Internet Haber Mobil Uygulama
Internet Haber mobil uygulamasını denediniz mi?
Internet Haber mobil uygulamasını denediniz mi?
Geçen hafta ilk sayısı çıkan “The Art Newpaper” gazetesini çok
beğendim.
Yapan arkadaşları kutluyorum. Gazetede yer alan haberlerin hemen
hepsi çok ilgi çekici. Mülakatı yapan Çağla Meknuze Kırant'ı da
kutluyorum.
Gazetede Cem Yılmaz ve son filmi “Do Not Disturb” oyuncuları ile
yapılmış çok güzel bir mülakat var.
Bu mülakatta çok farklı bir Cem Yılmaz görüyoruz.
Felsefi, psikolojik ve sosyolojik yanı ağır basan bir Cem Yılmaz
bu. Zaten filme hakim olan bu yeni entellektüel yanı çok
ilginç.
Bu mülakatta Cem Yılmaz'ın söylediği bazı sözler; bence hepimize
bazı konularda ciddi bir tartışma platformu açıyor.
O nedenle o bölümleri sizinle paylaşmak istiyorum.
Tabi ki soruların merkezinde Karakomik filmlerde başlayan
“Ayzek” tipi var.
Şunu itiraf edelim; çoğumuz Cem Yılmaz'ı hep “matrak” rollerde
görmek için gidiyoruz filmlerine.
İdeal tipimiz de “Organize İşler”deki golfçu mafya babası Müslüm
Duralmaz…
Çok sevdik o karakteri.
Ayzek ise trajik ve sıkıcı bir karakter. Çok sıradan.
Öyle matrak bir yanı falan da yok.
Öyleyse niye Cem Yılmaz, artık kendini Ayzek'e, o komik mafya
babasından daha yakın hissediyor?
Tabi bu soru bizi asıl ötekisine getiriyor...
Cem Yılmaz kimdir?
Çok sevilecek mi, yoksa çok nefret edilecek bir gerçek karakter
mi?
İşte bu soruya cevabı...
Cem Yılmaz mülakatta anlatıyor:
“İnsanların Ayzek'le ilgili duyguları beni şaşırttı. Biri dedi
ki; 'Nefret ediyorum bu adamdan.' Öteki diyor ki; 'Çok acıyorum bu
adama'..."
Allah Allah tıpkı benim gibi...
Benim de mesela ne kadar sevenim var. Hayatımın meşhur olmadığım
bölümü daha kısa. Ben 50 yaşımdayım, 30 senedir tanınıyorum. Gerisi
20 sene aile içinde.
Meşhur olduğum süre daha çok hayatımda.
Dolayısıyla kahraman mıyız? Yoksa tam dayaklık mıyız? O açıdan çok
benzeşiyoruz.
Bence müktemmel bir saptama…
Öyleyse gelin mülakata bir ara verip, bunun üzerinde biraz
konuşalım.
*****
The Art Newspaper gazetesi yazarı soruyor...
Cem Yılmaz şuna tepki vermedi, buna tepki vermedi" deniyor…
Cem'in cevabı şu:
“Sadece tepki değil, lifestyle olarak da… Hep güzel anları paylaşmamız bekleniyor. Şimdi benim güzel anlarımın bazılarının paylaşılmayacak tonda olduğunu kendim idrak etmem lazım. Ne gerer var ki her şeyi paylaşmaya? Ortada bir iş yokken herkes krema sıkıyor. Çilek var. Süsler var filan. Ama pasta yok. Eşeliyorsun falan pasta yok. Artık her şey içeriğe dönüştü. 'Ben içerik üreticisiyim.' Ne ulan içerik üreticisi? Bana diyor ki 'Sen içerik üretemiyorsun.' Nasıl? Bir sürü kabiliyetli insan var. Samimi söylüyorum ben karikatürle beraber 32 yıldır bu işle uğraşıyorum. Böyle bir mesaiyi benim vücudum kaldıramaz. Her gün video çekilir mi? Bunu söyleyince yaşlı bir amcaya dönüşüyorsun. Halbuki bilmediğimiz bir şey yok. Bu sadeci neşe ekonomisi yaratıyor. Glam ekonomisi yani…"
“Glam” kelimesini ilk defa işitiyordum. Baktım “ışıltı”
demekmiş. Makyaj dilinde ise, “Kusursuz bir cilt görüntüsü, çarpıcı
bakışlar, etkileyici dudaklar” anlamına geliyormuş.
