gönderdiğimiz
gün çözüm süreci mekanizmasını da ilan ettik benim imzamla. Yani
bunla şunu ilan ettik.
Ne zaman olacak?
Bunu belli bir takvim içinde en kısa zamanda nihai noktaya getirmek
istiyoruz. Önemli olan Türkiye'de etnik bir çatışma yaşanmaması ve
çözüm süreci takviminin doğru bir şekilde işlemesi. Şimdi de bizim
belirlediğimi bir yol haritası var.
Yol haritasını ne zaman açıklıyorsunuz?
Bu eğer bütün taraflar bu konuda özellikle de çözüm sürecinin
muhatabı olan kesimler üzerine düşeni yaparlarsa en kısa zamanda,
önümüzdeki bi kaç ay içerisinde istenilen mesafeye, noktaya
gelinebilir. Bizim tutumumuz açık ve nettir. Bu konuda
atılacak adımları attık, atmaya da kararlıyız. Ama tabii bu tür
süreçler tek taraflı yürüyen süreçler değildir. Diğer taraftan da
aynı adımları aynı kararlılıkla görmek bizim açımızdan sürecin
sağlığı bakımından elzemdir, gereklidir. Burada özellikle
Türkiye'de kamu düzeninin ve Türkiye’deki istikrarın korunması
bakımından herkesin mutabık kalması ve adım adım bu sürecin
işletilmesi lazım. Eğer Suriye ve Irak'taki gelişmeler yaşanmasaydı
daha kısa sürede bunu bitirebileceğimiz kanaatindeydik. Ancak
Suriye ve Irak'taki gelişmeler, özellikle son dönemde yaşanan
gelişmeler tabii ki Türkiye içinde atılacak adımlar konusunda bazı
sıkıntılar ortaya çıkardı. Ama nihai kertede bunu en kısa sürede
bunu tamamlama konusunda kararlıyız.
Cumhurbaşkanı, ana muhalefet partisi başkanını ağır bir
şekilde eleştiriyor. Ülkedeki karışıklıktan sorumlu tutuyor, vatan
hainliğine kadar gidebilecek ithamlar yöneltiyor. Durum bu kadar
vahimse, eleştirmek yerine neden ülkenin iç güvenliğini tehlikeye
atanları yargı önüne çıkarmıyorsunuz?
Türkiye bir hukuk devleti. Türkiye'de yargılama ve bir suçu takip
etme belli kurallara bağlı. Türkiye'de son Kurban Bayramı'nın
üçüncü, dördüncü gününden başlayan gösterilerde, şu ana kadar 35
vatandaşımız vefat etti. İkisi de polis bunların. 531 sivil araç,
631 resmi araç 1211 bina tahrip edildi. Bunların 214 tanesi okul.
Burada bir vandalizm var. Benzer olaylar Londra'da, Paris'te 2005
yılında Londra'da gözüken ve yaşanan türde olaylar bunlar. Tabii bu
vandalizm ve terörü yapanlar hesaba çekilecekler. O günden bu
güne kadar 1200 kişiye yakın kişi gözaltına alındı ve yaklaşık
150'si de tutuklandı. Kim bunları organize ediyorsa, kim bu tür
kanunsuz eylemlere girerse hukuk devletinin gereği olarak önce
gözaltına alınırlar, sonra tutuklanırlar; eğer mahkeme tutuklarsa.
Şu anda yaklaşık 150 kişiyi mahkeme tutukladı. Ama Türkiye hukuk
kuralları içinde bu olaylara yaklaşır, delil olduğu zaman gerekli
cezalandırmalara gider. Yani yargılama süreci zaten başladı. Bu
konuda kesinlikle taviz vermeyiz, ancak hiç kimseyi de işlemediği
bir suçtan ötürü cezalandırmayız.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, New York’ta düzenlenen BM
Genel Kurulu kürsüsünden Mısır darbe rejimini ağır bir şekilde
eleştirdi, Türkiye’nin şu an Mısır’la ilişkisi ne
durumda?
Her şeyden önce şunu söylemek isterim. Ben Mısır'da doktora tezini
yaşarken 1988'de Kahire'de yaşamış biri olarak demin de söylediğim
gibi Kahire'ye aşığım, mümkün olsa hayatımın bir kısmını Kahire'de
geçirirdim. Mısır'ı da insanlık tarihinin en büyük medeniyet
merkezlerinden biri olarak görürüm. Kahire sokaklarının her birini
de tek tek bilirim.
