Darbecilerin Son Çırpınışları
Abone olErgenekon Davası'nın görünen ve görünmeyen gerçeklerini anlamak
'Kendi halkına bomba atan asker' izleniminin yaratılmış
olmasından memnun muyuz? Bu süreç nasıl başladı, nasıl gelişti? Bir
'Aslan avı'nın ortasında mıyız?
Ergenekon Davası'nı doğuran süreci ve gelişmeleri konu alan yeni
bir kitap daha yayınlandı. Profli yayınlarından çıkan,
Ergenekon: Darbecilerin Son Çırpınışları adlı
kitabı diğerlerinden ayıran en önemli unsur meseleye farklı
açılardan bakan, komplo ve eylem teorilerini en iyi okumayı başaran
Mahir Kaynak ve Ömer Lütfi Mete'nin imzasını taşıması.
Hatırlanacağı gibi Ergenekon 2007 yılında Ümraniye’de bulunan
bombalar ve Savcı Zekeriya Öz’ün olayı derinleştirmesiyle bir anda
cumhuriyet tarihinin en önemli davası haline geldi.
Kimilerine göre sadece basit bir dava, kimilerine göre cumhuriyet
tarihimizin kırılma noktası. Terör örgütü kurduğu iddiasıyla
gözaltına alınanlar ayrıca bir tartışma konusu. Bir başka tartışma
konusu bu olayın arkasında Amerika ve dış güçlerin olduğu ve
Türkiye’deki hiçbir olay dışarıdan birilerinin itici gücü olmadan
vuku bulmadığı. Peki bu ne kadar gerçekçi?
Mahir Kaynak ve Ömer Lütfi Mete, bu kitapta Ergenekon olayının
perde arkasını ve nasıl gerçekleştiğini gözler önüne seriyorlar.
Davanın görünen ve görünmeyen bütün aktörlerini, figüranlarını ve
senaryonun nasıl yazıldığını gösteriyorlar.
Kitabın editörü Cem Küçük, "Ergenekon Davası’nın görünen ve
görünmeyen gerçekleriyle enine boyuna öğrenmek ve ne anlamak
geldiğini bilmek isteyenler bu kitabı mutlaka okumalı" diyor.
AK PARTİ'Yİ ALAŞAĞI ETME GİRİŞİMLERİ
Bir yanda Ergenekon davasını doğuran sürecin gelişmeleri yaşanırken
diğer yanda AK Parti'nin sürpriz şekilde ülkenin kaderini
belirleyecek parti olarak yükselişine dikkat çeken Küçük, "AK Parti
hükümeti ilk beş yılı çok başarılı bir şekilde geçirdi. Avrupa
Birliği adına yaptığı reformlar, düzenlemeler, ülkede ekonominin
rayına oturması sevindiriciydi. AK Parti’ye soğuk bakanların bir
kısmı dahi –bunlar iş dünyası, medya ve AK Parti’ye oy vermeyen
vatandaşlar –artık sempatiyle bakıyorlardı. Ama ülkemizde
bürokratik oligarşi denen kesimin AK Parti’ye soğuk baktığı ve
eninde sonunda zamanı geldiğinde AK Parti’yi alaşağı etmek için her
yolu kendisine mubah göreceği çok açıktı. Beklenen de oldu.... Önce
2007 Mayıs ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kılıçlar
kınından çıkarıldı ve örtülü ya da soğuk mücadele yerini sıcak
müdahaleye bıraktı...." dedikten sonra Ergenekon Süreci'nin kısa
bir özetini yapıyor.