Demek ki sosyal medya paylaşımlarını “Makyajlı bir cazibe” olarak
yorumluyor.
İkisi de ilginç kavramlar.
Ancak makyajlı bir cilt ve etkileyici dudaklarla ilgili
çekebiliyoruz.
Malasef hayatımızı file enflasyonu değil, glam enflasyonu daha çok
yönlendiriyor.
Kim bilir, belki de böylesi daha iyi…
“Memleketin bunca meselesi varken” bunun dışında kalabilenler ancak
bugünün siyasetinden tam anlayabilir.
Cem Yılmaz ekonomisine burada son verip, yeni felsefi yanına
geçelim…
*****
Mülakatın en anlayamadığım bölümü ise şu:
“İnsan hayatı hep aksiyonla tanımlanıyor, halbuki insan hayatı
reaksiyonla anlamlı bir şeydir. Denir ya, 'hayır' dediğin projeler
seni sen yapar. Bu ne demek? Bir reaksiyon tanımlaması. Ama ortada
bir şey yokken durduk yere insanları bir şeye kışkırtmanın ne kadar
tehlikeli bir şey olduğundan bahsediyoruz hepimiz. Şöyle yap, böyle
yap. Ne zaman? Nerede? Ne için? Ne gerek varken? Reaksiyonu basit
bir şey zannediyorlar. Reaksiyon aslında manevra kabiliyeti
anlamına gelir. Sizin aksiyonunuz da başkaldırınız da reaksiyon
yaratacak. Ben acayip biriyim ve değilsinle dolacak etrafın. Bunu
hiç söylemiyorlar. 'Ben kendi kararlarını kendi veren bir insanım'
diyorsun birdenbire şirketin ortasında. Patron da diyor ki; 'Aa
deli galiba.' Etrafından haberdar olsun insan demek başka bir şey,
sen etrafına aldırma şekerim, gazla demek başka bir şey. Dağda
dervişlik öneriyorlar, biz dağda değiliz ki…”
Dayaklık yanımızı gördük… Öyleyse hayat kendi filmimizi kime
bırakacağız? Kahramana mı… Yine Cem konuşuyor:
“Film kahramanlara bırakılacak bir şey değil. Birazcık kendi
adalet duygun devreye giriyor. Şöyle yapsa da belki insanlara küçük
bir ilham kaynağı olur. Biri böyle dese de sanki böyle bir adam
varmışcasına duygu gelişir. İnsanlar diyor ki; 'Etkilendiği
filmlerle ilgili, karakterler sanki yan odadan çıkmış gibi
sıcacık.' Yok öyle bir şey. Karakterler bir amaç uğruna birazcık
modifiyeye uğramazsa hiçbir film seyredilmez.”
Popülist siyasetin dümdüz ettiği dimağımızı ancak modifiye edilmiş
kahramanlar tekrar doğru yola sokabilir.
Bu mülakattan sonra biraz da kendime döneyim.
Son 10 yılda hep “Ben siyasetten anlamam” dedim.
“Yetmiş altı yaşımdayım, 1969 yılından beri oy verdiğim hiçbir
parti iktidara gelmedi” diye yazdım.
“İyi de siyasetten anlamaz halinle Hürriyet gibi Türkiye'nin en
büyük gazetesini nasıl yönettin” diye soruyorlar.