Ben de Kahire’ye aşığım, ancak şu an ondan mahrum
bırakıldım.
Geçmiş olsun inşallah siz de aşık olarak maşukunuza kavuşursunuz.
Hakkınızda verilen hükmün ne kadar yanlış olduğunu biliyorum ve bu
sebeple de geçmiş olsun diyorum.
Bu sadece benim hakkımda verilen ilk hapis cezası, daha
sonuçlanmayan 150 dava var.
Bu dahi Sayın Erdoğan'ın Mısır'a eleştirilerinin haklılığını
gösteriyor. Bir kere şunu ifade etmek istiyorum. Bizim Mısır'daki
darbeye karşı olan tutumumuz kesinlikle Mısır halkına değildir.
Ülke olarak Mısır'a değildir. Mısır'daki hiçbir kesime değil. Hatta
bugün Mısır'da görev alan bürokrasiye veya görevlilere de değildir.
Biz ilkesel olarak Türkiye'de de darbeye karşıydık. Bize karşı da
darbe teşebbüsleri oldu. Türkiye'de darbe sebebiyle 1960 yılında
Başbakan idam edildi. Bir başbakan, iki bakan idam edildi. 1980'de
biz darbe yaşadığımızda ben üniversite öğretim üyesiydim. Hepimiz
büyük tehlikelerden geçtik. Biz darbelerin ne getirdiğini bilen bir
nesiliz. Cumhurbaşkanımız hapis yattı, yine böyle bir olağanüstü
darbe döneminde. Hepimiz büyük çileler çektik. Onun için biz
Türkiye'de seçilmiş bir yönetimin her ne surette olursa olsun, bir
askeri lider veya komutan tarafından görevden alınmasına tolerans
gösteremeyiz. Bu bizim için ilkesel bir konu. Mısır açısından
bakıldığında bu Mısır’ın içişleri olarak görülebilir. Ama Türkiye
açısından…
Yani Mısır rejimine karşı takındığını tavır, Müslüman
Kardeşler’i desteklediğiniz için değil darbe prensibine karşı
olduğunuzdan dolayı mı?
Evet.
Mısır’ı yöneten taraf kim olursa olsun, Müslüman Kardeşler
veya başkaları olsaydı da fark etmeyecek miydi?
Kesinlikle. Bakınız. Bununla ilgili çarpıcı bir hatıramı
nakledeyim.
Halk arasında Türkiye demokrasi değil de Müslüman Kardeşler
yanlısı diye bir algı var.
Dostum olduğu için bakınız, çok sevdiğimiz Arap dostlarımız bizi
ziyarete geldiler geçen sene Mısır darbesinden sonra. Mısır'daki
yönetimi yani darbeyi bir şekilde meşru görmek veya ilişki için bu
sözü söylediler: “İhvan-ı Müslimin'i desteklemeniz halinde Araplar
arasında Türkiye itibar kaybeder. Niye İhvan'ı destekliyorsunuz?”
Onlara şunu söyledim Gelenler arasında liderler de olduğu için.
Biri benim çok yakın dostumdu: İyad Allavi. Dedim ki: "Sayın
Allavi, Irak'ta 2009 yılında seçimi kazandığınızda biz sizin
yanınızda durduk. O yüzden Maliki ile ilişkilerimiz bozuldu. Siz
İhvan mıydınız? Değildiniz. Şii bir Müslüman olarak saygı
duyduğumuz bir devlet adamıydınız. Seçimi kazanmıştınız, sizin
yanınızda durduk. Sayın Fuad Sinyora ile de birlikteydik
orada. Lübnan'da en zor zamanlarda Türkiye Sinyora'nın yanında
durdu. Sinyora İhvan mıydı? Değildi, ama seçim kazanmıştı. Ve
Lübnan'da en zor zamanlarda Sayın Sinyora'nın arkasında durduğumuzu
herkes bilir. Bizzat ben o zaman başdanışman olarak çok mesaj
götürdüm. Eğer Mısır'da seçimi Mursi değil de, ki Sayın Mursi'yi
biz seçildikten sonra tanıdık, ama diğer adayları, cumhurbaşkanlığı
adaylarını daha önceden beri tanıyorduk. Eğer onlardan biri
kazansaydı ve o yönetimden alınsaydı ona da karşı çıkardık. Bir
İhvan darbe yapmış olsaydı ona da karşı çıkardık. Bizimkisi ilkesel
ve Mısır'daki bütün özgürlükçü aydınların, ister Müslüman Kardeşler
mensubu olsun, ister Müslüman Kardeşler dışında herhangi bir sol,
milliyetçi, liberal kesimden gelmiş olsun, hepsinin Mısır'da
özgürlüğü savunmalarını bekleriz. Ha, Mursi yönetimi ile yakın
dosttuk. Emin olun başka biri Mısır cumhurbaşkanı olsa onunla da
aynı ölçüde dost olurduk. Ama Sayın Mursi'nin haklarını savunmak,
seçilmiş bir liderin hukukunu savunmaktır bizim için. Mısır için
doğru olan neyse onun olmasını isteriz. Şunu da kabul ederiz.