BUGÜNE KADAR KORKAK SİYASET İZLENDİ, CESUR SİYASET
KORKUTTU
"Bugüne kadar ülkemizde meydana gelmiş tüm darbeler maalesef biraz
da siyasilerin vurdumduymazlığı ya da korkaklığıyla
gerçekleşmiştir. Nedense ülkemizde belirli konularda –Kıbrıs, AB,
terör örgütü PKK gibi– konularda hep askerin dediği minvalde
hareket edilmiştir. ^Siyasiler bu konuda gerekli cesareti
gösterememiş ya da korkak davranmışlardır. 27 Nisan e-muhtırasından
sonra ilk defa Başbakan Recep Tayyip Erdoğan askere sesini
yükseltti. AK Parti’nin aldığı oyun artmasının sebeplerinden biri
de buydu. Daha önce hiçbir siyasi orduya bu denli sert bir cevap
vermemişti. Belki de bugün yaşadığımız ve kimilerine göre
cumhuriyet tarihinin en önemli davalarından biri olan Ergenekon’un
fitilini ateşleyen bu cesaretti" diyen Cem Küçük, "2007 mayıs
ayında Ümraniye’de bulunan el bombaları sonucunda olayın buralara
kadar geleceğini ya da büyüyeceğini kimse kestirememişti"
noktasının altını çizdikten sonra suikastler zincirlerini,
gözaltıları, gözaltılara Genelkurmay'ın onayını özetliyor...
ERGENEKON'U GÖRMEZDEN GELMEYE ÇALIŞTILAR
İDDİANAME YENİLİR YUTULUR GİBİ DEĞİL
"Ne var ki Savcının iddiası yenilir yutulur cinsten değildi" diyen
Küçük, "Şayet Cumhuriyet savcıları bazı medya organlarından korkup
bu olayın üzerine cesaretle gitmeseydi, hükümet savcılara destek
vermeseydi bu dava bu aşamalara kadar gelmezdi" teşhisinde
bulunuyor ve "Belki de ilk kez hükümet, Genelkurmay, Emniyet, Milli
İstihbarat Teşkilatı böyle bir davada ortak hareket ettiler"
diyor...
"20 Ekim 2008’de başlayacak ilk duruşmayla davaya start verilecek
ve inanıyoruz ki yüce adalet en doğru kararı verecek. Bundan sonra
söz yargının" diyen Cem Küçük, kitaptaki sözü ise bu yazısının
ardından Mahir Kaynak ve Ömer Lütfi Mete'ye bırakıyor.
"TÜRKİYE'DE SİYASETİ EN AZ SİYASETÇİLER
YAPAR"
Mahir Kaynak; kitabın provokasyon ve Psikolojik savaş yöntemleri
adlı bölümünde birbirinden ilginç soruları hayli ilginç yanıtlar
veriyor. İşte o bölümden sizlere seçtiğimiz bir kaç satır:
Bugüne kadar yapılmış en başarılı provokasyon sizce
hangisidir?
Türkiye'de yapılmış en başarılı provokasyon 12 Eylül öncesi
yapılanlardır. 12 Eylül öncesinde Türkiye'de çatışan taraf yoktu. O
tamamen bir operasyondur ve sonradan da gördünüz, solcular
dediğimiz kişiler bugün devletin en muteber yerlerindedirler. Eğer
bu sonuca bakarsak şunu söylemek lazım: Türkiye savaşı kaybetti ve
teslim oldu, çünkü düşman saydıklarımız Türkiye'yi
yönetiyorlar.
Dünyada?
Dünyada en önemli provokasyon 11 Eylül'dür. Aynı zamanda
İngiltere'de metro istasyonundaki patlamalar çok iyi bir örnektir.
İngiltere işgalci olmasına rağmen, hem Müslümanlarla arası çok
iyiydi hem de Müslümanlar ona Irak'ta yokmuş gibi davranıyorlardı.
Metro operasyonu ile ortaya çıktı ki; İngilizler Irak'tadır,
Müslümanların da düşmanıdır ve böylelikle İngiliz halkı da
Müslümanların “terörist” olduğunu öğrendi. Şık bir operasyondu ve
bunun El-kaide tarafından yapılması mümkün değildi. Olsa olsa bunu
Amerika yapabilirdi. Yani Amerika, İngiltere’ye, “Beni yalnız
bırakıyorsun, bütün faturayı ben ödüyorum, biraz da sen öde” demiş
olabilir.
