Çerkesler Türk değildir
Abone olÇerkesler, Türk değil diyen yazar Papşu konuya bakın nasıl açıklık getiriyor.
Dünya Çerkes Birliği 140 yıl önce Kafkasya’dan sürgün edilen
soydaşlarını İstanbul’da buluşturmaya hazırlanıyor. Mayıs başında
düzenlenecek Çerkes Kongresi’nin alışılageldiği üzere Kafkasya’da
değil de İstanbul’da yapılacak olmasının birkaç sebebi var. Suriye,
İsrail, Ürdün, Lübnan, Mısır, Makedonya, Yunanistan gibi kırka
yakın ülkeye dağılan Çerkeslerin en yoğun yaşadığı ülke Türkiye.
Öyle ki, anayurtları Kafkasya’da 700 bini bulan Çerkes nüfusunun
Türkiye’de 2 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu özel
konumun Türkiye’nin sorumluluğunu artırdığına dikkat çeken
Çerkeslerin sıklıkla dile getirdiği ‘dili unutma ve hızla asimile
olma’ problemi kongrede tartışılacak ana maddelerden biri.
“Türkiye’nin demokratikleşme sürecine katkıda bulunmak ya da
anayurda dönmek.” Tamamıyla yok olmamak için elzem bulunan iki
yoldan hangisi seçilecek? Sürgünün hemen ardından hayalini
kurdukları ‘Kafkasya’ya dönüş’ mümkün mü? Diaspora Çerkeslerinden
seçilmiş delegeler halka kapalı oturumlarda bunları tartışacak.
ÇERKESLERİN TÜRK OLMADIĞI ANLAŞILMALI
Geçtiğimiz günlerde Osmanlı Bankası Müzesi’nde gösterilen ‘Kaf Dağı
Düşü’ adlı belgesel, ardından gerçekleştirilen söyleşi ‘asimile’
olduklarını düşünen Çerkeslerin talepleri ve geri dönüşe ilişkin
düşünceleriyle ilgili ipuçları veriyordu. Doğrusu bu ya,
kulaklarımız alışkın değildi geri dönüş projesi gibi sözlere. Biz
annemizden yalnızca ‘güzel Çerkes kadınlarının temiz evleri ve
leziz yemekleri’ne dair hikâyeler dinlemiştik. Onlar komşu köyün
sakini, bitişik kapıdaki komşumuzdu. Öteki mi, yabancı mı? Hâşâ!
Hadi itiraf edelim, 140 yıldır bu topraklarda yaşayan Çerkeslerin
farklı gelenekleri olan bir Türk boyu olduğunu düşünen yok muydu
aramızda?
‘Vatanından Uzaklara Çerkesler’ kitabının editörü Murat Papşu,
Türklerdeki Çerkes algısını hiç de masumane bulmuyor. Ona göre,
‘Çerkesler bizden biri’ demek hatta bu tür cümleler kurma gereği
duymayacak kadar onları benimsemiş olmak tehlikeli bir tavır. Bu
zihniyetin altında bir tahakküm, farklılıkları yok sayma ya da
merak etmeme anlayışı var. Entelektüellerin Kızılderili soykırımı
ya da Afrikalı bir kabileyle ilgilenip 140 yıldır birlikte
yaşadıkları Çerkesler hakkında hiçbir şey bilmemesinden rahatsız
olan Papşu, ‘Ben Çerkesim.’ dediğinde, ‘Çerkes Ethem, Çerkes tavuğu
ve Çerkes kızı’ üçlemesinin sıralanmasından da hiç hazzetmiyor.
Onun isteği, Çerkeslerin Türkiye’ye sürgün edilmiş, ayrı dile ve
geçmişe sahip bir Kafkas halkı olduğunun fark edilmesi. “Türk tarih
tezi bilimsel bir temele dayanmasa da Anadolu’da yaşayan bütün
uygarlıkların Türk olduğunu ilân etti. Bu durumda Lazlar,
Arnavutlar, Gürcüler ve Çerkesler gibi Müslüman etnik gruplar
‘bizden’ oldu; ama aykırı şeyler talep etmedikleri sürece.” diyen
Papşu’nun ilginç gözlemleri var. Bosna Savaşı sonrasında bölgeye
giden ilk Türk ekibinin rehber götürmeyişi ya da Türklerin
Gürcistan’dan gelen Gürcülerle Suriye’den gelen Çerkeslere Türkçe
konuşmaya çalışması, onların ayrı bir dil konuştuğunu görünce
şaşırması gibi… Halkın, Türkiye’deki Müslüman etnik grupların ‘Türk
olmadığı’nı 90’lı yıllardan sonra fark ettiğini düşünen Papşu, bir
yandan da kendisini ‘Türk’ gibi gören Çerkesler’e dikkat çekiyor:
“Bir etnik grubun topyekûn aynı düşüncede olması beklenemez.