Bakınız, hepimizin açık ve dostça bunu konuşmamız lazım. Ben 2011
yılında Tahrir Devrimi sonrasında Mısır'a gittiğimde bütün o
gençlerin gözlerinde büyük bir heyecan vardı, onur vardı, izzet
vardı. Amerika'da ya da değişik yerlerde Mısırlıları gördüğümde
kendilerine bir güven vardı. Aynı heyecanı şu an Mısır'da
görebiliyor muyuz? Nereye gitti o heyecan. Mısır'ın en büyük gücü
insanıdır. Biz bu açıdan Mısır'a benzeriz. Mısır'ın da Türkiye'nin
büyük doğal kaynakları yok. Coğrafyası var ve insanı var. Mısır
halkı kendi insanını kaybetmemeli. Onlarca yıldır ta 1930'lardan
beri Mısır toplumunun bir parçası olmuş olan Müslüman Kardeşleri
külliyen terörist ilan ederseniz, o insanları sistemin dışına
iterseniz o insan kaynağını değerlendirebilir misiniz? Türkiye'de
yapılmıştı bunlar, 1997'de, 28 Şubat'ta. Ben üniversitelere
alınmamıştım. Dünyada birçok üniversiteden davet geliyordu,
Türkiye'de üniversiteler beni almaktan çekindiler yurtdışından
geldiğimde. Kim kaybederdi eğer ben ülkemi terk etmiş olsaydım?
Türkiye ve insanları kaybetmiş olurdu. Ben terk etmedim, mücadele
ettim. Şimdi bu kadar iyi yetişmiş insan unsurunu - ister Müslüman
Kardeşler olsun, ister diğer gençlik hareketi-. Daha sonra
birçok gençlik hareketi 30 Haziran darbesine katkı veren birçok
gençlik hareketleri de dışlandı. Bizim Mısır hakkında tek
düşüncemiz Mısır'ın iyiliğidir. Güçlü bir Mısır istiyoruz. Bölgenin
de Arap dünyasının da güçlü bir Mısır'a ihtiyacı var. Güçlü Mısır
halkıyla barışık Mısır'dır. Aynen Türkiye gibi. Şu anda Türkiye
güçlü. Çünkü biz son 12 yılda üç seçim, iki mahalli seçim,
cumhurbaşkanlığı seçimi vwe iki referandumla sürekli güç tazeledik.
İsteriz ki Mısır'da da seçimler herkesin katıldığı adil seçimler
olsun. Ve seçilen lider kim olursa olsun dönemini bitirsin. Benim
çok şey bir, Esed'le olan bir görüşmemizde, son görüşmemizde bir
şekilde cumhurbaşkanlığı sonra yani ne olur diye konuşurken orada
zikrettiğim bir husus vardı. Bir ülkede demokrasi olup olmadığının,
dedim bir işareti var, çok görünür bir işaret. O ülkede eski
cumhurbaşkanları ya da başbakanlar, güç kimdeyse, ülkelerinde huzur
içinde yaşayabiliyorlarsa orada demokrasi vardır, dedim. Ama
maalesef baktığımızda bölgemizde birçok cumhurbaşkanı, birçok lider
ya hapishanede Mursi gibi ya sürgünde ya mezarda. Bu şekilde bir
siyasi değişim olmamalı. Siyasi değişim, o liderin başarısızlığına
halk karar vermeli, younu kullanarak karar vermeli, rıza göstererek
karar vermeli. Bugün milyonlarca insan sokağa çıktı diye bir lideri
değiştirirsiniz yarın başka milyonca insan sokağa çıktığında o
liderin de değişmesi gerekir. Bu bir kısır döndü oluşturur. Bizim
Türkiye olarak Mısır'a duamız vardır. Hiç bir düşmanlığımız yoktur.
