Günlerdir konuşuluyor.
“Osmanlıca öğretilsin mi yoksa öğretilmesin
mi…
Öğretilecekse zorunlu mu olsun yoksa seçmeli
mi…”
İnanın bir kaç gündür süren tartışmaları
izlediğinizde; teknik sayılabilecek bir
konuda bile kaygılarımızın, endişelerimizin nasıl mevzunun önüne
geçtiğini fark edeceksiniz.
Olayları görmemiz ile kavramamız arasında derin bir uçurum
oluşmuş. Korkutmaktan ve korkmaktan başka hiçbir şey
konuşamaz hale gelmişiz.
***
Konuya böyle bakınca aklıma direk Alferd
Hitchock'un “Vertigo (Ölüm
korkusu)” isimli filmi geldi.
İçinde bulunduğumuz hali çok güzel anlatan bir örnek diye
düşündüm.
İzlemiş misindir bilmiyorum.
Hitchock bu filminde, izleyenlerde korku ve endişe hissi
yaratmak için dâhice bir fikir geliştirir. Bunu da “Ters
zoom” denilen bir teknikle, görme duyumuzu oluşturan
mekanizmayı afallatarak başarır.
Filmin bir sahnesinde, “ileriye doğru zoom yapan kamera, raylar
üzerinde geriye çekilir” ve bu görüntü izleyici de endişe-korku
duygusu yaratır.
Oluşan bu tedirginlik hissinin sebebi nedir diye sorarsanız;
İnsan, mekanı ve cisimleri algılarken perspektif ve cisim
boyutunu baz alır.
Bunu yaparken de sol ve sağ göz arasındaki bir kaç santimetrelik
açıklık sebebiyle iki farklı veri elde eder. Bu iki boyutlu (2D)
görüntü, beyinde birleştirilip üç boyuta (3D) dönüştürülür. Yani
görüntüyü bilinenin aksine göz değil, kendisine gelen dataları
yorumlayan beyin oluşturur. O bu işlemi yaparken, ne kadar doğru
bir bilgi ortaya çıkarırsa siz de o denli sağlıklı bir görüntüye
sahip olursunuz.
Hitchock’un ters zoom tekniğinde beyin
“çelişkili” görüntüler/bilgiler topladığı için
görme süreci aksar ve bu anormalliğe izleyicilerin beyni refleks
vererek korku hormonu salgılar. Bu nedenle endişe ve tedirginlik
duygusu hissedilir.
***
İşte içine düştüğümüz durum tam da Hithock’un yarattığı ters
zoom hali.
Artık beynimiz sağlıklı bir biçimde dışsal verileri
yorumlayamıyor.
Çünkü olayları görme ve kavrama mekanizmamız altüst olmuş
durumda. Beynimiz sadece kaygı üretiyor.
Ve bu nedenle kaygıları bir kenara bırakıp, en teknik konuları
bile nesnel biçimde ele alamıyor. Bir tehdidin parçası haline
dönüştürüyor.
En haybeden meseleden seçim barajı, hukuk sistemi gibi hayati
problemlere kadar her şey bu görme bozukluğunun esiri olmuş.
“Osmanlıca dersi” denildiği gibi muhalefetin
ilk refleksi “Dindar nesil yetiştirecekler”
oluyor. Acaba iyi bir şey mi, yararlı mı, zararlı mı... Cık... Bunu
düşünen yok.
Diğer yanda ise her şeyi darbe, mili iradeye ket vurma olarak
gören bir hükümet söz konusu…
Şüphesiz Cumhurbaşkanı’nın “isteseniz de istemeseniz de
olacak” şeklindeki gibi üstenci
açıklamaları da bir meydan okuma olarak bu korkunun alevini
güçlendiriyor. Cephe siyasetini kızıştırarak belli kesimlerin kaygı
duymasına neden oluyor.
Eski toplumlarda da üretim alanının, araçlarının tehdit altında
olması destan, masal, efsane gibi halk edebiyatı ürünlerinde dev,
vahşi hayvan motifleriyle anlatılırdı.
Örneğin tarımla uğraşan bir toplumda, su kenarında yaşayan ve
suyu içip bitirdiği iddia edilen canavarlardan bahsedilirdi.
Böylece oradaki korku-endişe cisimleştirilirdi. Ete kemiğe
bürünürdü.
Şuan yapılan da bundan farksız değil.
Faiz lobileri, darbe söylemleri yeni yaratılan postmodern
hikayelerin canavarları…
Bu sebeplerden ötürü bir birinden uzaklaşan, kendi yarattığı
devleri, inleri cinleri tehlike olarak gören bir toplum haline
geldik.
Ve onların gölgesinin yarattığı karanlık nedeniyle
“adalet, eğitim, özgürlük” gibi netameli ve önemli
konuları bile kendi özgül ağırlıklarında tartışamayan bir topluma
dönüştük.
Doğru düzgün konuşamadığımız, tartışamadığımız için,
Adalet bir türlü yerli yerine oturmuyor.
Örgün eğitim, karşılığını vermiyor.
Özgürlükler, yatay alanda istediğimiz gibi genişlemiyor.
***
Osmanlı dersi müfredata konar ya da konmaz, bu konu iki gün
sonra unutulur.
Ama emin olun bu kafayla gidersek, bizi bir tek canavar uzmanı
Sadettin Teksoy kurtarır.
Dertlerimize deva bulmak, en sonunda ona kalır.