Çerkesler içinde de kendini Türk sayan ve resmî ideolojiyi
benimseyen çok sayıda kişi var. Anadilinde yayın çıkınca ben bunu
istemiyorum diyen Çerkes de bulabilirsiniz. Nitekim Düzce’de
buldular. Sivas’ta yaşayanların da Sünni kanatta yer alıp
milliyetçilere destek verdiğini düşünüyorum.”
Aslında Papşu da Türkçe konuşulan bir evde, ‘Biz Türk müyüz?’
sorusuna ‘Evet, Türküz’ diyen bir anne-babanın elinde büyümüş.
Politik bakıştan mahrum olduğuna inandığı ebeveyninin onu okulda
zor durumda bırakmamak için böyle söylediğini düşünüyor şimdi. O
yıllardan hatırladığı bir başka şey, okulda ‘Türküm, doğruyum…’
diye ant içip evde ayrı bir millet olarak Türklerden söz edildiğini
duymanın kafasını ne denli karıştırdığı. Çerkesceyi sekiz yaşına
kadar birlikte yaşadığı nine ve dedesinden duyabilmiş. İki ayrı
lehçeye sahip anne-babası Türkçe aracılığıyla anlaşınca, anadilini
kendi gayretiyle öğrenmek zorunda kalmış. “Şu an bizim için en
büyük sorun dilimizi unutuyor olmamız.” diyor Papşu, “Dil, kültürün
temel taşıyıcısı ise şayet Çerkescenin bir kuşaklık ömrü kaldı.
Eşim benden daha iyi Çerkesce biliyor; ama dışarıda kullanmayınca
evde de kullanmıyoruz. Biz, yaşadığı ülkenin dilini konuşan ama
kendi kimliğini korumaya devam eden bir milletiz. Tıpkı Almanya’da
doğan Türkler gibi.”
DÖNÜŞ MÜMKÜN MÜ?
Kafkasya’dan gelen öğretmenlerin, Çerkesce eğitim verecek
öğretmenler yetiştirmeye başladığını söyleyen Papşu, açılması
muhtemel kursların kendilerine ne tür bir fayda sağlayacağından pek
emin değil: “Bu dilin, Türkiye şartlarında yaşaması çok zor; ama
kendi dilinizden az da olsa bir şeyler bilirseniz kültürünüzden
kopmamış olursunuz. Dil öğrenme gayretimiz bu işe yarayabilir.”
Çerkeslerin uzun yıllardır dönüşten söz etmesinin nedenlerinden
biri de dillerini burada kullanamıyor oluşları. Bir yandan da bu
tür söylemlerin bölücülükle ilişkilendirilmesinden ve Kürtlerle
aynı karede yer almaktan rahatsızlık duyuyorlar. Murat Papşu,
“Çerkesler göçmen topluluğu. Ayrı bir devlet ya da federasyon gibi
talepleri olamaz. Tek istekleri kültürlerini yaşatabilmek. Bu
problem olarak görülmemeli. Türkiye’nin demokratikleşmesi için
elimizden geleni yapmalıyız.” diyor.
Anayurda dönüş arzusu yeni değil. Bir gün dönecekleri inancıyla
yola çıkan ve bulabildikleri her fırsatta valizlerini toplayan
Çerkesler, tek parti döneminde küllenen dönüş özlemlerini
1970’lerin sonunda yeniden ateşlediler. Bu tarihlerde dönmekten söz
edenler, Sovyet rejimine uyum sağlayabileceklerine inanan
solculardı. Bir on yıl sonra dönüş hareketinin başını çekenler de
onlar oldu. Asıl kırılma noktası Sovyetler Birliği’nin dağılması ve
kapıların açılması. O günlerde yoğunlaşan akraba arama ziyaretleri
halen devam ediyor. İlk zamanların romantizminden ise eser yok.