Cevabı işte bu mülakatta…
Dayaklık yanımla… Nefret edilmeyi göze alan tarafımla...
Çünkü ancak o yanımla değiştirebildim Bab- ı Ali denilen kemik
torbasının betonlaşlaşmış kalıplarını…
Madem nefretten açıldı, dayaklık insanlardan söz ediyoruz…
Bu ülkede “Nefretin sembolü kimdir” sorusunu da soralım.
Bence akla gelecek ilk isimlerden biri ROK'dur…
Yani Rasim Ozan Kütahyalı…
Dün akşam onun Flu TV'de İlker Canikligil'in sorularını yanıtladığı
Youtube yayınını izledim.
Baktım üçüncü gün hala Video Trend'de ilk üç arasında. O ana kadar
250 bin kişi izlemiş.
Canikligil mukalaka şu cümleyle başlıyor:
“Şimdi Türkiye'nin en sevilmeyen insanı ile konuşacağız…”
Rasim Ozan hiç alınmıyor bu cümleden…
Sadece “Üç yıldır tabuttaydım, ama artık çıktım. Unutma ki ben çok
genç yaşımdan beri hep bu ülkenin gündemindeyim. Beyaz Spor
programım 13 yıldır kesintisiz devam ediyor. Beni çok seven de
var... Özellikle 15-21 yaş kuşağı seviyor beni…” diyor.
Bu soruya ben de çok sık muhatap oluyorum.
Hangi programa çıksam, şu soruluyor:
“Çok nefret edeniniz var. Bu nefretle nasıl
yaşayabiliyorsunuz?”
Benim cevabım hep şu oluyor:
“Bu ülkede kim kimden nefret etmiyor ki…. Kutuplaşmanın bir sonucu
da bu. Size nasıl katlanabileceğinizi anlatayım. Şöyle düşünün;
yine de bu ülkenin en nefret edilen insanı ben değilim. Benden daha
çok nefret edilen bir insan daha var…”
Kim diye sorararlarsa şu cevabı verin:
“Ülkenin Cumhurbaşkanı. Ülkenin yüzde 50'si ondan nefret
ediyor…”
Neticede ben bir yazarım ve benden nefret eden insan sayısı asla
onunkine yetişemez.
Amaaa….
Halkın öteki yüzde 50'si de Erdoğan'a hayran. Aralarında
tapanlar var.
Şimdi söyleyin hangi halinizle yaşıyorsunuz?
En büyük nefret objesi olan sizle mi…
En büyük hayranlık objesi olan sizle mi…
Bence her ikisiyle de…
Her iki yanımızı da seviyoruz ve her iki halimizden de
memnunuz…
Yani Cem Yılmaz'ın deyişiyle “kahraman” yanımız da biziz, “dayaklık
olan” olan da…
Ne var ki, geldiğim yaşta hayatın bana öğrettiği çok önemli bir
şey var.
Bir şeyleri değiştirmek istiyorsanız, nefret edilmeyi, dayaklık
olmayı göze alacaksınız.
Şimdi pek çoğunuzun tepkisini göze alarak söyleyeceğim.
Rasim Ozan'ın o konuşmasını çok büyük bir ilgiyle izledim.
Çok radikal şeyler söyledi.
(*) “Ergenekon diye bir örgüt yoktu. Hayali bir örgüttü” dedi
mesela…
(*) “Bu hayali örgüt, askeri vesayeti yıkmak için uyduruldu”
dedi
Daha da radikal bir şey söyledi:
(*) "Bugün islamcı, milliyetçi ve ulusalcı kesim aynı cephe içinde
ve bilerek veya bilmeyerek Erdoğan'ı destekliyor" dedi.
(*) “Erdoğan bugün Meis Adası'nı almaya kalksa ne islamcısı, ne
milliyetçisi ne ulusalcısı bir şey der. Hepsi alkışlar” dedi.