Türkiye’deki siyasetçilerin hamleleri nasıl? Provokasyona
yol açabilir mi?
Türkiye'de siyaseti sadece siyasetçilerin yaptığını kim söylüyor
ki? Türkiye'de en az siyaseti siyasetçiler yaparlar. Ben
milletvekillerinin siyaset yaptığına pek şahit olmadım.
"İSLAMCILARIN BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ YOK"
AK Parti’nin provoke olabileceği en zayıf noktası
nedir?
Bugün AKP’ye yönelik iki yönden saldırıya geçilebilir. Biri,
ekonomik alandaki özelleştirmeler... Yani köşe başlarına yeni
gelenler büyük eleştiri konusu olabilir. İkincisi de, birileri
siyasi ya da ekonomik kriz yaratmak için ekonomiyi dara
düşürebilirler.
Dindarlıkları provoke edilebilir mi?
Dindarlık üzerinden yapılacak şey zaten çok ilginç. Öyle bir
dindarlık ki bu, küreselcilerle aynı söyleme sahipler. Türkiye'de
bir liberal-İslam ittifakının olduğu da görülüyor. Liberallerimizin
en hızlılarıyla İslamcılarımız arasında bir görüş beraberliği hasıl
oldu ki, bu çok ilginçtir.
Siz bu işbirliğini inandırıcı buluyor
musunuz?
Ben şöyle söylüyorum: İslamcıların aslında bir dünya görüşü yok.
Birilerinden kopya çekiyorlar. Mesela ekonomiye baktığınız zaman,
onların ekonomi politikalarıyla Kemal Derviş'in ekonomi politikası
arasında virgül farkı bile yok.
"YABANCI ÜLKE İSTİHBARATÇILARI BÖLGEDE ROL
OYNUYOR"
Ömer Lütfi Mete ise Ergenekon'un ipuçları Şemdinli Olayı ve
Danıştay Saldısı adlı bölümde çok tartışılan konulara oldukça
farklı boyutlardan bakıyor ve ilginç noktaların altını
çiziyor...
Örneğin şu bölümde olduğu gibi:
Yalnız şunu da biliyoruz ki, bölgede PKK ile mücadele eden askeri
birliklerimiz Şemdinli’de dönen . al... Şunu da biliyoruz ki,
bölgede PKK ile mücadele eden askeri birliklerimiz Şemdinli’de
dönen karanlık olayları iyi takip edebilmek için bir itirafçıdan
yararlanmaktaydı. Bu itirafçının daha sonra İngiliz gizli servisi
tarafından devşirildiği yönünde bir iddia vardır. Başta da işaret
ettiğim gibi asılsız bir üfürüm olabilir ama araştırılması gereken
bir iddiadır. Bu iddiaya göre sekiz yüz bin sterlin ya da avro
civarında bir para Londra’da bir İngiliz bankasından
Süleymaniye’deki bir şubeye bu operasyon için havale
edilmiştir.
Bu iddia ya bizim istihbarat birimlerimizin ortaya attığı bir
palavradır veya gerçek bir bilgidir. Her iki durumda da Türkiye’nin
bu iddiayı kovalayacak mekanizmaları olması gerekir.
Eğer bu işi İngilizler tezgâhladıysa, o zaman
Amerikalıların haberi yok mudur?
Bu vaka için bir şey söyleyemem. Ancak bir yörede herhangi bir
yabancı istihbarat biriminin bir faaliyeti varsa rakipleri ondan
bir şekilde haberdar olurlar. Bu işte en iyi olanlar, kendileriyle
bağlantısız istihbarat operasyonlarını kimin ne için yaptığını
bilebilirler. Mesela Türkiye gibi bir ülkede Rus gizli servisi bir
iş yapıyorsa Amerikan gizli servisi bunu bilir. Bu işler havada
uçuşan telsiz mesajları gibi öngörülmeyen kulaklara da ister
istemez değer. Çünkü genellikle çenesini iyi tutamayan ikincil
derecede saha elemanları veya yarı sivil istihbarat unsurları,
bölgedeki bütün gizli servislere şu veya bu derecede
açıktırlar.