Anayurtlarında nüfuslarının yüzde 22 oranında olduğunu görmek
birçoğu için sarsıcı olmuş. İşte burada, ‘Gidelim ve Kafkasya’yı
kurtaralım.’ idealizmi devreye giriyor.
Bugün Çerkes aydınların dönüşü elzem saymasının en önemli
nedenlerinden biri de bu, diğer etnik gruplara kıyasla dillerinin
ve kültürlerinin hâkim unsur olduğu bir vatana sahip olmayışları.
Toplam Çerkes nüfusun yüzde 90’ı dışarıda yaşıyor. “Orası Rusya.”
diyor Papşu, “İstediğimiz vakit çekip gideriz diyemiyoruz.
Vatandaşlık verme yetkisi Rusya’da. Çerkes bürokratlar da tam bir
Sovyet bürokratı. Toplu bir dönüşü isteyip istemediklerinden hiç
emin değilim.”
Kafkasya’da 1990’larda sorulan ‘Bir milyon Çerkes gelirse nerede
barındırırız?’ sorusunun cevabını aramaya gerek kalmamış.
Türkiye’den hepi topu bin kişinin gittiği tahmin ediliyor.
Gidenlerin bir kısmının da geri döndüğü biliniyor. Murat Papşu
“Şimdi daha gerçekçi planlar yapmalıyız.” diyor. “Dönüşün ekonomik
altyapısı hazırlanmadı. Çerkesler buradakine yakın ya da daha iyi
ekonomik ve sosyal şartlara sahip olmalılar ki dönsünler. Rusya
krizi atlattı. Dönüş ileride avantajlı olacak; ama o zaman da
vatandaşlık almak zorlaşacak.”
Papşu, “Siz dönmek istiyor musunuz?” sorusuna net cevap vermekte
zorlanıyor: “Zor bir soru. En son üç yıl önce gittiğimde orada
yaşayabileceğimi düşündüm. Ama eşimin böyle bir niyeti yok.” İşte
burada iki soru daha çıkıyor karşımıza: Kim gitmek istiyor ve
gidişin şekli nasıl olacak? Dönüş fikri şu günlerde belli bir
çevrenin gündemini işgal ediyor. Kafkas dernekleriyle iletişimi
olmayan ya da herhangi bir yayın organı takip etmeyen bir Çerkes
için dönmek çok yeni bir konu. Hatta birçoğunun “Nereye dönüyoruz,
ne oluyor?” diye şaşırması kuvvetle muhtemel. Papşu’nun kastettiği
‘Gerçekçi planlar’ son tahlilde kesin dönüşün şart olmadığıyla
ilgili. Gidenlerin bir kısmının buradaki evleri duruyor hatta
emekli maaşlarını alıyorlar. Önemli olan Kafkasya ile ilişkilerin
korunması ve yoğunlaşması.
ANAYURDUNDA AKRABALARINI ARAYAN KADIN
‘Kaf Dağı Düşü’ belgeseli Düzce’nin bir köyünden Kafkasya’nın Adığe
Cumhuriyeti’ne uzanan bir yaşam öyküsü. Belgesel Sinemacılar
Birliği üyesi Sezgin Türk, annesi Pakize Türk’ün hayatından
hareketle Çerkeslerdeki anayurt özlemi ve akrabalarını arama
serüvenini anlatıyor. Yıllardır hayali kurulan yolculuğun yalnızca
üç saat sürmesi ve Kaf Dağı’nın ardındaymış gibi mitleştirilen
anayurdun gidilebilen, toprağına ayak basılabilen gerçek bir mekân
olması… Kolay değil, arada 140 senelik bir boşluk var. Pakize
Hanım’ın dedesinin babasıymış sürgünle gelen. Dedenin babası, dede
ve sonunda baba da Hakkın rahmetine kavuştuğu halde, aynı sülale
adını taşıyan Kafkasyalılar, “Halam gelmiş.” diye karşılıyor
onu.