(*) “Gezi Parkı olayları FETÖ2cü polislerin kışkırtmasıyla, masum
bir hareket olarak başladı. O olaylarda ölen çocukların bröveleri o
parka konulmalı. Ama bilelim ki Gezi Olayları Erdoğan'ın daha da
güçlenmesi sonucunu verdi.”
(*) "Aydın Doğan'ın medyadan ayrılması Türkiye için hiç iyi olmadı”
dedi
Evet, bunları söyledi…
“Dedi ama hiç bir anlamı yok. Geçmişte neler demişti ” deyip ona
vurmaya devam edebilirsiniz…
Ben de çıkıp, “Ona ilk taşı içinizde en günahsız olanınız atsın”
dersem, inanın bu ülkede ne köşe yazarı, ne konuşan kafa kalır…
Hem de ilk gidenler, kendilerini yıllardır “En dürüst gazeteci
benim, en cesuru benim” diye tanıtanlar olur...
O nedenle göğsünüzü yumruklamaya bir kaç dakika ara verin, şöyle
sakin bir kafayla izleyin.
Söylediklerinde gerçek payı yok mu?
Bugün bunları söylemenin anlamı nedir?
Kahramanlık mı?
Dayaklık mı?
Rasim Ozan, “Ben bunları söyleyebilmek için artık deliliği
oynamaya karar verdim. Çünkü bu ülkede artık bunları başka bir
kimlikle söyleyebilme imkanı yok" demeye getirdi.
Belki şaşıracaksınız ama onu dinlerken biraz çılgın Sloven
felsefeci “Zizek” karakteri gördüm.
Bir de şunu düşündüm.
Bu ülkenin bugün “dayaklık” olmayı, “nefret objesi haline gelmeyi”
göze alan çılgın insanlara ihtiyacı var.
Tıpkı, Marcuse'in 1960”lı yıllarda dediği gibi, “tek boyutlu hale”
gelmiş yanınızı düzeltme işi sadece kenarda kalmış insanların
sağlayabileceği bir ruh hali kurtarabilir bizi…
Nefret edilmeyi, yerden yere vurulmayı, dışlanmayı göze alacak
insanlar yani…
Çünkü artık “makulun” dükkanına uğrayan kalmadı.
Neşe enflasyonu bütün makul fiyatlı vitrinleri tarumar etti…
Geçen hafta Gündüz Vassaf'ın son kitabı ile ilgili yazımı
yazarken kaygılanmıştım.
Çünkü kitapta Gündüz Vassaf'ın kilisede Caravaggio tablolarını
seyrederken gürültü çıkaran turistleri kaçırmak için gaz
çıkarttığını yazmıştım.
Kitabı çok beğenmiştim, bu ilgi çekici bölümü yazarken, “Acaba
kitap artık hep bu gaz çıkarma olayı ile mi anılacak” diye
sormuştum.
Çünkü bu kadar beğendiğim bir kitabın bununla hatırlanmasını
istemezdim.
Geçen hafta ilk sayısı çıkan “The Art Newspaper Türkiye” adlı sanat
gazetesini okurken içim rahatladı.
Gazetenin kitap bölümünde Selin Ongan'ın çok güzel bir yazısını
okudum.
“Gündüz'ün İsyanı Caravaggio” başlıklı yazısında o da kitabı çok
beğendiğini anlatıyor.
Yazının bir bölümünü aynen aktarıyorum:
“Britney Spears, Carl Orff, Zeki Müren ve Verdi'yi ancak Gündüz
Vassaf buluşturabilir. Caravaggio ile arasına giren yaşlı
turistleri oturduğu yerden resme yayılan osuruğunun kokusuyla kim
dağıtır? Yine o yazar…”
Bu satırları, baştan sona en üst düzey sanatla ilgili bir dergide
de okuyunca rahatladım.
Üzerimden büyük bir yük kalktı.
Demek ki gaz çıkarma olayının kitabın değerini etkileme riski
yokmuş.