Sanırım bizim istihbaratçılarımız da neyin ne olduğunu
biliyorlardır. Ama eloğlu kurduğu karanlık oyunu iyi oynamışsa,
meselâ ava giden aslan misali Türk istihbarat timi gerçekten
başkaları tarafından iş üzerinde avlanmışsa hasmın bu başarısı
karşısında yapılacak fazla bir şey kalmayabilir. Zira resmi ağızdan
“böyle oldu” diyemeyeceğine ava giden aslan kazığı yer. Varsa
kararlılığı, bu oyunun hesabını bir başka işte görmeye çalışır.
Eğer gerçekten operasyon ‘aslan avı’ ise hikâyesi nasıl
gelişmiştir?
Bunu senaryolaştırabiliriz:
Diyelim ki askeri istihbarat timi, kendilerine bilgi veren itirafçı
eski PKK’lıdan Şemdinli’de karanlık bir cürüm işleneceğine dair bir
duyum almıştır. Böylece taraf değiştiren itirafçı muhbir bu
istihbarat timini olay mahalline, yani aslana kurulan tuzağa
çekmiştir. Evvelden ayarlandığı gibi birileri de orada bombayı
patlatır. Bu şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri sanki güvenliğinden
sorumlu olduğu halkın, kendi insanının dükkânını bombalayan bir
suçlu konumuna düşürülür. Bu, böyle mi olmuştur? Pekalâ mümkündür
ama gerçeği nasıl ortaya çıkaracaksınız. Bunun için devlet olmak
gerekir. Türkiye Cumhuriyeti ne yazık ki bu kıvamda bir devlet
olmaktan çıkarılmıştır. Derin ve karanlık işlerin gerektiği gibi
takibini yapabilecek çarkların dişlileri kırıktır. Devlet, devlet
olsaydı iddianamesinden dolayı savcısına yargısız infaz
uygulamazdı. Hele bu infazın yüksek bir yargı kurumunun tasarrufu
olarak tecelli etmezdi.
O zaman bütün bunlar nereye çıkıyor?
Söz konusu savcı hazırladığı bu iddianameden dolayı orduyu ağır
şekilde zanlı durumuna düşürdüğü için üst yargı kurumu tarafından
düşünülebilecek en ağır cezaya çarptırılmıştır. Herhalde yazdığı
iddianame yüzünden böyle bir akıbetle karşılaşan başka savcı
yoktur. Bu hoş bir ilk veya istisna sayılabilir mi? Her bakımdan
manzara devlet için tatsızdır. Adı üstünde, bu metin iddianamedir.
Savcı takdir ve yorum hakkını kötüye mi kullanmıştır? Olabilir ama
bu savcıya uygulanan müeyyide hukuk sistemimizin öngördüğü bir
yaptırım mıdır? Her durumda savcının iddialarının bir kısmı
mesnetsiz görünebilir. Nitekim o iddianame yüzünden yazar olarak
savcıyı ağır şekilde eleştirdim. Fakat kesilen ceza reva mıdır?
Şimdi pek çok kimse bu yaptırıma bakarak ‘asker yargının tepesine
bindi ve bu savcıyı attırdı’ diye düşünmez mi? Bu ne demektir? Bu
dolaylı biçimde “Şemdinli’deki bombayı ordu attı” demek değil
midir? Medya da böyle bir izlenimi pekiştirme yönünde yayın
yaptıktan sonra ortaya çıkan tatsızlığı ne ile ve nasıl telafi
edeceğiz? “Gerekirse kendi halkına bomba atan asker” izleniminin
yaratılmış olmasından memnun muyuz?
Kitapla ilgili detaylar.