İyi niyetimiz vardır. Hiçbir art niyetimiz yoktur. Güçlü bir Mısır
istiyoruz ama güçlü bir Mısır'ın da halkıyla barışık olması ile
bunun olacağını düşünüyoruz. Düşüncelerimizi ifade etmemiz Mısır’a
düşmanlık gibi görülmemeli. Türkiye ile Mısır’ın iyi ilişkiye
karşılıklı olarak ihtiyacı var. Ama gözümüzün önünde, bir meydanda
binlerce insan öldürülmüşse ve bir halkoyuyla seçilmiş birisi
–hangi ideolojide olursa olsun- askeri bir yönetimle
değiştirilmişse, sonra tekrar bir seçimle, neredeyse tek bir
kişinin katıldığı seçimle, bir şey olmuşsa bunu eleştirme hakkımız
var. Bizi de eleştirebilirler. Bizi de eleştiriyor birçok ülke
başka sebeplerle. Biz nasıl bu eleştirilere cevap veriyor ve
ilişkileri kesmiyorsak Mısırlıların da bizim kardeşçe
uyarılarımızı, düşüncelerimizi ifade etmemizi düşmanlık olarak
algılamaması lazım. İnşallah Mısır bu zor günleri aşacak. İnşallah
Mısır’ın geleceği parlak olacak. Ben Mısır halkını tanıyan birisi
olarak, Mısır halkının irfanını, Mısır halkının o derin gücüne,
kurucu gücüne inanıyorum.
Darbenin istikbalini nasıl görüyorsunuz?
Dünyada hiçbir yönetim meşruiyetini halktan almadan, halkın
rızasını almadan, bu illa demokrasi olmayabilir, halkın rızası
önemlidir. Burada biz demokrasi ihraç etmek peşinde değiliz ki.
Halkın rızası önemlidir. Bazı ülkeler, çok geniş maddi imkânlar
olur, az nüfuslu olur, demokrasi dışında da o halkı tatmin etmek
mümkün olabilir. Ama Mısır gibi 80 milyonluk dinamik nüfusa sahip
olan bir ülkede, halkın rızası ancak ve ancak oy vererek veya milli
iradeyle olur. Bunu yapamadığınız zaman, ki bunu yapamadığınız
dönemlerde Türkiye dış borca muhtaçtı. 80’li yıllarda askeri
ihtilal olduğunda Türkiye dış borç alıyordu. Aynen bugün
Mısır’ın almak zorunda olduğu gibi. Biz iktidara geldiğimizde
Türkiye IMF’ye borçluydu. Çünkü bizden önce yarı askeri bir rejim
vardı. Bizim dönemimizde biz bütün bu borçları ödedik, kimseden
yardım almadan 2013 yılında da kimseden yardım almadan bütün borcu
bitirdik. Çünkü biz halkımıza dedik ki: “Biz sizin için varız,
sizin itibarınızı korumak için sizden fedakarlık bekliyoruz ve
birlikte yeni bir Türkiye inşa edeceğiz” dedik. Ve bunu başardıkça
da halkın verimi ve çabası arttı. Bize bir yerde bana sorduklarında
yabancı finans kuruluşlarında ‘Türkiye bu ekonomik başarıyı nasıl
sağlıyor?’ diye “Biz” dedim, “Büyük doğal kaynaklara sahip değiliz.
Sömürgeci bir ülke olarak da, başka ülkeleri sömürerek de
biriktirmiş değiliz bu kaynağı, bir kaynak. Birisi bize büyük
paralar yüz milyarlarca dolar da vermiyor. Bizim tek kaynağımız
var: İnsan, insan, insan. O insanı en iyi şekilde, insani
kaynağımızı değerlendirmek durumundayız. Mısır’ın insanı da çok
sağlam bir yapıya sahiptir. Önemli olan Mısır yönetiminin kendi
insanına saygı duyması ve kendi insanının tercihlerine önem
vermesi, ona saygı duymasıdır. Mısır, Arap dünyasının en büyük
demokrasisi olma özelliğine sahip olabilirdi. Şu anda 2011’deki
heyecan daha da ileriye taşınabilirdi. Ümit ederiz bir gün Mısır’ın
gençliği kaderine, Mısır’ın kaderine hâkim olacaktır.
İnşallah da olacak. Sayın Davutoğlu, bize ayırdığınız vakit
için çok teşekkür ediyorum.