Sülale kavramı çok geniş, akrabalıkla ilgisi yok; ama akrabadan
öteler, öyle ki birbirlerine kız alıp vermeleri yasak. İlk
karşılaşma heyecanı, hasret giderme derken Pakize Hanım bir filmin
kahramanı olduğunu unutuyor: “Güzel oynadın diyorlar bana. Hiç
oynamadım ki, yaşadım. En çok da büyüklerimizin şehit olduğu
yerdeki anıt mezardan etkilendim. Allah sülalesini arayan her
Çerkes’e Kafkasya’yı görmeyi nasip etsin.” Kafkasya’yı görmek ve
arada sırada ziyaret etmek, Pakize Türk bununla yetinmek istiyor.
Orada yaşamak konusundaki düşüncesi net: “Katiyetle yerleşmeyi
düşünmem. Biz burada doğduk, burada büyüdük. Dedem gazi olmuş,
Çanakkale’de şehit verdik. Burası bizim vatanımız.”
Filmin yönetmeni, bu kadar kesin konuşmaması için annesini uyarsa
da o da aynı görüşte: “Biz burada göçmeniz; ama misafir değiliz. Bu
toplum beş kuşaktır Türkiye’de yaşıyor, buraya emek veriyor. İki
tarafa da ait olduğumuzu düşünüyorum. Ancak ortada kaybolmakta olan
bir kültür varsa oraya yerleşmek düşünülebilir.” Aslında o da kesin
dönüşten yana değil. Gidip gelmek, bir ayağı orada olmak hatta
mümkünse çifte vatandaşlık hakkı alabilmek… Kafkasya’da gerçeklerle
yüzleşmiş Sezgin Hanım. ‘Biz boşluktan mı geldik?’ sorusuna cevap
aramak, tam olarak hangi noktadan göçtüklerini görmek için çıktığı
yolculuktan bir dolu sarsıcı deneyimle dönmüş.
Kafkasya’daki Çerkeslerin, iç kesimlere sürülmeden önce yaşadıkları
köyü hiç merak etmemelerine şaşırmış öncelikle. Rus ve Çerkes
askerini yan yana gösteren anıtın üzerinde ‘İlelebet Rusya ile’
yazması, beraberce kutlanan Kardeşlik Günü, Çerkeslerin esenliği
Rusya’yla uyumlu yaşamakta bulduğunu düşündürtmüş ona. “Nereden
göçtük sorusu, Türkiye’de doğal karşılanıyor; ama orada tehlikeli
bir soru galiba.” diyor Sezgin Hanım. Okullarda sadece dört saat
Çerkesce eğitim verilmesi diğer derslerin hep Rusça gösterilmesi,
Çerkes vatandaşlığına geçebilmek için Rusça bilme zorunluluğu
aranması, televizyonda 20 dakikada bir Çerkesce yayın yapılması
büyük bir hayal kırıklığına uğratmış onu: “Türkiye’de göçmeniz; ama
anayurdumuzda azınlık olmamız daha sarsıcı. Sırtımızı
yaslayacağımız güçlü bir baba yok orada. Anayurt işte. Evimiz. Bir
kulübe de olsa evimiz.”
Yönetmen filmde maksadına ulaşmış görünüyor. Kafkasya’yı Çerkesler
için bir Kaf Dağı düşü olmaktan çıkarmak... Oraya gidip
gelinebilir, hayal kırıklığına uğranabilir ya da umulandan fazlası
bulunabilir… “Hiçbir şeyi olmasa bile hayatımda gördüğüm en güzel
tabiat orada. En azından tatile gideriz.” diyor Sezgin Türk.
ÇERKESCE YAYININ BİR CAZİBESİ YOK
Pakize Türk ve Sezgin Türk TRT’nin Çerkesce yayınının hangi gün
olduğunu bilmiyorlar; çünkü ilgilenmiyorlar. Sezgin Hanım Çerkesce
bilmiyor zaten. Annesi de spiker Kabardey olduğu için lehçeyi
anlamakta zorlanıyor. Televizyonda Çerkesce duymak da eskisi kadar
heyecan vermiyor. Sezgin Hanım, “Uşak halılarının Çerkesce
anlatılmasının ilginç bir yanı yok.” diyor. Murat Papşu da, yayını
sadece ilk gün izlemiş: “Çerkeslerle ilgili bir şey görmeyi
bekliyor insanlar. Otlarla ilgili bir belgeseli ya da haftalık
haber özetlerini değil.”
Aksiyon
Ülkü Özel Akagüz